Bu konu, Kemalizm bağlamında ele alındığında, Türk solu için aslında hayli eski bir tartışmadır. Ancak, ben bu yazıda ve şu aşamada söz konusu tartışmaya katılmaktan çok ki tarihsel, siyasal, sosyolojik ve hatta felsefi bir oylumu vardır- tarih bilincimize ve ruhumuza değen bir durumu ve daha aktüel olguyu ele almak istiyorum.
Önce kısa bir özet ve hatırlatma:
Batıda Soğuk Savaş 1990-91de bitti. Hemen bütün NATO ülkelerinde, devlete paralel olarak örgütlenen yasa ve hukuk dışı anti-komünist silahlı aygıtlar (Gladyo, kontrgerilla vb.) bulunduğu ortaya çıktı.
Bu örgütler kendilerine ihtiyaç kalmayınca birer birer tasfiye edilmeye başlandı. Türkiyede ise bu tarih yaklaşık 8 yıllık bir sapmaya uğradı. Nedeni Kürt sorunuydu. Kürt hareketine karşı gayri nizami harp yani kontrgerilla yöntemleriyle mücadele eden Türk devleti, ülkede Soğuk Savaş dönemini bir türlü kapatamıyor, tam tersine milliyetçiliği ve irticacı teşvik etmeyi sürdürüyordu.
Doğrusu bu durumdan ne günümüzün pek demokratik İslamcıları ne de o çok kudretli ülkücüleri rahatsız oluyordu. Hukuksal-siyasal yapı çürüyor, çeteleşiyor ve Türkiye elitini 21. Yüzyıla taşıyacak rezervlerini hızla tüketiyordu.
Yeni bir dünyanın kurulduğu tarihsel bir dönemeçte bu durum böyle devam edemezdi. Nitekim, bölgedeki düşük yoğunluklu iç savaşta askeri inisiyatifi ele geçiren Türk devleti/ordusu, önüne gelen Susurluk fırsatını değerlendirdi.
Ardından 28 Şubat hamlesiyle sistemin balans ayarını yaptı. Artık irtica bir milli güvenlik konusu ve ülke için öncelikli baş tahdit unsuruydu. Komünizm ise alt sıralarda yer alan ve milli tehdit kapsamından çıkarılmış bir unsur olarak tarif ediliyordu. Özetle Ankara, kendi meşrebince Soğuk Savaş dönemini kapatıyordu.
Kararan ufuk
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) yeni dönemin hem öznesi hem de nesnesiydi. İrticaya karşı başlatılan kampanya sırasında, merkezinde ordunun yer aldığı Türkiye eliti, çevresine baktığında pek kimseyi bulamadı. Son elli yıldır öylesine hoyrat bir rejim kurulmuş ve ülkenin bütün ilerici güçleri öylesine ezilmişti ki, dar kafalı, ufuksuz, beceriksiz ve gerici bir bürokratik aygıt dışında ellerinde pek fazla bir araç kalmamıştı.
Yine de 28 Şubat sürecinin sıcak günlerinde Türkiyedeki toplumsal muhalefet güçlerini bölmeyi başardılar. DİSKe kadar uzanan bir genişlikte yer alan demokratik kitle örgütlerinin önemlice bir kesimini kendi politik programları doğrultusunda harekete geçirdiler.
Ancak, bütün bu mevzii başarılar yeterli olamadı. Ülkede sadece sol değil, gericiliğin ve faşizmin fideliği olan, yolsuzluklara batmış merkez sağ da kirli tarihinin yükü altında çökmüştü. Ortalık çıplak Soğuk Savaş güçlerine kalmıştı. Önce, yedeğine Doğru Yol Partisini (DYP) alan Refah Partisi (RP) hükümeti geldi, ardından da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) şaşırtıcı bir seçim başarısıyla B. Ecevit hükümetinde ikinci güç oldu.
Kırılma
Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) seçim zaferi ise tam bir şok etkisi yarattı. Soğuk Savaş dönemi kadrolarının ve zihniyetinin egemen olduğu, 1970li yılların gerici-sağ örgütü Akıncı Gençlik Derneği (Ak-Genç) geleneğine yaslanan bir parti durumundaki AKPnin, sistemin tarihsel yönelimleri bakımından bir kırılma ve/veya sapma yarattığı açıktı.
Türkiye eliti çevresine baktığında; toplumu kuşatan ve ülkeyi içine doğru kapanmış sıradan bir bölge devleti haline getirecek, gerici ve dar milliyetçi dalga karşısında, ordu dışında etkili başka bir güç bulamadı. Durumu Emin Çölaşan gibi köşe yazarlarıyla da idare etmesi de pek mümkün görünmüyordu.
İşte tam bu aşamada en etkili desteğin Cumhuriyet gazetesi ve onun nüfuz alanı içindeki entelejansiyadan geldiğini söyleyebiliriz. Üstelik, zinde güçlerin büyük bir yalnızlık yaşadığı bu dönemde Cumhuriyet gazetesinin verdiği destek stratejik öneme sahipti.
Cumhuriyet, ülkenin karar vericileri, aydınları ve kamuoyu üzerinde tirajını çok aşan bir etkiye sahipti. Burada bir parantez açarak belirtmeliyim ki, Cumhuriyet, geleneksel basın içinde, örneğin Aydın Doğanın Radikali ile karşılaştırıldığında, hâlâ sol olmayı en fazla hak eden gazetedir.
Sicil affı!
Her neyse; sonuçta AKPnin Mecliste kazandığı olağanüstü güç, 28 Şubat sürecinde ister istemez bir kırılma yarattı. Olayların seyri, sistemin yeniden yapılandırılması için daha etkili araçlara ve toplumsal güçlere ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyordu. Belli ki, sistemin Kemalist kurucu ilkeler temelinde restorasyonu için mevcut güçler hâlâ yeterli değildi.
TSKnın 28 Şubat sonrasında izlediği çizgiden ilerici bir siyasal program ve güç çıkarmaya çalışan bazı sol parti ve aydınlar, bu girişimlerinde açıkça başarısız oldular. Ne solun büyük kesimi, ne toplum ne de aydınlar bu tez karşısında ikna edilemedi. Olan bitenleri bilimsel bir disiplin ve siyasal dürüstlük içinde analiz edip durum tespiti yapmak başka, ideolojik bir yorumla durduk yere ordudan ilerici bir güç çıkarmak başkaydı.
Marksist devlet tahlilini şimdilik bir kenara koysak bile, solun ve aydınların söz konusu teze ikna edilememesinin nedeni hiç kuşkusuz TSKnın siciliydi. Durum böyle olunca, kamuoyu ve özellikle sol nezdinde TSKnın sicilinde bazı düzeltmeler yapmak gerekiyordu.
Yanlışlık kimde?
Geçen hafta Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan iki yazı, bu bakımdan hem ilginç hem de türünün en ilk ve açık örnekleri olmaları bakımından önemliydi. İlki, gazetenin 26 Nisan 2003 tarihli sayısında yayımlanan Cumhuriyet imzalı başyazıydı.
Bu yazının konusu, önceki hafta yaşanan 23 Nisan Resepsiyonu kriziydi. Gazete; Cumhurbaşkanı, TSK ve CHP yönetimi tarafından, protokolde AKPlilerin türbanlı eşlerinin de yer almaları nedeniyle resepsiyonun boykot edilmesini değerlendiriyordu. Başyazıda, örtük olarak bu tutuma (boykota) aydınlardan ve soldan yeterince bir destek gelmediği belirtiliyordu.
Söz konusu yazıda ve İlhan Selçukun kimi makalelerinde; orduya karşı, geçmişte yaptığı bazı yanlışlıklar nedeniyle aydınların tepkili olması anlayışla karşılanıyor, ve fakat, bu duygusal tutumun bugün geçerli olamayacağı vurgulanıyordu. Çünkü, ordu artık durumun farkına varmış ve ulusal kurtuluşçu, Kemalist ve ilerici özüne geri dönmüştü.
İkinci yazı ise, Prof. Mümtaz Soysala aitti. Soysal, Cumhuriyet gazetesindeki yazısında ordunun tavrını olumlarken şunları söylüyordu:
Ordunun 1971 ve 1980de cumhuriyete sahip çıkmak isterken bazı hatalar işleyip yanlış hedeflere vurmuş olması, artık bu gibi durumlara karşı çıkmayarak pısırıklaşmasını mı gerektirir? Özeleştiri yapıp ders çıkarma ve yanlışlarını düzeltme eğitimi başka kurumlara göre daha yüksek olan kuruluş o değil midir? (Cumhuriyet, 30 Nisan 2003)
Tarihi leke
Evet, seçkin bir bilim adamı ve kendisini solda konumlandıran bir entelektüel olarak tanınan Soysal, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerini cumhuriyete sahip çıkmak istenirken yapılan yanlışlıklar diye nitelendiriyor. Ordu, nasıl olmuşsa her iki darbe sırasında da yanlış hedeflere vurmuş ve biz bu travmadan kurtulamamışız. Yani, hata yine bizde öyle mi?
Yapma hocam!
Tam tersine ordu, her iki darbe sırasında da son derece doğru hedeflere vurmuştur. Çünkü, 1950li yıllardan sonra TSK, Amerikancı çizgide bir soğuk savaş gücü olarak yeniden yapılandırılmış ve gücünün önemli bölümünü sola ve sosyalizme karşı bir iç savaş aygıtı olarak konumlandırmıştır.
Öyle ki, 27 Mayıs 1960da kesintiye uğrayan bu çizgi, 12 Martta onarılmış, 12 Eylülde ise zirve yapmıştır. O nedenle, 12 Mart ve 12 Eylülde, aralarında Mümtaz Hocanın ve İlhan Selçukun da bulunduğu binlerce solcu aydının, devrimcinin ve sosyalistin tutuklanıp içkenlerden geçirilmesi, idam edilmesi, yargısız infazlar yapılarak öldürülmesi bir yanlışlık değildir.
Tam tersine planlı, programlı ve örgütlü eylemlerdir. Bu ülkenin aydınlık geleceğine karşı taammüden gerçekleştirilen gerici, hoyrat ve acımasız saldırılardır.
Ve hiç kuşkusuz bu faşist darbeler, öncelikle, bir kurtuluş savaşı içinden doğan orduyu tarih önünde lekelemiştir.
Bir kuru özür
Diğer taraftan, Sayın Soysalın ileri sürdüğü gibi, ordu hiç de öyle özeleştiri geleneğine falan da sahip değildir. Sözü edilen yanlışlıklar konusunda bugüne kadar kamuoyu önünde bir özeleştiriye rastlayan var mı bilmiyorum ama, Kenan Evren halen bu ülkede itibarı en yüksek şahsiyetlerden biri olarak dolaşmaya devam ediyor. Arjantin ve Yunanistanda ise darbeci subaylar yıllardır hapiste.
Önceki ay ölen ünlü kontrgerilla şefi, 12 Mart darbesinin işkenceci generali, 1. Ordu eski komutanı emekli Orgeneral Faik Türünün cenaze töreni hafızalardaki tazeliğini koruyor. Bu törende TSK adına bir konuşma yapan 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan, Türünün kendileri için bir efsane olduğunu belirterek, onun yolundan gittiklerini söyledi. Cılız bir iki tepki dışında kimseden ses çıkmadı.
Açık bir özeleştiri yapmayan, tarih ve toplum önünde hesap vermeyen, kendi içindeki darbecileri yargılamayan, ülkeye ve topluma karşı suç işleyen ve bütün bunlara karşın kuru bir özür bile dilemeyenler, bugün nasıl olur da aydınlardan ve soldan destek bekleyebilirler?
Ve yine nasıl olur da, Ziverbeyde işkence tezgahlarına çekilen, Mamakta buz kırdırılan ve bütün bu zulüm içinden onurlarıyla çıkan insanlar, güçlerini toplumdan almak yerine, derin bir çaresizlik içinde birilerinin sicillerini düzeltmeye kalkabilirler?
Hayret bir şey! (MY/NM)