Bir başka deyişle, modern döneme özgü değerlerin bu "post" biçimleri, aslında farklılık söylemi marifetiyle modern olanı yeniden üretir. Özünde modern olan tüm kültürel yansımalar, postmodern retorik marifetiyle yeniden üretilir. Jean François Lyotard'ı izleyecek olursak, pozitivizmin meta-anlatılarına karşıt olarak geliştirilen bireysel tarih ve kültürel arka plana yaslanan teoriler toplamı yeni bir meta anlatı inşa eder.
Aydınlanmanın inşa ettiği, rasyonel kapitalist birikim rejimine ve tarihsel ilerlemecilik fikrine yaslanan evrensel akıl ideası, parçalanarak, bireysel edimler düzeyine indirgenerek, içselleştirilerek, görelileştirilerek yeniden kurulur. Kanımca, postmodern külliyat, ontolojik kabullerden yani onu modern lineer çizginin dışına taşıyacak özgün temellerden yoksundur. Modern dönemin temel değerleri üzerinde yükselir, onu a priori kabul eder, modern olanın işlevselliğini arttırır.
Sözde karşı duruşlar
Dolayısıyla, postmodern dediğimiz şey, aslında yalnızca bir epistemolojidir yani mevcut gerçekliği veri kabul ederek, gerçekliğin bu bilgisine ulaşma biçimini ifade eder. Mevcut gerçekliği ve bunun rasyonel çerçevelerini kırmaz; verili olana karşı geliştirilecek bütüncül karşı duruşların önünü tıkar. Örneğin, kadın ve/veya azınlık haklarına zorunlu olarak yaslanması gereken sınıf bilincinin yerine, feminizmi ve/veya etnik milliyetçiliği koyar.
Sınıfın anlamını daraltır, ekonomik temelinde kurulan ve sermayenin egemenliğine yaslanan emeğin ikincilliğinin üzerine, sosyal alandaki kısmi karşı duruşlar giydirilir.
Bu sözde karşı duruşlar hem mevcut hiyerarşinin kaynaklarına yönelmediğinden sistem yeniden üretilir hem de karşı durmuş olanın yarattığı haz, boşalım karşı duranı, aslında, sistemin yeniden üretiminde yer alan bir aktör konumuna getirir. Dolayısıyla, bu "post" karşı duruşlar, ya da karşı duruş sanılan şey, karşı durulması gerektiği hissedilen şeyi yeniden üretir. Modern sorun, çözüm olarak kendisini, [post]modern olanı sunar.
"Post" olan belirsizdir, esnektir ancak gücünü de bu noktaya borçludur. Yoğunlaşma, merkezileşme olmadan gerçekleşir ancak aklın inşa ettiği değerlerden kaçış yoktur. İrrasyonel olan ya da bunu savunan ötekileştirilir; sistemin işleyişini sekteye uğratan tüm rasyonel tavır alışlar, irrasyonel kılınır ya da egemen rasyonalite içinde araçsallaştırılır, eritilir. "Post" ethosunun bu nitelikleri üzerinden düşünecek olursak, ne 28 Şubat süreci postmodern darbedir ne de Sabih Kanadoğlu'nun Cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki toplantı yeter sayısı -367- konusundaki yorumu -Adalet bakanının ifade ettiğinin tersine- postmoderndir.
"Muhafazakar demokrasi"
Çünkü "post" olanın, Türkiye'deki gibi, daha öncekinden farklı, sıra dışı, saçma, genel karakteristiklere uymayan anlamına gelebilecek bir kullanımı yoktur. Bu kullanım hem "post" olanın ideolojik işlevini hem de epistemolojik derinliğini görmezden gelen ve onu terim boyutunda, nume düzeyinde tanımlama ve irrasyonel kılma gayretinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla, aslında, ötekileştirmeye yaslanan bu kullanımın kendisi postmoderndir.
Yani, muhafazakar demokrasinin hem demokrasinin tanımına muhafazakar bir çerçeve çizme hem de muhafazakarlığın kendini demokrasinin bir aktörü haline getirme gayretinin kendisi postmoderndir. Söylenebilir ki, postmodern olan muhafazakardır ve muhafazakarlaştırıcıdır. Diğer yandan, bir statü göstergesi olarak askeri bürokrasinin inşa ettiği egemen ideoloji içerisindeki siyasal konumlanmaların kendisi ya da askeri bürokrasinin -tüm aktörler için- siyasal referans çerçevesi haline gelmesi sürecinin kendisi postmoderndir. Bir başka deyişle, ulusüstü olanın ulusal askeri bürokrasi vasıtasıyla kazandığı etkinliğin muhafazakar siyasi aktörlere ihtiyaç duymasıdır postmodern olan. Aslında, postmodern muhafazakar demokrasi, postmodern askeri bürokrasinin doğrudan bir sonucudur.
Bu doğrultuda düşünmeye devam edecek olursak, iddia edildiği gibi postmodern milliyetçilik -ya da Kürtçülük- kavramsallaştırılmasıyla Kürtlerin mücadele algısının değiştiği vurgulanmaya çalışılsa da, bu kavramsallaştırma kendi içinde bir ironiyi barındırıyor.
Zira, liberal demokrasi vasıtasıyla işlerlik kazanan çoğunluğun iktidarına ve bu çoğunluğa içkin etnik bilinç yapısına karşı bir denge oluşturulmaya çalışılması milliyetçilik olarak tanımlanamaz. Çünkü en temelde milliyetçiliğin, o ulusal coğrafya içerisindeki kolektif bilinç içerisinde konumlanması, bu bilinci referans alması, bu bilinç yapısıyla en azından metodolojik düzeyde buluşması ve bunu takiben o bilinç içerisindeki değerleri -karşıt olduğu değerleri- veri kabul etmesi gerekir.
Küresel güç ilişkileri
Bir başka deyişle, Kadir Cangızbay'ı izleyecek olursak, miyopların ve hipermetropların bulunduğu bir ortamda, her şey miyoplara göre düzenlenmişse, bir hipermetropun, hipermetropluğunu ön plana çıkarması, vurgulaması milliyetçilik olarak değerlendirilemez. Ancak, "post" dönemde daha da akışkan ve esnek hale gelen küresel finans kapitalin ulus kavramını aşındırarak, yerel düzeyde işleyen ve o yerelin aidiyetlerine yaslanan ulusaltı ortaklıklara ihtiyaç duyması, yerelin küreselleşmesi ya da küreselin yerelleşmesi, kü-yerelleşme sürecinin, "herkesin olan"ın önünü tıkayarak kimlikleri ön plana çıkarması ise söz konusu olan, bu husus, milliyetçilik bir yana, kapitalizmin ta kendisidir.
Dolayısıyla son dönemde, Kürt yöneticilerin, ulusal coğrafyadaki etnik hiyerarşiyi kırmak için, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği benzeri küresel güç odaklarına yaslanması önemli bir algı sorununa işaret ediyor. Zira, bu süreç Kürt halkını özgürleştirmediği, etnik ikincilliğinden kurtarmadığı ya da tümelin tikel üzerindeki belirlenimini kırmadığı gibi, küresel olanın yerel olana aktaracağı güç, küresel hammadde kaynaklarından ya da küresel hiyerarşiden bağımsız olarak değerlendirilemeyeceğinden, Kürt halkını ulusüstü sermaye marifetiyle gerçekleşen küresel sömürüye ortak eder.
Bir başka deyişle, ABD'nin küresel düzlemde inşa ettiği güç ilişkisi, gelişmekte olan/gelişmemiş ülkelerdeki kapitalist toplumsal mekanizmalarına muhtaç olduğundan ya da örneğin, Afrika petrollerinin sömürülmesi hem gelişmiş ülkelerin refahının uzun vadeli kılınması hem de eşitsiz küresel sermaye döngüsünün yeniden üretimi için zorunlu olduğundan, küresel iktidar ile kurulacak işbirliği, Kürtleri, bu eşitsizliğin tarafı, aktörü haline getirir.
Çoğunluğa yaslanan ulus ideası ile mücadelenin, bölgesel/yerel finansal çevrim vasıtasıyla yürütülmeye çalışılması yanılsamaya dayalı bir özgürlük alanı yaratır, etnik aidiyetler üzerindeki baskıyı dolayımlar, ulusal alandan ulusüstü alana taşır ve en nihayetinde Kürt hareketini, yalnızca içerisinde Kürtlerin yer aldığı dar bir alana sıkıştırır, Kürt olmayan reel demokratların desteğini imkansız hale getirir.
İronik olan ise, azınlıklar üzerindeki ötekileştirme sürecinin bizatihi nedeni olan [neo]liberal sistem ya da [neo]liberal ekonomik çevrim, kendisini çözüm olarak sunar. Sorun, çözümünü kendi içerisinden çıkarır ve kendi mevcudiyetini uzun vadeli kılar.
En nihayetinde, "post" dönemde milliyetçiliği ve milliyetçiliğin entelektüel referans çerçevelerini konuşabilmek için öncelikle küresel kapitalizmin kabullerini analiz etmek gerekir; hem yurttaşlık temelinde tanımlanan ulus fikrinin değer yitimini anlayabilmek hem de yeni dönemde milliyetçiliğin nedenselliğini kendi içinde barındırmayan dinamiklerini, araçsallığını örneğin, anlamlandırabilmek için... (GG/EÜ)