*Fotoğraf: Üstte 12 Eylül mahkemeleri, ortada Şakir Sinan Güngör ve Deniz Teztel, altta Kemal Keleşoğlu ve Bülent Aydın, sağda Reha Mağden.
Moderatör: Reha Mağden
Masadakiler: Sıkıyönetim mahkemelerinde devrimcileri savunan avukatlar Kemal Keleşoğlu, İnci İşbulur ve Ergin Cinmen, 12 Eylül toplu siyasi dava sanıkları Bülent Aydın ve Şakir Sinan Güngör, 12 Eylül davalarını mahkeme salonlarında izleyen gazeteci Deniz Teztel.
Acıya bir tebessümlük yanıt
Reha Mağden: 12 Eylül farklı kesimlerden insanların hayatını etkiledi. Türkiye demokrasi tarihine kara leke sürdü. Sizler o dönemden söz ederken aklınıza ilk gelenler neler? Yaşadıklarınızı rahatlıkla paylaşabiliyor musunuz?
Şakir Sinan Güngör: Biz 12 Eylül’ü aslında hala yaşıyoruz. Darbe sonrasında insanlar hayata tutunmaya çalıştı. Bizler varlığımızı kanıtlamaya çalıştık. Çok gençtik. 17-18 yaşında cezaevine girip 27-28’inde çıkanlar oldu. Onlar yeniden bir kavgaya başladı, bu kez hayatla... Genelde 12 Eylül’ü mizahi yanıyla hatırlamaya çalıştık. Biz de Türkiye de o günleri aşamadı. Ne yaparsak yapalım aşamıyoruz. Merter’de evimde bir çatışma yaşandı.1981’in 13 Şubat gecesiydi. Zekeriya Aydemir öldürüldü. 90 gün boyunca arkadaşlarımla birlikte sorguda kaldım. Hala o günleri çok rahat ve açık konuşamıyorum. Aslında kötü anıların orada kalmasını istiyorum. Biz o zaman yaşadıklarımızı bütün detaylarıyla anlatamadık hiçbir zaman. Belki bu nedenle mizahı tercih ettik. Belki bir gün anlatabileceğiz, bilmiyorum. Zekeriya’nın evimde çatışmada ölmesi benim yaşamımda dönüm noktası oldu. Yaşamımda bir kırılma noktası değil, başka bir yere dönüş noktası.
Bülent Aydın: Ben İTÜ’de öğrenciydim. Gördüğüm kadarıyla 12 Eylül sadece bize, solculara yönelik bir şey değildi. Biz devrimciler olarak hedeflerden sadece biriydik. Öyle çok etkilenen taraf vardı ki, fabrikadaki işçi, küçük çocuk, sanatçı... Her yer kapatılmış, tahrip edilmişti, ya çalışacak yer bulamamışlardı ya da yasaklanmışlardı... Almanya'daki Nazi dönemiyle ilgili filmler seyredip çok etkileniyoruz ya, aslında bir miktar farklılıklar olsa da faşizmin yaşandığı her ülkede aynı şeyler görülüyor. Faşizm bir yerde varsa ve ne yaşanıyorsa bizim ülkede de o günlerde öyle yaşandı.
Sadece avukat değil
Reha Mağden: O dönemin önemli aktörlerinden biri avukatlar. Aile ve tutuklular arasında tek iletişim noktasıydınız. Tablo nasıldı sizin açınızdan?
Ergin Cinmen: Avukat olarak çok yıprandık, tabii Türkiye yıprandı, herkes yıprandı ama avukatlar olarak gerçekten çok yıprandık. Ama ben kişiliğimin bu süreçte olumlu olarak geliştiğini 10 yıl sonra geriye döndüğümde anladım. Bana sıkıyönetim dönemi hiç bitmeyecek ve hayatım boyunca avukatlığı böyle yapacakmışım gibi gelirdi. Biz İnci’yle aynı büroda çalışıyorduk o dönemde. Müvekkillerimizin acılarına tanıklık ettik. Halimiz, “içerdeki”lerden biraz daha kötüydü bir anlamda. Onlar içeride, yapabilecekleri bir şey yok. Biz ise dışarıda, her gün her an bir şeyler yapmak istiyoruz.
Kemal Keleşoğlu: Sabah 7.30 gibi kalkıp duruşma neredeyse, diyelim Metris’te, Selimiye’de, oraya gidiyorduk. O zaman araba filan da yok ne bulursan, otobüs dolmuş. Sürekli in-bin. Hepimiz için durum aynıydı. Saat 9-10 gibi duruşmalara girip, akşam 7’de çıkıyorduk. 300- 1000 kişilik çok sanıklı davalar vardı. Akşam büroya dönerdik. Bir bakardık ki aileler gelmiş bizden haber bekliyorlar. Her gün böyleydi. Sultanahmet Cezaevi, Sağmalcılar Cezaevi, Metris Cezaevi, Kabakoz Cezaevi, Alemdağ Cezaevi, Hasdal Cezaevi, Davutpaşa Cezaevi… İstanbul’un her tarafı cezaeviydi. Cezaevlerinin görüş günleri de farklıydı. Müvekkillerini de haftada bir ziyaret edeceksin. Oradan oraya koşturmayla geçerdi günler. Haftayı sayıyorsun yetmiyordu.
Reha Mağden: Allah aşkına para kazanıyor muydunuz?
Ergin Cinmen: Sürümden kazanıyorduk (gülüşmeler),
Kemal Keleşoğlu: Bir gün Selimiye’de koridorda oturuyorum. Anadolu’dan gelmiş kasketli biri var. Cüppeliyim. “Oğlum tutuklu, avukat bulamadım, davasına bakar mısın?” dedi. Mahkeme kalemine gittim. İsmail vardı, davanın dosyasına bakmak istiyorum dedim. O da “sen o davaya bakmazsın abi” dedi. “Yahu ver bakayım dosyaya” dedim. Dosyaya bir baktım, bir faşistin dosyası. Öyle hemen elimden bırakmayayım diye oyalandım.. İsmail tepemde, “ne oldu abi” dedi. “Ben bu dosyaya bakamayacağım” dedim. Biz, herkesin davasına bakıyorduk bir tek faşistler hariç...
İnci İşbulur: Avukat olarak her işimizi kendimiz görürdük. Hele ilk dönemlerde fotokopi makinesi daha hiç gelmemiş. Bir sürü dava, dosyalar, kağıtlar başa çıkmak çok zor. İlk açılan davalardan biri TİP davasıydı. Ben de avukatlarındandım. Fotokopi çekeceğiz ama makine yok. Bir yerden makine bulduk, üç avukat birlikte arabaya taşıdık. Ellerimizde toner. Hakimden izin aldık, kurduk. Fotokopi çekeğiz ama makineden anlamıyoruz ki! İçimizden avukat Fikret İlkiz bu işlerden anlıyordu. Hakim bize sordu, "peki o arkadaki arkadaşın (Av. İlkiz’i göstererek) görevi ne, fotokopici mi?" dedi.
Ergin Cinmen: Evet bir dönem fotokopi çekme görevimiz vardı. Bir de, damga pulu çıkmıştı. Her fotokopiye bilmem kaç liralık damga pulu yapıştırma zorunluluğu getirilmiş. Zaten pul bulamıyorsun. Biz de posta pulu vs.. ne pulu bulursak yapıştırıyorduk.
Deniz Teztel: Bir de o fotokopiler 1-2 sayfa da değildi. Yığınlaydı. Acayip çalışıyorlardı avukatlar.
Reha Mağden: Büyük bir dayanışma desenize?
İnci İşbulur: Bir dönemi paylaşmak bu aslında. Acıyı ve tahliyede sevinci paylaşmak gibi. Birlikte yaşadık herşeyi.
Gerçek paylaşım
Reha Mağden: Sıkıntılı günleri tebessümle anlatmak marifet ister. Büyük bir gönül bağı var.
Kemal Keleşoğlu: Avukatı da gazetecisi de tutuklusu da aileleri de... Ve daha pek çok insan inanılmaz bir dayanışma halindeydik. Mesela saat 9’da Selimiye’ye koştura koştura giderdik ama bakardık ki gazeteciler bizden önce gitmiş.
Deniz Teztel: O zaman bu kadar çok gazeteci yoktu. TRT, Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet, Anadolu Ajansı, Tercüman’dan birer muhabir bir de UBA’dan ben. Bir sürü dava vardı. Her şeye yetişmemiz mümkün değildi. Diyelim aynı gün Selimiye’de ve Metris’te duruşma var. Kaçını bir gazeteci izleyebilir ki! Bizim tanıdığımız gazeteci avukat arkadaşlarımız vardı, ki onlardan yardım istiyorduk. Katılamadığımız ve önemli olan davaların haberlerini bize vermelerini isterdik. Bunun için güvendiğimiz, iyi avukatlardan yardım alırdık. Bize duruşmada olanları ya faksla yollarlardı ya da telefonla yazdırırlardı. Tabii o zamanlar cep telefonu filan da yok.
İnci İşbulur: Siyaset farklılıkları avukatlar için önemli değildi. Faşistler hariç, her davaya giriyorduk. O dönemde her şeyi paylaşırdık ve aramızda inanılmaz bir dayanışma gelişmişti. Tutuklular arasında nasıl bir dayanışma varsa bizim için de durum aynıydı. Hala da devam ediyor bu. O dönemden bugünlere taşınan özel bir durum bu. O acı günler, yaşanılanlar aramızda dostluğun gelişmesine neden oldu.
Ergin Cinmen : Yaşamın en sancılı günlerini birlikte atlattık ve paylaştık her şeyi.
Bülent Aydın: Biz her sene Nisan ayının ikinci hafta sonunda İstanbul Devrimci Yol Davası'nda yargılananlar bir araya geliriz. Her birimiz başka yerlerden doğal olarak. Yaklaşık 400 kişi olur buluşmamıza katılım. Yıllarca birbirini görmeyen insanlar orada yeniden sarılır. Kaybettiklerimizi anarız. 12 Eylül kendine ait bir hukuksuzluk oluşturdu. Bugün de devam ediyor bu ama bir karabasan gibi çöktü toplumun üstüne. Şunu bilmek lazım ne 12 Eylül 1980 darbesinden önce ne de sonra benzeri bir dönem yaşanmadı bu ülkede. Birçok açıdan farklıydı uygulamaları. Aslında biz devrimciler darbe koşullarıyla mağdur olan diğer toplumsal kesimler kadar da mağdur olmadık belki. Bize yönelik tavır devam ediyor. Aradan yıllar geçti, hala pasaport vermiyorlar örneğin. "Siz ayrı bir cins vatandaş olarak başka yere gidip başvurun" deniyor. Bir yandan söyleniyor darbe dönemi kayıtları kalktı filan diye ama yok, değişmedi hiçbir şey. Derinden bir tavır alıştı topluma karşı bu hala değişmedi. Unutulmaz kardeşlik, dayanışma yaşandı o günlerde. Hep söyleriz ama, keşke çatışmada, işkencede ve idamlarda öldürülen arkadaşlarımız da burada olsaydı. Onları asla unutamayız.
Sahi mahkeme mi?
Reha Mağden: Bir anda yok olan insanlar vardı. Aileler günlerce, aylarca haber alamazdı sevdiklerinden. Mahkemeye çıkarılmak ise en önemli adım olarak anlatılır hep... Neler oluyordu mahkemelerde?
Bülent Aydın: İçeri girdiğimiz andan itibaren hepimiz bir anlamda ölüm mahkumuyduk. Mahkemeye çıkıp tutuklanmak bizim için işkenceden kurtuluştu. Artık resmiyete kavuşuyordu hiç olmazsa durumumuz. Mahkemeye çıkana kadar biz resmen “yok”tuk. Arayanlara “burada öyle biri yok” denilirdi. Öyle ki, Selimiye’ye götürüldüğümüzde sevindiğimizi anımsıyorum. Babam da askerdi benim. Gelmiş oraya resmi elbisesiyle, bizimle ilgileniyor. Tutuklama kararı çıkmış, bizi de zincirlenmiş olarak cezaevine geri götürüyorlar. Babam neşe içinde geldi, aracın kapısını açtırdı ve “çocuklar sakın heyecanlanmayın, korkmayın. Ben hakimle konuştum, sizi asmayacaklar, 25 yıl yatar çıkarsınız” dedi.
Ergin Cinmen: Yaşadıklarımızı düşününce her şey gerçekten film şeridi gibi geçiyor insanın gözünün önünden. İşkence görmedim, kimsenin görmesini de istemem. 12 Eylül’ün en büyük korkusu sanırım, hiç bitmeyecek gibi gelmesiydi. Sonsuza kadar sürecek gibi geliyordu. Avukatlık yapıyoruz ya neye ve kime derdimizi anlatmaya çalıştığımızı biliyorduk. Selimiye’ye belli günlerde komutanlar gelirdi, hakimlere brifingler verirlerdi. Yargıladığınız insanlar bunlardır dikkat edin diye. Hakimler bir emir eri haline getirilmişlerdi. O duruşmalar, inanılmaz cezalar dağıtılan duruşmalardı. Bence sivil yargıçlar gerçekten çok kötüydü. Seçilmiş olarak getiriliyorlardı. Askerler ise rütbelerine göre getiriliyorlardı.
Bülent Aydın ve Şakir Sinan Güngör'ün sanıkları arasında olduğu, İstanbul 2 nolu sıkıyönetim askeri mahkemesinde görülen Devrimci Yol davasının ilk duruşması. 12 Mart 1982.
İnci İşbulur: 12 Eylül mahkemelerinde görevli sivil yargıçlar gerçekten askerlerden daha kötüydü.
Bülent Aydın: Şunu açık yüreklilikle söylemek lazım biz aslında hiç yargılanmadık. Onlar mahkeme değildi çünkü. Heyetteki sivillerin büyük kısmı bizim yüzümüze bile bakmazlardı. Bizi insan olarak görmezlerdi adeta. Bir gün hakim "sessiz olun burası mahkeme" diye uyardı bizi. Söz istedim ve “Afedersiniz hakim bey bunun neresi mahkeme? Siz farkında değilsiniz galiba yanınızda askerler var, salonun dört bir yanı silahlı askerlerle çevrili ve burası da bir askeri cezaevi. Biz de karşınızda donla oturuyoruz” dedim. Çünkü Metris’teydi mahkeme salonu ve insanlar tek tip elbise protestosu nedeniyle dövülerek iç çamaşırlarıyla geliyordu mahkemeye. Hakim ise gayet ciddi hala “burası mahkeme” diyor. Topluma oraları mahkeme diye yutturdular. Uyduruk mahkemelerde ölüm cezalarına kadar varan ağır cezalar aldık.
Deniz Teztel: Dosyalar çok yüklüydü. Bir de insanlar aynı anda bir kaç davadan birden yargılanıyorlardı. DİSK Davası başladığında 52 sanık vardı. Hepsi için idam isteniyordu. Sonra yıllar geçti bütün bölgelerdeki DİSK davaları birleşti en son sanırım 1400 sanıklı dava haline gelmişti. DİSK’in sivil hakimi yerine askeri hakim geldi. Aydın Kalpakçı gelmişti. Aradan 4-5 yıl geçmiş dosya sayısı artmıştı sanık sayısıyla. Kalpakçı dosyanın üzerinde çalışıyordu. Bir gün beni çağırdı, “ben bir türlü sanık sayısını bulamıyorum. Notlarınızı getirin de karşılaştıralım” dedi. Bir hafta dosya üzerine çalıştık.
Kemal Keleşoğlu: Elimde iki dava tutanağı var. Diyor ki “sanık Osman Muslu’nun oy birliğiyle tahliyesine, salıverilmesi için tezkere yazılmasına, sanık İsmail Özçelik’in tahliyesine ve salıverilmesi için sıkıyönetim komutanlığı askeri savcılığına müzekkere yazılmasına başkan Abdurahman Yiğit , üye kıdemli albay Nevzat Demirel’in muhalefetleriyle ekseriyetle karar verilmiştir”. Tarih 15 Aralık 1983... İkinci bir dava tutanağında ise “tutuklu sanık Ersin Kocatürk, İsmail Özçelik, Mesut Özyalçın dışında tahliye isteğinde bulunan sanıkların tahliye isteğinin reddine” diye karar veriliyor. Yani 1983’te tahliye ettikleri adamın 1984’te tutukluluk halinin devamına karar vermişler. Öyle ki, davada kaç kişinin tutuklu olduğunu bile bilmiyorlardı.
Şakir Sinan Güngör: Tatilden gelmiştim Antalya’dan. "Seni duruşmaya çağırdılar hakkında suçlama var" dediler. Gittim mahkemeye. Tatil dönüşü, şık bir kıyafet vardı üstümde. Bizim davadaki itirafçı Metin Budak da mahkemede. Önce benim adım okundu. Kalktım ayağa. Tutukluların arasında oturuyordum. "Nereden geldin?" diye sordu hakim, "Antalya’dan" dedim. "Yaz kızım" dedi, "Antalya Cezaevinde tutuklu olan.... “ Ben "hayır efendim hayır! Cezaevinden değil, siz çağırmışsınız o nedenle duruşmaya geldim.” diye düzelttim. Davalarda bir süreklilik filan da yoktu. Kim kimdir tam olarak hatırlamıyorlardı.
Deniz Teztel: Normalde insanlar tutuklanınca mutsuz olurlar ya ben gazeteci olarak birilerini tutuklattım ve onlar mutlu oldular. Barış Derneği sanıklarıydı. Barış Derneği davasıyla ilgili gözaltılar yaşanıyordu. İstanbul, İzmir, Ankara’da… İzmir’de ve Ankara’da gözaltına alınan CHP milletvekilleri, öğretmenler, mühendisler, entelektüeller Selimiye’ye getirilmişlerdi. Ayın da 1’i. Selimiye’de ayın 1’inde ne savcı ne de hakim bulmak mümkün. Maaş günü ya! Sanıklar getirildi. Açlar ve perişan haldeler. Selimiye’de bomboş koridorda tutuyorlar. Ben bir savcı buldum “geldiler bunları tutuklamak lazım” dedim. Adam “ben onlarla ilgilenirim” dedi. Gittim bir de hakim buldum. Çay pide alınmasını sağladım. Savcı sevk etti, hakim de tutukladı. Nasıl mutlu oldular görmelisiniz. Tutuklanmasalar İstanbul’da gözaltında geçirecekler. Gözaltında da ne olacağı belli değil. Hazır gelmişler işkence yaşamadan, tutuklattım hepsini.
İnci İşbulur: Devrimci Yol davasının hakimi Abdurrahman için bir olay anlatılırdı. Adam iyice yaşlanmış. kulakları duymuyor, gözleri görmüyor iyice. Mahkeme salonundaki direği fark etmiyor, direğe de soru soruyor ve ifadesini almaya kalkıyor... Tahliye istiyoruz bir duruşmada, hakim Abdurraman duymuyor yanındakilere soruyor "Ne diyor?" diye. Ben de kalktım bir müvekkilim vardı Müstecap Tatlı diye. dedim ki "Müstecap Tatlı’nın tahliyesini istiyorum." Anlamadı yine, “Müstecap'ın neyini istiyor?” dedi. Herkes kahkahalarla yıkıldı.
Bülent Aydın: Heyetler sanıkları sınıflandırmıştı. İdam verecekleri, müebbet vereceklerini gözüne kestirmişlerdi. Öyle tahliye filan yoktu başlarda zaten. Ama gariptir ki, aynı suçtan yargılanan farklı davalardan iki kişiden biri beraat ederken diğeri ağır ceza alabiliyordu. Hakim herkese söz de vermezdi. Bilir, kim sorumlu o grupta, ona söz verirdi. Diyelim Sedat Kesim bizim davanın 1 Nolu sanığı, onun dışında söz isteyen olursa “tamam işte Sedat konuştu senin konuşmana gerek yok” derdi. Bu toplu davalarda çok yaşanırdı. Bir de ailelerimiz gelirdi duruşmaya. Orada hasret giderirdik. Direnişlerde konulan keyfi görüş yasağı nedeniyle aylarca ailelerimizi göremediğimiz olurdu. Havalandırma yasakları hep vardı. Arkadaşlarımızın yüzünü bile göremediğimiz olurdu. Diyelim üst koğuştasın alt kattaki koğuşta da dava arkadaşın var. Onunla yüz yüze konuşuyorsun duruşmalarda. Duruşmalarda sıraların ön kısımlarına iriyarı ve uzun boylular otururdu ki arkadakiler rahatça sohbet edebilsin. Gülerdik de sık sık... Biz orada acılı tablonun yanı sıra bir yandan olayın mizahını da yapıyorduk.
Ergin Cinmen: 90-91’de kalan son karar Dev-Sol davasınınkiydi. Hala yazılamamıştı. Bir gün Selimiye’ye gittim. Herkes Dev-Sol davası bitsin de gidelim diye bekliyor. Yukarı çıktım. Hakimi gördüm. Adamın dişleri dökülmüş, çökmüş artık. Birbirimizi görünce gülmeye başladık. “Tezkere alamadım gitti” dedi. Hala da bitmedi bu dava.
Ailelerin büyük sınavı
Reha Mağden: Aileler endişe, korku dolu günler, aylar geçirdi. Politikayı hayatlarında duymayan, bilmeyen, anneler-babalar-kardeşler, sevgililer, eşler birden sokaklara dökülmüştü. Tek dert içerdeki yakınlarından bir haberdi...
Kemal Keleşoğlu: O koşullar altında tanışan insanlar akraba olmuştu adeta. Aileler, avukatlar, tutuklular... Böyle iç içe bir süreçti. Aileler birbiriyle paylaşır olmuştu her şeyi, dostluklar kurmuşlardı.
İnci İşbulur: Aileler çok önemliydi. İçerdeki gözaltı süresi bitince sanık cezaevine giriyor, yatıyor, büyük bir dert yok. Dışarıdaki aile ise içerdekine bakmak zorunda. Bütün çevre baskılarına, ilişkilerine karşı sevdiklerine sahip çıkmaları lazımdı. Avukat tutması lazım, görüşe gitmesi lazım, parası yok, yol iz bilmez... Çok zor şeylerdi bunlar. Aileler sokağa bu olayların sonucu çıkmışlardı. Bu arada diğer tutukluların aileleriyle tanıştılar. Sorunlarını da onlarla dayanışarak çözdüler. Selimiye’nin karşısına hatırlarsınız bir sahra çadırı kurmuşlardı. Aileler gelir orada beklerdi. O dönemde TİP, TSİP sanıklarının vekiliydim. O çadırda insanlar birbirini tanırdı. İçerde olmanın dışarıdakilere böyle bir yararı oldu, bence insanlar politikleşmenin dışında bir de sosyalleştiler. Arkadaşları, dostları oldu. Avukatların görüşleri daha çoktu. Tutuklarla aileler arasında iletişimi de biz sağlardık.
Bülent Aydın: Babam astsubaydı. Arada ziyarete gelip giderdi. Bir gün Sultanahmet cezaevinde büyük bir gerilim yaşanıyordu. Çok haklı konumdayız. Aileler yığılmış, ajite olmuş durumda kapıdalar. Babam sandalye üstüne çıkmış konuşma yapıyor onlara, askeri kıyafetiyle öbür askere bağırıyor “çocuklar çok haklıymış, faşizm varmış bu ülkede” diye. Bizi hiç insan olarak görmediler, bizi hiç politik tutuklu olarak da görmediler. Kendimizi, kişiliğimizi savunalım istemediler. Ailelerimiz hep bizim yanımızda yer aldı, ne kadar farklı hayatları olsa da...
Direnmezsen yok olursun
Reha Mağden: Cezaevinde yaşananlar bir daha hiç unutulmamıştır herhalde. O dönemde yapılan direnişler anlatılır hala…
Bülent Aydın: Hep bir inatlaşma içindesin. Saçlar kesilecek dediklerinde saçları uzatıyorduk. Bizi ayakta tutuyordu direnmek. Direnmemenin sonu yok. Çünkü paspas olsak yer olmamızı istiyorlardı. Sonu yoktu gidebildiği yere kadar gidiyordu. Dolayısıyla bizim direnerek bir yerde saldırıları durdurmamız gerekiyordu.
Şakir Sinan Güngör: Her gün işkence görmeme rağmen “hiç işkence görmedim” dedim. Mahkemeye çıkarıldığımda, sadece operasyonda yakalanmamız değil başka işlerden dolayı da suçlanıyorduk. Ama asılsız birçok iddia da vardı. Tek başınasınız ve herkesin sorumluluğunu taşıyorsunuz. Yaşınıza göre üzerinizdeki yük çok büyük. Bir aile ilişkisi gibiydi, o sorumluluğu taşımalıydın.
Bülent Aydın: Cezaevindeyken, mahkeme dönüşü ayakkabılarımıza takılan topraklar olurdu. Bahçeden geçerken diyelim topraklar yapışmış. Onları toplar biriktirirdik. O küçük küçük topraklar bir avuç olurdu. Onlardan saksılar yapıp çiçek dikerdik. Koğuşlarda kendimize ait bir hayat kurmaya çalışırdık. O çiçekler bizim için çok önemliydi. Bir dönem, Sultanahmet cezaevinde her koğuşta çiçek vardı. Bir gün duyduk ki idareden karar çıkmış, çiçekler alınacak. Çiçeklerin içine not saklarmışız diye. Bir kısmımız havalandırmadaydı, tam içeri girmek üzereyken askerler birden saldırdı. Kimimiz içerde kimimiz dışarıda kaldı. Konu nedir diye sorarken, bir öğrendik ki çiçekleri almak için koğuşlara operasyon yapılacak. Hemen kendiliğinden bir direniş oluştu. Koğuşların kapısını kapattık. Dışarıda kalanlar askerlerle kavga etmeye başladı. Askerler önce şaşırdı. Çiçekleri savunmak gibi son derece insani ve haklı bir neden var. Askerlere karşı savunduk çiçeklerimizi, komutan askerleri geri çağırdı. Temsilciler arasında görüşmeler oldu. Bir ara sessizlik oldu. Sonra bir daha saldırdılar. Günlerce sürdü direniş… Ama sonunda aldılar çiçeklerimizi. Bir bildiri yayınladık sonra da mahkemede anlattık haklı savunmamızı.
Kemal Keleşoğlu: Mahkemede hatırlıyorum, biri “o kadar dayak yedik yanmıyorum da çiçeklerimizi aldılar ona yanıyorum” demişti. O çiçekler çok önemliydi onlar için.
Deniz Teztel: Her şeye karşı bir direniş vardı. Metris’te Dev-Sol davası vardı o gün. Sanıkların oturduğu yerin önünde bir demir vardı, sınır anlamında. Demiri sanıklara doğru 10 cm. kadar çekmişler. Ne büyük olaylar çıktı. İşte neden sanıklara doğru çekildi diye...
Bülent Aydın: En büyük direnişlerden biri de tek tip elbiseye karşı direnişimizdi. Giysilerimizi de aldılar koğuşlardan. Bir gün duruşmaya götürüldük. Arkadan ellerimiz zincirli Selimiye’de koridorda bekletiyorlar bizi. Üzerimizde bir tek don ve atlet. Ayağımızda terlik. Kemal (Keleşoğlu) abiyi gördük sevindik “Aaa nasılsın abi?” dedik. Ne diyeceğini bilemedi, halimize üzüldü ama moral verecek ya bize “sizi çok yakışıklı gördüm bugün, spor kıyafet çok yakışmış çocuklar” dedi.
Ergin Cinmen: İnsanların elbisesiz karda kışta yaşadıklarını bir süre sonra kanıksamıştık. Ben o yaşadığımız dehşeti en çok kızımda hissettim. Kızım çok yaramazdı. Düz duvara tırmanacak kadar. 1987’de daha 4 yaşında. Evde bakıcısını bekliyoruz ben de duruşmaya gideceğim. Ama gelmeyince kızımı da alıp gittim duruşmaya. Aslında oradaki insanlarla bir şekilde akraba olduğumuz için içeriye çocuğunu da getirebilme durumu vardı. Selimiye’ye girdik. Kızımı askerler seviyor filan, o zamana kadar her şey normal. Biraz tuhaflık hissediyor ama hala aynı yaramazlığa devam ediyor. O sırada sevk zincirli, yarı çıplak insanları soğuk bir havada görünce o canavar kız birdenbire yanıma yapıştı. Tek tip protestosu da vardı. Aslında kız bir anda sessizleşti diye bir yandan keyif de duyuyorum ama onun yüzünde dehşeti gördüm bir anda. Cüppemi aldım, duruşmaya gireceğiz, hiç unutmuyorum, bir onlara baktı bir bana baktı. İki gün filan bağırarak uyandı.
12 Eylül hayatları böldü
Reha Mağden: Çok insan etkilendi değil mi? Farklı şekillerde yaşamları vurdu 12 Eylül…
Ergin Cinmen: Selimiye’nin yanında bir lokanta vardı. Orada yemek yerdik. Zaten başka da yer yoktu. 90-91 gibiydi sanırım, yine muhtıra lafları geçiyor ortada. Yemek yiyorum yine aynı yerde. Bana doğru yaklaştı sahibi “abi bir şeyler var mı?” dedi. “Gazetelerden okuyoruz” dedim. “İşler çok duruldu da. Biz 60’ta kurulduk 70’te işi büyüttük” demez mi... Muhtırayı bekliyor ki işi genişletsin...
Deniz Teztel: Bir tek orası vardı. Bakkal vardı önce, sonra da kahveler açıldı. Unutamayacağımız şeyler yaşandı. Aslında bir yaş grubu kayboldu 12 Eylül ile. İnsanlar 20 yaşında cezaevine girip 30 yaşında çıktı. Öyle bir dönemdi ki girdiklerinde hayat tamamen farklıydı. Çıkanlar tamamen şaşkındı. Tahliye olan sanıklardan biri geldi. Eline kutu bira verdim. Sonra bana geri uzattı “bunu açamıyorum” dedi. Çünkü o içerdeyken çıkmıştı kutu bira, kola... Koca bir hayat... Bir kayıp var. Bir grup yaşamını kaybetmişti. Onlar başka yaşam sürdüler çıktıklarında ise hayat değişmişti. Cezaevinde yaşamak ise tamamen başkaydı.
Bülent Aydın: Sultanahmet cezaevinde bizim komün 350 kişiydi. Bir kova suyla 350 kişilik bulaşık yıkanırdı. Her gün 2 kişi nöbetçi olurdu. Sabah kahvaltısını askerden alıyorsun, koğuşlara dağıtıyorsun, topluyorsun, başlıyorsun yıkamaya hızlı hızlı yıkıyorsun. Tam biterken öğle yemeği geliyordu. Tam onun dağıtımı, bulaşıkların yıkanması derken akşam yemeği başlıyordu. Hayat böyleydi, herkes sırayla nöbetçi olup yaşıyordu bunları. Cezaevinde bunları yaşayıp dışarı çıktığında hayat tamamen değişmiş olarak karşıladı bizi.
Kemal Keleşoğlu: Bir öğretmenin davasına girmiştim. 7,5 sene yattı cezaevinde. Tahliye olduğunda alıp eve getirdim. Sabah erkenden kalkmış, traş olup gelmiş. “Nerdesin” dedim.. “Berbere gittim. Adama parayı verdim yüzüme baktı. Sen nereden geldin diye sordu” diye anlattı. Kim bilir ne kadar vermişti.
Bülent Aydın: Ben tahliye sonrasında bildiğim kadarıyla takip edilmedim. Ama polis tarafından uzun zaman takip edilen, peşi bırakılmayan bu nedenle psikolojik rahatsızlık geçiren ve hatta intihar edenler bile oldu. Hep “sizin peşinizi hiç bırakmayacağız” duygusunu vermeye çalışırlardı bize. İşkencede de “ biz sizi sakatladık ömrünüz boyunca sakatsınız hem sosyal olarak hem de fiziki olarak” diyorlardı. Bir bakıma da doğruydu...
(RM/NÖ)