Neden mi yazıyorum bunları?
İnternet'te gezinirken karşıma çıkan bir haber beni çocukluğuma götürdü: "Yıkılan Üzülmez Kok Fabrikası'nın 69 yıllık bacasına çevre düzenlemesi."
Maziye bir bak, ne kadar şendik!
Annem, "Ayda düğün var" deseler, "Merdiveni nerede?" diye soracak kadar gezgin olduğu için, hava kararıp da evde tek başıma kaldığım çocukluk günlerimde, iki odalı evimizin penceresinden görülen Kok Fabrikası'nın saçtığı renk silsilesinde hayallere dalardım.
Gece, bir perde gibi sardığında etrafı; kömür vagonları durur, çarkların dişlileri dinlenmeye çekilirdi. Derin bir sessizlik kaplardı Üzülmez'i. İşte o dinginliği, Üzülmez Kok Fabrikası'na, ocaklardan işlenmek için gelen ham kömür vagonlarının sesi bozardı.
İşlenmiş, koklaşmış kömürün yeniden vagonlara boşaltılması nedense hep gece yapılırdı.
Bugün gibi aklımda.
Kırmızının, sarının, mavinin tüm renkleri bir yağmur gibi boşanırdı vagonlara. Büyüleyici bir görüntüydü. Etrafa dağılan kıvılcımlar havai fişek görüntüsü verirdi.
Kok fabrikasının, sıra sıra, dev kömür sobaları (teknolojik adını anımsamıyorum) vardı adeta. Dev sobaların ağır, demir kapıları, kocaman demir çubuklarla açılır, o sobalardaki kok kömürü, hemen altında bekleyen vagonlara (dekovil) yüklenirdi. Madencilerin, sessizlikte yankılanan "vira vira"ları arasında, dekovillere düşen kocaman ateş toplarının çağrısına direnmek çok zordur.
Bu görüntüyü size nasıl anlatsam bilemiyorum. Yanardağdan püsküren alevlerin oluşturduğu lavları düşünün. O renk yelpazesine bakakaldığınızda sizi nasıl içine çeker, hiç fark ettiniz mi? Yanacağınızı bile bile ateşe yürümek istersiniz. Büyülenirsiniz. İşte öyle bir görüntü, fotoğraftır kelimelere dökemediğim.
İkinci fotoğraf: Fevziye Teyze
Çocukluğuma ilişkin bir başka fotoğrafta da, komşumuz Fevziye teyze var. Çocukluğumun annem de dahil, tüm kadınlarından farklıydı. Kok fabrikasında -ki bizim komşumuzken emekli olmuştu- çalışan belki de ilk ve tek kadın olması mıydı onu farklı kılan bilmiyorum.
Kendisinden 7-8 yaş küçük kocası Osman amcayla Kok Fabrikası'nda çalışırken evlenen, bir söylentiye göre Beyaz Rus olan Fevziye teyze, derin çizgiyle dolu, adeta harita gibi olan güzel yüzü ve asalet akan tavrıyla, saygıyla karışık bir korku yayardı etrafına. Yüzündeki derin çizgiler sanmıyorum ki yaşanmışlıktan olsun.
Bir çoğu köyden gelmiş, kendini yetiştirmek isteyen komşu kadınlarına şehirli olmanın inceliklerini, görgü kurallarını öğretirdi. Şimdi düşünüyorum da, ben dahil tüm çocukları korkutan yanı; o çok bilgili, kuralcı, disiplinli haliydi. Bilginin kuralları olduğunu, kuralların da belirli disiplinlerle yaşama geçtiğini sonraları öğrendik.
Lojman evinin bahçesinde rengarenk kokulu güller, leylaklar, filbahriler yetiştirir, çok güzel danteller yapar, yokluk zamanı kadını olarak kaçmış, yırtılmış çoraplardan paspaslar, kilimler örerdi.
İki katlıydı evi. Alt kat açık mutfak ve salon, üst katsa banyoyla yatak odasının olduğu bir ev. Bugünün modern, stüdyo daireleri gibi.
Zonguldak'ta lojman binaları ya iki katlıdır, ya da kapanmış işyerlerinden bozma tek katlı, uzun, sıra sıra binalardır. Alman, Fransız, İngiliz mühendisler için yapıldıklarından, o ülkelerin mimari anlayışları yansıtır. Sömürge mimarisi yani.
Fevziye teyzenin komşu kadınlara öğrettiği şeyler arasında iç dekorasyon, bahçe ve çevre düzenlemesi vardı.
404 merdiven
Üzülmez Kok fabrikası ekonomik ömrünü doldurduğu için 1970 yılında kapatıldığında, biz de hemen sınırındaki EKİ (TTK) lojmanında oturuyorduk. (Bizimkiler hala o lojmanda oturuyorlar) Fabrikanın diğer tarafında da ilk ve ortaokula tırmandığımız meşhur "404" merdivenleri vardı.
İlk ve ortaokulu (ayrı ayrı binalardı) okuduğum Üzülmez Özel Okulları, ocaklardan çıkarılan hafriyatla doldurulmuş bir alanda inşaa edilen prefabrik binalardı. Bu nedenle fabrika çukurda kalır, okuldan kuşbaşı seyrederdik yaşadığımız bölgeyi.
O merdivenler her çıkışta ve inişte saymak Allah'ın emriydi.
Bizim için bir oyundu. Hele bir de yarı yolda sayıyı unutmaya gör. Başa dönüp yeniden saymak oyunun tek kuralıydı. Zonguldak zaten merdivenler şehridir. 14 yıl Üzülmez'de muhtarlık yapan babamın en çok merdiven yaptırdığını bilirim.
Kok kömürü hastalığı mı kanser?
Uzaktan davulun sesi hoş gelir misali, yakınına taşınınca Kok Fabrikasının büyüsü de bozuluverdi.
O, alev toplarının soğumasıyla yayılan kirli sarı ve kötü kokulu dumanın gerçeğiyle tanıştık. Sıcak yaz gecelerinde o koku nedeniyle tüm kapı ve pencereleri kapatırdık.
Bahçede keyif sürmek ne mümkün.
Kok Fabrikası bazen gündüzde o dumanı salgılardı.Fabrikanın kapanmasıyla emekliye ayrılanların bir çoğu, emekliliklerinin tadını çıkaramadan kanserden yitip gittiler. Fevziye teyze de, kocası Osman amca da.
İlk cumhuriyet şehri: Zonguldak
Üzülmez, Asma kömür üretim bölgesinin kurulduğu dereden alır adını. Asma da, ilk kömür damarlarına rastlanan, işletilmeye açılan en eski ocakların bulunduğu bir yer.
Zonguldak'ın "şehir" olma tohumları ilk Asma'da atılır. Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte de, 1924 yılında, Zonguldak, "şehir" unvanını alır. Atatürk, 26 Ağustos 1931 yılında, Ertuğrul yatıyla geldiği Zonguldak'ta ilk olarak Asma bölgesindeki 63 Ocakları'nda incelemelerde bulunur. Ve Zonguldak'la ilgili ünlü, "Zonguldak'ın derin toprakları altındaki servet-i madeniye ne kadar kıymetli ise bizim nazarımızda Zonguldak o kadar çok kıymetli bir vilayetimiz" sözünü eder, ilk kok kömür ve briket fabrikasının kurulma emrini burada verir. Fabrikanın temeli, dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından atılır. Zamanın Ekonomi Bakanı olan Celal Bayar da 11 Eylül 1935'te fabrikayı törenle açar.
Üzülmez Kok Fabrikası
Yeni Türkiye Cumhuriyetinin ilk ağır sanayi hamlesi ayağını oluşturan Üzülmez Kok Fabrikası 1935'ten kapatıldığı 1970 yılına kadar hizmet verir.
O yıllar, Zonguldak'ta partizanlığın başladığı, iktidarların kömür işletmelerini, babalarının çiftliği gibi kullandığı yıllardır. Yeraltından fazla, yerüstüne işçi alındığı, kartoteks memurlarının işe gitmeden maaş aldığı, teknolojiye ayak uydurulamadığı için kömür üretiminin düştüğü, iş kazalarının arttığı yıllar.
Üzülmez Kok Fabrikası, teknolojik yatırım yapılamadığı için ekonomik ömrünü tamamlayıp, kapatıldıktan sonra uzun süre atıl kalır. Fabrikanın demir hurdaları ya çalınır, ya yok pahasına satılır. Başka bir ülkede olsa, tarihi eser olarak korunup, kültür merkezine dönüştürülecek olan fabrika 1987-1988 yılları arasında yıkılır. Örneğin, ABD, kapattığı taş kömürü ocaklarına turistik gezi düzenleyip, bilet kesiyor.
Fabrikanın 63 metre uzunluğundaki 66 yıllık bacası, atılan tüm dinamitlere karşın yıkıma direnir. Gerçi biraz daha uğraşılsa yıkılabilirdi ama, devreye giren gazeteci, fotoğraf sanatçısı Birol Üzmez, yıkımı durdurur ve 63 metre uzunluğundaki baca Kültür Bakanlığı'nca koruma altına alınır.
Bacaya bir kurban
Zonguldak'ta, madenciliğin doğasından gelen ölümlü kazalar bir tek yeraltında olmaz. Yerüstü de bir çok yaralanmalı, ölümlü kazalara ev sahipliği yapar. Üzülmez Kok Fabrikası'nın bacası da, kapanmasından kısa bir süre önce, böylesi bir kazanın baş aktörü olur.
Zamana ve teknolojiye direnen baca, kendisini bekleyen kaderi anlamış mıdır bilinmez, son demlerinde bakıma direnir. Kendisini temizlenmeye gelen işçilere geçit vermez. Yavuz Çep'in babası, böylesi bir kazada, kötü bir ölümle kurban verilir bacaya.
Bugün baca, tüm heybetiyle ve dinamitlerin açtığı yaralarıyla, Pizza kulesi gibi eğrilmiş durumda zamana direniyor. Her geçen gün, lojman evimize doğru yatan bacanın yaralarının sarılması gerek.
Tıpkı Zonguldak'ın yaralarının sarılması gerektiği gibi. Bacanın yıkılması durdurulur mu bilinmez ama, Zonguldak, yeraltında yatan 1.3 milyar tonluk tahmini taşkömürü rezervine karşın, Atatürk'ün işaret ettiği kadar kıymetli bir şehir değil.
Özalizm'le birlikte kömür ocaklarının hayaleti "Araplar" artık yerüstünde geziniyor. Hayalet şehir olma yolundaki Zonguldak, çocukluğumun ve en güzel ilk yıllarımı geçirdiğim Üzülmez'de artık anılarım birer birer yok oluyor. Kaderine terk edilmek istenen Zonguldak gibi.
Bir haber ve belleğimdeki canlanan bir kaç fotoğrafın çağrıştırdığı izlenimler. Zonguldak doğduğum, İstanbul doyduğum bir şehir. (AD/EK)