Her şey iyi giderken, bir kontrole gittiğinizde hekiminizin artık orada olmayacağını öğreniyorsunuz. Şaşırıyor ve üzülüyorsunuz. Nedenini araştırıyorsunuz.
Sağlık hizmeti süreklidir
Şu durumlardan birisi söz konusu olabilir: Hekiminiz kendi isteğiyle başka yere atanmış, amirleri tarafından bir nedenle görev yeri değiştirilmiş yani sürülmüş, istifa etmiş ya da ettirilmiş, emekli olmuş ya da zorla edilmiş, göz altına alınmış ya da cezalandırılarak cezaevine konulmuş olabilir. Belki başka olasılıklar da var
"Eh ne var bunda, dünya hali olabilir" diyebilirsiniz. "Sağlık hizmeti süreklidir, onunla birlikte çalışan bir başka hekim sizi ve hastalığınızı izleyebilir" diyebilirsiniz. Hatta "Nasıl olsa o kadar iyi bir doktorun bir muayenehanesi vardır, sen de oraya git" de diyebilirsiniz.
Evet sağlık hizmetini alacağımız kurumu ve hekimi seçme hakkımız doğal bir hak: Sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma hakkımızı ihlâl edilmediği sürece bu hakkımızı kullanabiliriz. Çünkü hekim-hasta ilişkisi her şeyden önce bir güven ilişkisidir ve bu da karşılıklı olarak değer ve ilkelere saygı göstermeye dayanır. Bunu hekiminiz de bilir. Bilmelidir. Buna göre davranmalıdır. İzlediği süreğen bir hastalığı olan bir hasta varsa, kendi irade ve inisiyatifiyle durumunu değiştirecek ise önce o hastasına ne olacağını düşünmeli, bunu onunla planlamalı ve ondan sonra kararını uygulamalıdır. İyi hekim olmanın ön koşullarından birisi budur.
Yok kendi isteği dışında bir durumla karşı karşıyaysa, yani sürülmüş, emekli edilmiş, istifaya zorlanmış ise bu kez o tasarrufta bulunan amirleri, bu tür durumları göz önünde bulundurarak davranmalı, en azından bir geçiş ve uyum süresi tanımalıdır.
Ama adına "devlet" dediğimiz organizasyonun değişik kademelerindeki yöneticileri, sizin bu hakkınızı göz ardı ederek keyfi işlemler yapabilirler. Hem de çoğu zaman hiçbir geçiş aşaması olmadan ve sizin durumunuzu göz önüne almadan. Şaşırmayın. Bu ülke böyle bir ülke ve kuralsızlıklar ya da konulan kuralları dikkate almadan yaşamak hepimizin alıştığı bir durumdur. Kurallara en çok uyanlar, ya da en az ihlâl edenler erkler hiyerarşisinin en alt basamaklarında olanlardır. Yukarıya doğru yükseldikçe kişiler, gruplar ve hatta sınıflar bu kurallara uymamanın bir yolunu daima bulabilir ve kurallara uymayabilir.
Öykümüzü sürdürelim.
Siz binbir zorlukla yeri değiştirilen ya da sürülen hekime ulaştınız ve hastalığınızı izlemesini sağladınız. Tabii karşılığını ödeyerek. Sonra bir gün koşullar değişti. O hekim yeniden eski duruma konumuna dönmek istedi. Diyelim ki yasal düzenlemeler de buna uygun. Başvurusunu yaptı. Dönebilir mi sizce? Her zaman değil. Duruma ve koşula bağlı.
Hayır kurallardan söz etmiyorum. Keyfi tasarruflar ve hemen her düzeydeki "amir"in bireysel tasarruflarına bağlı.
Yani yine siz hiçbir zaman söz konusu değilsiniz. Başka öncelikler ve kararları belirleyen yazılı kurallara dayanmayan uygulamalar söz konusudur. Her şey olabilirmiş gibi görünürken neden olmadığını olamadığını bir türlü anlayamazsınız. Boşa çabalamayın. Anlayamazsınız.
Bu ülkede şaşırmayın
Sonuçta derdinizin çözümünü sağlayacak olanak, kurallara göre mümkün görünse de bir türlü gerçekleşemez ve siz derdinizle, hekiminiz kendi derdiyle başbaşa kalakalırsınız.
Şaşırmayın. Bu ülke böyle bir ülkedir ve "kural" dediğimiz şeyler de aslında "kağıt üzerine yazılı olanlar" değil, uygulanan, uyulan ve uyanlar için söz konusudur. Çoğu durumda da "kuralsızlık" kuraldır. Egemen olan odur. Bu ortama herkes uyar, kendi yolunu bulur ve yaşam sürer gider.
Ama işte tam da bu nedenle "uygar", "gelişmiş", "demokratik", "temel insan haklarına uyan", "hukukun üstün olduğu" bir devlet ve bu devletin çatısı altında yaşayan bir toplum, hakları yasalarla güvence altına alınmış yurttaşlar olamayız.
Aslında bu bizim kaderimiz değildir. Yani bizim dışımızda değildir. Nazım Hikmet'in dediği gibi "kabahatin çoğunun bizde olduğu" bir durumdur. Çünkü biz ötekini değil, hep kendimizi düşünürüz. "Tebaa" olmaktan kurtulurken, önce hakları olan, bunun farkında ve bilincinde olan bir "insan" yani "birey" olmak yerine bencilliğin egemen olduğu bir dünyada "bireyci" olmak bize öğretildiği için böyledir.
O nedenle söz ettiğimiz gibi bir toplum olmamız, önce "birey" olmayı öğrenmemize bağlıdır. Birey olmak da sanıldığı gibi kendini düşünmekle değil, "öteki"nin de olduğunu fark ve kabul etmekle, onun haklarını gözetmekle mümkündür.
Hem de hangi hiyerarşik düzlemde ve toplumsal sınıf ve katmanda olursak olalım. Ne dersiniz oraya gelmek için daha "çok fırın ekmek yememiz" lazım değil mi?... (MS/NK)