Özelleştirme kavramının ne zaman, neden gündeme geldiği ve işlevinin ne olduğunu tartışmaya geçmeden önce, ideolojik ve politik bir hareket olan liberalizm hakkında kısa bir hatırlatma yararlı olabilir. Liberal düşünce akımı 17. ve 18. yüzyıllarda feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde Batı Avrupa"da ortaya çıktı. Başlangıçtaki işlevi Eski Rejimi (Ancién Régime) eleştirerek, Soylular-Klise koalisyonu demek olan Eski Rejimin meşruiyet temellerini aşındırmaktı. İktidar yeni egemen sınıf olan burjuvazinin eline geçtikten sonraysa, liberal ideoloji başlıca iki işlev görecekti: 1. Yeni kurulan burjuva egemenlik sistemini meşrulaştırmak - kabûllendirmek; 2. kapitalizmle birlikte tarih sahnesine çıkan işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizmi gözden düşürüp-etkisizleştirmek!
Bir burjuva ideolojisi olan liberalizm, hizmetine koşulduğu egemen sınıfın (burjuvazinin) dünya görüşünün ifadesidir ve üç temel fikre dayanır:
1. Bireysel özgürlük veya bireycilik (individualisme). Bireysel özgürlük de üç unsur içerir:
* Ticaretin serbestçe işlemesi anlamına gelmek üzere ekonomik özgürlük-teşebbüs özgürlüğü;
* Politik özgürlük, bununla murad edilen, hukuk devleti de denilen anayasal bir devlet yapısı ve işleyişidir; Nihayet, üçüncü unsur da
* İfade ve inanç özgürlüğüdür.
2. Liberalizmin ikinci temel fikrî dayanağı bireydir. Öyle bir birey ki, hiç bir sınıfsal aidiyeti söz konusu olmayan, hiçbir sosyal bağlantısı olmayan, kendinden menkûl bir birey... Onun özel çıkarı toplumsal çıkarla asla çelişme halinde değildir! O toplumsal bünyenin bir bileşenidir, ona bir ilavedir... Zaten bireyciliğin (individualizmin) tasarlayıp-varsaydığı birey, başka bireylerin özgürlüğüne zarar vermemek şartıyla, istediği herşeyi yapmakta özgür, her türlü bağdan ve bağımlılıktan ve sınırlamadan muaf biridir.
3. Nihayet, liberalizmin üçüncü dayanağı veya temel tezi de yasal eşitliktir. İnsanlar yasal olarak ve yasalar karşısında eşittir. Bu yasal eşitlik ortamı bireyin özgürlüğünü yaşamasının koşuludur. Hiçbir hukukî ayrıcalık kabul edilebilir değildir, zira bireysel özgürlüğün gerçekleşmesine engeldir ve ortadan kaldırılmalıdır. Aslında liberalizmin yücelttiği yasal (hukukî) eşitlik seyirciyi oyalamaya yönelik ideolojik bir manipülasyondan başka bir şey değildir. Oysa, insanların yaşamını asıl angaje eden reel eşitsizliktir ki, liberalizmin o tarakta bezi yoktur... Liberalizmin eşitliği, gerçek yaşamda pek kıymet-i harbiyesi olmayan biçimsel -yasal eşitliktir... Yasalar karşısında herkes eşittir denir, oysa, her düzeyde eşitsizlik, sömürü, baskı, reel özgürlüğün inkârı, hiyerarşi, vb. geçerlidir.
İlginç ve rahatsız edici olan, 18. yüzyılın sloganlarının (özgürlük, bireycilik ve eşitlik), 20. yüzyılın son çeyreğinde hortlatılarak, şimdilerde yeniden dayatılmış olmasıdır. Egemen burjuva düşüncesi olan liberalizm, esas itibariyle emperyalist ülkelerde (Batı Avrupa ve ABD) 19. yüzyılın son çeyreğine kadarki dönemin ideolojisiydi... 19. yüzyılın sonuna doğru kapitalist tekellerin ortaya çıkması, başlıca emperyalist devletler arasındaki rekabet ve rekabetin ateşlediği "büyük savaş", 1930'lu yıllarda yaşanan kapitalizmin tarihinin en derin krizi ve onu izleyen ikinci emperyalistler arası savaş, liberalizmin gözden düşmesi, pabucunun dama atılmasıyla sonuçlandı. Burjuva sınıfı, kendi ideologları tarafından uydurulan kendi kendini düzeyen serbest piyasa efsanesinin işleri sarpa saldırdığını kabul etmek zorunda kaldı. (Kendi kendini düzenleyen piyasa, burjuva akıl hocalarının bir tevatürüdür gerçekte varolan reel kapitalizm, düzenleme olmadan işleyemez) Her birey kendi çıkarını gerçekleştirdiğinde toplumsal çıkar da gerçekleşir tekerlemesi çoktan boşa çıkmış, yaşananlar tarafından yalanlanmıştı. Burjuvazinin sınıfsal-tarihsel çıkarı, işlerin kendi kendini düzenleyen piyasaya bırakılmayacak kadar önemli olduğunu göstermişti...
Daha 1930'lu yıllardan başlayarak ekonomiye müdahaleler arttı ve İkinci Savaş sonrası dönem, tam bir müdahale ve düzenleme dönemiydi. Artık biçimsel yasal eşitliğin ötesine geçilme zamanıydı. Elbette özellikle II. Emperyalistler arası savaş sonrasının yoğun devlet müdahale ve düzenlemelerini, sadece emperyalist burjuvazinin gelecek korkusuyla, komünizm korkusuyla açıklamak yeterli olmaz. Emperyalist ülkelerde "sosyal devlet", "refah devleti", "kayırıcı devlet", (ABD'de "new deal state") denilenin, yeni bağımsızlığa kavuşan ülkelerde de (bir bütün olarak Üçüncü Dünya'da) "ulusal-kalkınmacı devlet"in ortaya çıkması, işçi sınıfının ve sömürge halklarının dayatmasının ve baskısının, başka bir deyişle sınıf mücadelesinin de bir sonucuydu. Dolayısıyla, devlet müdahale ve düzenlemelerini sınıf mücadelesinden ayrı düşünmek, olup-bitenleri sadece burjuvazinin iradesinin sonucu saymak, tarihin nasıl yapıldığını anlamamaktır. Böylece, tam bir safsata olan piyasanın kendiliğinden düzenleyiciliğinin yerini, bizzat piyasanın düzenlenmesi alıyordu...
Devletin sadece ekonomik planda değil, sosyal planda da önemli roller üstlendiği II. Savaş sonrası yoğun devlet müdahaleleri ve düzenlemeleri döneminde, burjuva devletinin görüntüsü hayli değişmiş, uygarlaşmıştı... Artık devlet, sadece sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten bir aygıt olmaktan uzaklaşıp, işçiler, emekçiler, toplumun korunmaya muhtaç mütevazı kesimleri lehine de kararlar alan bir yapı ve işleyişe kavuşmuştu. Elbette bu yeni durum, burjuva devletinin niteliğinin değiştiği anlamına gelmiyordu. Söz konusu olan, sadece sermayenin daha çok ödün vermeye zorlandığı bir güç dengesi durumuydu. O dönemde ibre doğal olarak millileştirmelerden, devletleştirmelerden yanaydı. Öyleyse, ne oldu da devletleştirmelerin yerini özelleştirmeler aldı?
Savaş sonrası kapitalist genişlemenin sonuna ulaşılıp, sistemin yeniden "yapısal krize" girmesiyle, 19. yüzyılın liberalizmi, neo-liberalizm olarak yeniden sahneye döndü. Burjuva teorisyenler, akademi taifesi, medya, Nobel ödüllü biliminden sual olmaz iktisatçılar, tüm sorunların çözümüne dair fikir sahibi köşe yazarları, burjuva politikacıları, vb... son yüzyılda olup-bitenleri unutmaya çoktan razı idiler ve başkalarını da unutturmak için yoğun bir çaba içine girdiler. Kendi kendini düzeneleyen piyasa safsatasını ısıtıp sofraya koydular, devlet müdahale ve düzenlemelerine savaş açtılar. Artık devlet tüm kötülüklerin kaynağı sayılıyordu...
Piyasanın serbestçe işleyişini engelleyen ne varsa tasfiye edilmeliydi. Söylem öyleydi ama asıl amaç krizin faturasını işçilere, çalışanlara, küçük üreticilere, metavazı toplum kesimlerine ödetmekti... Ve neoliberal saldırı üç sloganla yürüyecekti:
* Liberalizasyon
* Deregülasyon-dereglemantasyon ve
* Privatizasyon.
Bunlardan birincisi olan liberalizasyon veya liberalleştirme, sermayenin hareketini engelleyen, kapitalist sömürüyü sınırlayan engellerin ortadan kaldırılmasını amaçlıyor. Sermaye hiçbir engelle karşılaşmadan istediği gibi hareket edebilmeli, istediği zaman istediği yere girebilmeli, istediği zaman çıkabilmeli, istediğini istediği gibi üretebilmeli ve istediği yerde satabilmelidir (Bazıları buna küreselleşme diyor...)
Bir de tabii olabildiğince, işçileri koruyan sosyal politika mevzuatından muaf olmalıdır...Bu, sermayeye sınırsız serbesti demeye geliyor. İkinci slogan olan deregülasyon-dereglemantasyon, sermaye lehine olmayan (işçileri, çiftçileri, yoksulları, mütavazı toplum kesimlerini, vb. gözetme amaçlı) düzenlemelerin, kurumsal yapının ve mevzuatın tasfiyesi, sermaye lehine düzenlemelerin de yeniden dizayn edilmesi anlamına geliyor. Çalışma yaşamıyla ilgili düzenlemelerin emek piyasasında rekabeti bozduğu ileri sürülüyor. İşe alma, işten çıkarma, çalışma koşullarının, vb. düzenlemeye tâbi olmasına itiraz ediliyor, Aynı şekilde asgari ücret uygulaması, ücretlerin toplu sözleşmeyle belirlenmesi, ücretlerle fiyat artışları (enflasyon) arasında bağ kuran ücret belirle uygulaması (endeksleme), vb. piyasanın etkinliğini engellediği, işsizliğe ve kaynak israfına neden olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırmayı amaçlıyor.
Elbette çalışma yaşamıyla ilgili düzenlemelerin tasfiyesiyle amaçlanan, kapitalizmin ilk dönemlerine geri dönmektir ki, böylece ücretleri olabildiğince düşürmenin, sömürü oranlarını büyütmenin, sefalet ücretlerini dayatmanın yolu açılabilsin. Devletin sosyal koruma ayağını tasfiye etmek, o alandaki kurumsal yapıyı tasfiye etmekten geçiyor. Neoliberal anlayışa göre, sosyal güvenlik devletin değil, bireylerin sorunu olmalıdır. Sermayenin tek yanlı çıkarını gözetmeyen tüm düzenleme ve mevzuatın tasfiyesi deregülasyon-dereglemantasyon kavramıyla ifade ediliyor. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanındaki düzenleme ve mevzuat tasfiye ediliyor. Tarımsal gelişmeyi amaçlayan kurumusal yapı, tarımsal politika araçları ve mevzuat ortadan kaldırılarak, devletin bu alana müdahalesi engelleniyor, artık devlet bir sanayileşme siyaseti uygulayamaz, bazı sektörleri teşvik edemez, hiçbir asgari planlama yapamaz duruma getiriliyor.
Bu alandaki tüm kararlar büyük sermayeye bırakılıyor... Fakat, sermaye lehine olmayanların tasfiyesi, sermaye lehine yenilerinin oluşturulmasıyla birlikte yürüyor. Bu yüzden düzensizleştirme anlamında kullanılan deregülasyon aynı zamanda bir yeniden düzenlemedir ki, buna deregülasyon değil, reregülasyon demek daha uygun düşüyor. Deregülasyondan çok söz edildiği son onyıllarda, sayısız yeni kurum ve mekanizma ve mevzuatın oluşturulması bu yüzdendir.
Üçüncü Slogan da bizde özelleştirme denilen privatizasyondur. Özelleştirme esas itibariyle iki alanla ilgilidir: Birincisi Türkiye"de KİT (Kamu İktisadi Teşekkülleri) denilen sermayesinin tamamı veya çoğu devlete ait olup, piyasa için mal üreten kuruluşların verimli olanlarının özel sektöre satılması, verimsiz sayılanların tasfiyesi; İkincisi de, geleneksel olarak devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, iletişim -telecom- belediye hizmetleri :kitle ulaşımı, su, doğal gaz, elektrik, vb.) sermayenin etkinlik ve değerlenme alanı haline getirilmesi, bunların kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp, meta kategorisine indirgenmesidir...
Özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin sefaleti...
Neoliberalizmin akıl hocaları tarafından özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçeler, günlük dildeki minareyi çalan... deyimini çağrıştırıyor. En çok ileri sürülen gerekçelerden biri "mülkiyeti tabana yaymaktır", oysa özelleştirmeyle tam da tersi amaçlanıyor ve öyle olduğu da son on yılların deneyleri tarafından doğrulanmış durumdadır. Amaç sermayeyi büyütmektir, sermayeyi büyütmenin yolu da sömürüyü ve mülksüzleşmeyi derinleştirmekten geçiyor. Bunu "halka açılmak" olarak da sunuyorlar ki, asıl söz konusu olan halka kapanmaktır. Şimdilerde kamu işletmeleri önce bit pazarına düşürülüp sonra da kelepir fiyattan çokuluslu şirketlere ve uzantılarına satıldıkça, halka arz denilenin ne ne anlama geldiği daha iyi anlaşılıyor.
Bir başka uyduruk gerekçe de kamu işletmelerinin verimsiz olduğu, zarar ettiği, bunun faturasının da halka çıkarıldığıdır. Birincisi, söz konusu işletmeler kâr etsinler diye değil, ekseri kâr etmesinler diye kurulur. Bir çok KİT"in kuruluş nedeni, özel sermayeye ucuz girdi sağlamaktır. Söz konusu işletmelerin ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatı özel sermayeyi kayıracak şekilde belirlendiğinde, elbette tipik kapitalist bir işletme gibi kârlı olmaları mümkün değildir. Devlet çok farklı nedenlerle benzer işletmeler kurabilir. Sanayileşmeyi hızlandırmak, tarımı teşvik etmek, küçük çiftçileri korumak, insanlara ucuz mal ve hizmet sunmak, kârlı olmadığı için özel sermayenin itibar etmediği, kurulmaları uzun zaman ve büyük yatırımlar gerektiren alanlardaki boşluğu doldurmak, bazı sektörleri diğerleri aleyhine teşvik etmek...vb. Asıl işlevi ve kuruluş nedeni tipik bir kapitalist işletme gibi, kısa vadede âzamî kâr elde etmek olmayan işletmeleri, bunlar neden kâr etmiyor diye suçlamak abestir; İkincisi, verimlilikten ne anlaşılması gerektiğiyle ilgilidir. Kimin için verimli? İngiltere"de demiryolları özelleştirildi. Özelleştirme sonrasında ilk yapılan şeylerden biri, yeteri kadar yolcu olmayan hatların kapatılması oldu. Daha çok kâr sağlamak için gerekli alt-yapı yatırımları savsaklandı ve bu yüzden 60 kadar insan hayatını kaybetti. Artan tepkiler üzerine hükümet demiryolu alt-yapısından sorumlu railtrack"ı fiilen yeniden devletleştirdi. Verimlilikle ilgili bir örnek de İsveç telekomünikasyon özelleştirmesidir. Özelleştirme sonrasında pul fiyatları yüzde 60 arttı, çalışanlar yüzde 27 oranında azaldı. Telekomünikasyon özelleştirmesi yapan tüm ülkelerde benzer bir durum geçerlidir. Yeteri kadar müşteri olmadığı için postanelerin kapatılması verimliliği sağlamak için değil mi?
Özelleştirme lehine ileri sürülen ve hiçbir inandırıcılığı ve mantıkî tutarlılığı olmayan başka gerekçeler de var: özelleştirmeler sonucu işletmelerin verimliliği artacağı için devletin vergi gelirlerinin de artacağı, piyasa ekonomisinin daha etkin işleyeceği, yolsuzlukların ortadan kalkacağı, halkın ekonomiye katılımının artacağı, kaynak israfının önleneceği, vb. ileri sürülüyor. Bu gerekçeler külliyen uydurmadır ve hiçbir kıymet-i harbiyesi de yoktur. Özelleştirmeler sonucunda kalitenin yükseleceği, fiyatların düşeceği, ve bu işten tüketicilerin avantaj sağlayacağı çok sık dile getirilen bir başka gerekçedir. Oysa asıl amaç, kaliteyi yükseltmek, tüketiciyi gözetmek değil kârı artırmaktır...
Özelleştirmeler sonucu ortaya çıkan tablo, ileri sürülen tüm iddiaları, tüm argümanları yalanlar niteliktedir: her yerde fiyatlar arttı, yeni özel tekeller ortaya çıktı, yatırımlar yavaşladı, gelir dağılımı daha da bozuldu, kamu hizmetlerinin kalitesi düştü, çalışanların sayası azaldı (işssizlik büyüdü), başta işgüvencesi olmak üzere, büyük mücadelelerin ve bedellerin sonucu olan sosyal kazanımlar aşındı, ücretler dibe vurdu, çalışma koşulları kötüleşti, işçi sınıfının örgütleri zayıfladı... Başka türlü olabilir miydi?
Özelleştirmelerin gerçek nedeni söylenenler değil...
Kapitalist dünya sisteminin"yapısal krizi" müzminleştikçe, talepteki daralma sürdükçe veya talep artışının yetersiz kaldığı koşullarda, yatırılması sorun olan, "verimli" bir şekilde kullanılamayan önemli bir finans sermaye fazlası ortaya çıktı. Başka türlü ifade etmek gerekirse, sermayenin toplu değersizleşme riski büyüdü. Sermaye bu riski bertaraf edebilmek için kısa vadede yüksek kâr vaadeden spekülasyona yöneldi.
Sermaye için ikinci bir değerlenme alanı da, hazır bir iç ve|veya dış pazarı olan kamuya (devlete demek daha uygun) ait işletmelerle kamu hizmetlerine el koymak olabilirdi. Dolayısıyla, özelleştirmelerin asıl gerekçesi, sermayeye yeni değerlenme alanları açmak, toplu değersizleşme riskini bertaraf etmekti. Eğer çelik talebi artmıyorsa ve elinizde de yatırılması, değerlenmesi gereken para (sermaye) varsa, hazır bir iç ve dış pazarı olan Ereğli Demir Çelik İşletmesini ele geçirmek fevkalâde uygundur.
Dolayısıyla, özelleştirme başka bir mantığa dayanıyor. Ereğli Demir Çelik, Tüpraş, Türk Telekom ve diğerleri verimsiz oldukları için değil, verimli oldukları için özelleştiriliyor. Amaç sermayeye yeni değerlenme (sömürü) alanları açmaktır. Gerçek durum budur, ama tartışmalar bu işletmelerin kime satıldığı, kaça satıldığıyla ilgili... Yabancı bir çokuluslu tekele satılmaması yüreklere su serpiyor...
Sizin sermaye dediğinizin yerlisiyle yabancısı arasında Çin Seddi mi var? Yerli, yabancının uzantısı değil mi? Başka türlü olması mümkün mü? Ereğli Demir Çelik "yerli sermayeye" satılsa , üstelik iyi bir fiyattan satılsa ne fark eder... Fiyatı kim belirliyor? Satıştan elde edilen nerede ve nasıl kullanılıyor? Üstelik, satılan patlıcan değil ki bir fiyatı olsun! Önce devlet, halktan topladığı vergilerle özel sermaye yağmalasın diye işletmeler kuruyor. Zamanı geldiğinde de söz konusu işletmeler özel sermayeye hediye ediliyor. Özel sermayeye kelepir fiyatına satılan işletmeler bir gün kârlı olmaktan çıkarsa, veya bilinçli olarak kâr edemez duruma getirilirse, ki bu gayet mümkündür (gerekli yatırımları zamanında yapmamak, vb.)yeniden devletleştirileceklerdir. Bu sefer de neden devletleştirilmeleri gerektiğine dair gerekçeler uydurulacaktır...
Özelleştirme sonrasında işten çıkarmalar verimliliği artırma, etkinliği sağlama adına savunulurken, devletleştirme gündeme geldiğindeyse, bunların "milli ekonomi için ne kadar önemli olduklarından", stratejik önemlerinden söz edilir (oysa asıl stratejik olan kapitalist sınıfın çıkarıdır) ve bunlar kapanırsa kaç ailenin sokağa atılacağı, vb. ballandıra ballandıra anlatılır... Üstelik tüm bu safsatalar da ekonomi biliminin bir gereği olarak sunulur. Oysa, ekonomi bilimi dediklerinin bilimle uzaktan-yakından bir ilgisi olmadığı gibi, İleri sürülen gerekçelerin de dünyanın gerçekliğiyle bir ilgisi yoktur... "İktisat bilim" denilip üniversitelerde okutulan, sermayenin sömürüsünü ve burjuva egemenliğini meşrulaştıran safsatalar yığınından başka bir şey değildir...
Özelleştirmeler ve devletleştirmeler...
Esasen devlet burjuva devleti olarak kaldıkça, devletin sınıfsal yapısı değişmedikçe, özelleştirmeler de devletleştirmeler de özel sermayenin kârını artırmanın hizmetindedir. Durum böyledir ama nedense devletleştirmeler ekseri "ilerici", "halkçı" bir şey sayılıyor. Bunun nedeni, burjuva düzeni hakkında yeterli bilinç açıklığı olmamasıdır. Dolayısıyla, kapitalist bir toplumda devletleştirmeyle - özelleştirme arısındaki sınırı belirleyen, kapitalist sınıfın, daha geniş anlamda da burjuvazinin çıkarlarıdır ve ideolojik ve politik olmaktan önce doğrudan ekonomik bir nedene dayanır.
Kamu işletmeleri vergilerle finanse edilir ve vergiyi kimin verdiği mâlûmdur (vergi tüketimi kısmak anlamındadır). Yenisi kurulsa da, var olan özel şirketler devletleştirilse de değişen bir şey yoktur. Devlet önce kârlı olmayan bir özel işletmeyi satın alır, yatırımlar yapıp kârlı hale getirir. (Türkiye"de siyasetçilerin güzelleştirme dediği budur) Artık özelleştirme zamanıdır ve şimdi sıra özelleştirmenin nimetlerinden söz etmeye gelmiştir. İster devletleştirmeler, ister özelleştirmeler olsun, faturayı ödeyen her zaman emekçilerdir.
Türkiye'de 1930'lu yıllarda yabancı sermayeye ait çoğu kamu hizmeti sayılması gereken alanlarda faaliyet gösteren şirketler yüksek fiyattan millileştirildiğinde amaç ne idiyse, şimdilerde aynı işletmelerin yabancı sermaye ve yerli uzantılarına satıldığında da aynıdır. Velhasıl asıl amaç, sermayenin sömürüsünü, dolayısıyla kârı artırmaktır... Fransa"da "sol hükümet" döneminde (1982) kârlı olmayan işletmeler yüksek fiyatlarla devletleştirildi, devlet tarafından yapılan yatırımlarla kârlı hale getirildi. İzleyen yıllarda da hem "sağcı" hem de "solcu" hükümetler tarafından "münasip fiyatlarla" özelleştirildi... Bu iki operasyonun faturasını kim ödedi? Bu yüzden devletleştirmeler zararın sosyalleştirilmesi (faturanın emekçi sınıflara ödetilmesi), özelleştirmeler de kârın özelleştirilmesidir (yoksulların zenginlere hediyesi anlamında).
Fakat, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi söz konusu olduğunda durumun nüanse edilmesi gerekir. Kapitalizm kamuya ait zenginliğin özel şahıslar tarafından el konmasına, yağmalanmasına dayanan bir sistemdir. Hem insanlardan vergi toplayıp hem de kamu hizmetlerini özelleştirmek, yurttaş kavramının içini boşaltmaktır. Kamu hizmetleri emekçi sınıfların bir kazanımıdır ve toplumu bir arada tutan tutkaldır. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, bunların metalaştırılması, kamu hizmeti tanımının dışına atılmasıdır.
Eğitimin, sağlığın, enerjinin (elektrik, doğal gaz, vb.) iletişimin (posta ve telekomünikasyon), içme ve kullanma suyunun, denizlerin, koyların, göllerin, ormanların, deniz-kara-hava ulaşımının, belediye hizmetlerinin... özelleştirilip sıradan metalar durumuna getirilmesi, kamu hizmeti sağlayan bir kamu işletmesinin bayağı bir şirket gibi hareket etmesinin ne anlama geldiğini ve ortaya çıkarması kaçınılmaz durumu düşünmek bile rahatsız edicidir... Kamu hizmetlerinin iyi işlemediğine dair gerekçelerin ve şikayetlerin karşılığı asla bunların özelleştirilmesi değildir. Kötü işleyen kamu işletmelerinin ve kurumlarının alternatifi yine kamu hizmetleridir ve bunları kaynak israf etmeden, etkin bir şekilde çalıştırmak da insan iradesini aşan bir şey değildir... Burjuva olmayan bir etkinlik tanımana da ihtiyaç var. Zira, kâr etme amacı, toplumsal-kolektif ihtiyaçları tatmin etme amacıyla çelişir...Kaldı ki, kamu hizmetlerinden elini çekmiş, sadece sermayenin tek yanlı çıkarına hizmet eden bir devlet, jandarma-polis devletinden başka bir şey değildir... Böyle bir devletin de asgari bir meşruiyeti olması artık mümkün değildir.
Bir bütün olarak neoliberal saldırı ve onun bir unsuru olan özelleştirmeyle amaçlanan, mülksüzleştirme, proleterleştirme, kamuya (socium) ait zenginliğin özel şahıslar (kapitalistler) tarafından yağmalanmasıdır. Velhasıl, serfleştirmenin, köleleştirmenin, çitlemenin (enclosure) yeni bir versiyonunun dayatılmasıdır. Öyleyse, özelleştirmelere, neoliberal politikalara karşı çıkmak gerekiyor. Fakat bu karşı çıkışın bir kıymet-i harbiyesi olabilmesi için, bir bütün olarak kapitalizme yönelik eleştiriye eşlik etmesi gerekir...
Şimdilerde bütün bunları gözden uzaklaştırmak, olup-bitenlere dair bir yanlış bilinç oluşturmak, tepkileri etkisizleştirmek için, insan hakları, demokrasi, sivil haklar, sivil toplum, "çok kültürcülük" vb. ön plana çıkartılıyor. 17. ve 18. yüzyılın burjuva sloganları yeniden arz-ı endâm ediyor... Neoliberal saldırıya (kapitalizme) karşı çıkmadan insan hakları ve demokrasi mücadelesi verdiğini sananlar, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, sadece egemen çıkarlara hizmet edebilirler ve kendilerini aldata bilirler... Emperyalist odakların böyle bir dönemde neden insan hakları, demokrasi, sivil toplum şampiyonu kesilip kesenin ağzını açtıkları üzerinde kafa yormak gerekmiyor mu? (FB/EK)