Ancak bu seyahat, tıpkı "Doğu" gibi yavaş ve uzun bir seyahat olmalı ve öğrenciler oryantalist bakış açısını aşmalıydı.
Bunun için hazırlıklar yapıldı, oryantalizme dair ele geçen bütün okumalar yapıldı, okunamayanlar da çantalara yüklendi ve büyük seyahat, zaman kavramını hiçe sayan Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın (TCDD) Van Gölü Ekspres'i ile, yaz ortalarında Ankara'dan başladı.
Amaç sadece seyahat değildi elbet; sanata dair kaygılar da vardı. İşte bu sanatsal kaygılar, oryantalist bakış açısından kurtulmayı güçleştiriyordu, Mutlu Binark'a göre.
Öğrenciler poşulu, fistanlı insanları karelemek için çaba sarf etmeye başlayınca, psiko-sosyal inceleme yapma kaygısı, sanatsal kaygıya yenik düşüyordu.
Bu, seyahatin bir yanı. Diğer yandan, bir grup öğrenci belgesel çekimiyle uğraştı, başka bir grup da Van'daki yerel medyayı mercek altına aldı.
Seyyahların on beş günlük maceralarından sonra ortaya, geçtiğimiz günlerde Ankara'daki çeşitli üniversitelerin ardından son olarak Alman Kültür Merkezi'nde açılan belgesel fotoğraf sergisi ve dia gösterisi çıktı.
Yerel Medya Ekibi, "yerinde" incelemelerde bulundu. Belgesel de, kurgu çalışması bitince, izleyicilerin beğenisine sunulacak.
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Mutlu Binark ve öğrencileri İrfan Sarıca, Alper Çalışkan ve Mehtap Küçükkarakaş'la, Van seyahatleri ve izlenimleri ve çalışmaları üzerine konuştuk.
Seyahat için neden Batı'yı değil de Doğu'yu tercih ettiğiniz?
Doç. Dr. Mutlu Binark: Geçen sene, 2004 bahar döneminde, "Kültürler arası iletişim" dersinde öğrencilerle oryantalizm, Avrupa merkezcilik, küreselleşme, oksidentalizm gibi belli konuları okuduk. Tabii bu sırada "Peki ya bizim doğumuz neresi" tartışması başladı öğrenciler arasında. Bizim okulda da "akşam okulu öğrencileri" var. Okula akşam gelenler yani. Öğrencilerden birisi çıkıp, "İşte bizim doğumuz onlar" dedi. Bu öğrenci de Doğuluydu. Mehtap, Alper ve başka bir öğrencimizse, hafta sonları gidip Sincan'daki bir ilk okulda, öğrencilere yaratıcı drama eğitimi veriyorlardı.
Oradakiler de Doğudan, Kars'tan gelen ailelerin çocukları. Oraya gidip gelirken de öğrencilerden birinin dikkatini tren çekiyor. Trenle seyahat fikri buradan çıktı. Öğrencilerden Volkan, trene hiç binmediğini söyledi. Sonra diğer öğrencilerin de trene binmediğini öğrendik. Sadece Ankara-İstanbul trenine binmişlerdi. Ben de trenle yolculuk yapmanın sonuçlarının ne olabileceğini düşündüm ve öğrencileri bir gün "Kültürler arası iletişim" dersinde topladım.
"Bu kadar oryantalizm çalıştık bir de gidip kendimiz görelim, an be an yaşayalım ve oryantalizmin nasıl kurulduğunu görelim" dedim öğrencilere. Bu sırada öğrencilerden bir grup, tren yolculuğu belgeseli çekme kararı aldı, araya Prof. Dr. Seçil Büker de girdi ve belgesel projesini yönlendirdi. Kalan öğrenciler de fotoğraf hocası İbrahim Demirel'le görüştü ve o da fotoğraf ekibini oluşturdu. İki öğrenci de yerel ve alternatif medya üzerinde çalışma kararı almış ve Van'da bunun üzerine araştırma yapmaya karar vermişti.
Türkiye için söylenirse, İstanbul ve Ankara dışında her yer doğudur. Buralardan doğunun herhangi bir yerine seyahat eden insanlar genelde "oryantalist bakış açısını" korur. Siz bu bakışı kırabildiniz mi peki?
Açıkçası bu bakış açısını kırıp kırmadığımızı ben de bilemiyorum. Bunun mümkün olup olmadığını dahi bilemiyorum. Herkes ancak kendisine dönüp bakarak bunu anlayabilir. Ama öğrenciler okumaları yaptılar genellikle.
Ne okudular?
Peter Burke'nin 'İkon ve İkonografi'sini, ayrıca bir dergiden de oryantalizm ile ilgili tartışmaları okudular. Zaten temel okumalar yapılmış, mesela Edward Said okunmuştu daha önce. Fakat okumaları yapıp yapmamak önemli değil, önemli olan yapılan iş ve öğrencilerin kafalarını karıştırmaktı.
Proje için kimlerden destek aldınız?
Pek destek alamadık. Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS) sendikası bize bilet sağladı. Mediko'dan da günlük yevmiye aldık. Okulda tesadüfen Vanlı bir öğrenciyi, İrfan'ı bulduk. Bazı tepkilerimiz karşısında o, 'biz bunu hep yaşıyorduk' diyordu.
Ne gibi tepkilerde?
Mesela askerlerin kimlik kontrollerinde. İrfan'ın Kürtçe bilmesi şanstı.
Van'da çektiği ve sergiye aldığı portrelerden biri dikkat çekici. Tipik, gür bıyıklı, başında poşusu olan bir Kürdü karelemeniz ve bunu daha sonra kitap ayıracı haline getirmeniz, oryantalist bir bakış çağrıştırır mı?
Fotoğraf Ekibinden Alper Çalışkan: Açıkçası ben onları çok da yadırgamadım ve çok da yabancı bulmadım. Çünkü bizim memlekete, Kırşehir'e de o insanlar mevsimlik işçi olarak sürekli gelip gidiyorlar. Dolayısıyla ne giydiklerin, ne yapıp ne ettiklerini az buçuk biliyordum. Bir kere biz oraya turist gibi gidip gelmedik. Bizim projeye başlarken en büyük kaygımız, geri döndüğümüzde bir sergi açamayacak kadar fotoğraf çekememekti.
İlk kez mi gidiyordun doğuya?
Evet, ilk kez gidiyordum.
Peki oraya gitmeden önce sendeki Kürt imgesi neydi?
Çok yadırgamadım ben onları. Arkadaşlarım arasında da Kürt var, aynı yurtta kaldığım, konuştuğum insanlar...
Kürt imgesini sorduğumda aklına ilk önce "yadırgama" kavramının gelmesi ilginç değil mi?
Hayır benim kastım, oradaki insanlarla karşılaşınca herhangi bir şaşkınlık durumunun olmaması. Nitekim şaşırmadım da. Esmer, gür bıyıklı vs, insanlarla karşılaşacağımı biliyordum zaten.
Van'da nereleri dolaştınız?
İlk önce Tatvan'da, göl üzerinden Van'a geçtik. Her şeyden önce o güzel seyahati yaptık. Ancak aynı zamanda tüm Van Gölü çevresini de dolaştık. Doğu Beyazıt'a gittik. Van Kalesi'ne gittik ama kaleye çıkamadık.
Kale çok yüksek olduğu için mi?
Hayır, ondan değil. Kaleye çıkış saatlerini tutturamadık, o yüzden. Kalenin altında hediyelik eşya satan yerler var, oraları dolaştık. Ama Doğu Beyazıt bizi çok etkiledi. Benim için çok önemli bir ziyaretti, çünkü çok merak ediyordum. Van Gölü'ndeki Akdamar Adası'nı dolaştık. Çok şablon cümlelerle anlatmak istemiyorum ama çok ilginçti. Küçücük bir adada kilise yapmışlar, çok şaşırtıcı bir mimari. Doğu Beyazıt da, etrafında hiçbir şey yok ama tepesinde bir saray yapmışlar. İnsanı hayrete düşüren güzellikler var orada.
Peki özetle, yaptığınız bu seyahat sana ne öğretti?
Her şeyden önce uzun bir seyahat sırasında toplu yaşamayı öğrendim. Bir de belki artık hiç gidemeyeceğimiz bir yere gittik. Daha önce doğu ile ilgili önyargılar, kulaktan dolma rivayetleri çok duyduk. Bu seyahat sırasında ise kendi gözümüzle orayı gördük ve önyargıların ne kadar da önyargı olduğunu anladık, kafamızdaki imgeyi değiştirdik. Doğu deyince, sabit bir yargı vardır ya, aslında gerçek hiç de öyle değilmiş.
Binark: Tabii her öğrencinin bakış açısı farklıydı. Alper fotoğraf ekibinden olduğu için, ortaya bir ürün çıkarma kaygısı da güttü. Belgesel ekibinin de başka bir kaygısı vardı. Onlar yakalayabildikleri en iyi görüntünün peşinde koştular. Bu da zamanla karşılaştığınız nesneleri ürün olarak görmeye başlamanıza neden olabiliyor. Fotoğraf hocası, karenin altına yazı yazmalarına kesinlikle karşı çıkıyordu mesela. Ama bu, çektiğiniz insanların öyküsünü tam olarak aktarmanızı zorlaştırıyor. O yüzden de Ankara Üniversitesi'nde yaptığımız fotoğraf sergisinde, alt yazıları da kullandık. Çünkü her ne kadar fotoğraflar insanların öyküsünü az buçuk aktarsa bile, yazı yardımcı bir unsur olarak durabiliyor. O fotoğraf bir sanat ürünü ama, onu niye çektiğinizi de insanlara anlatma gereği hissediyorsanız, alt yazıları yardıma çağırıyorsunuz.
Dikkatimizi çeken bir husus, seyahate katılan öğrencilerin hiçbirinin daha önce doğuya gitmemiş olmaları. Oraya vardığınızda, öğrencilerin ilk tepkileri ne oldu?
Evet, İrfan dışında hiçbir öğrenci daha önce o kadar doğuya gitmemişti... O açıdan çok ilginçti. Mesela öğrencilerden biri yolda diğer arkadaşlarına, 'Van sizin için ne ifade ediyor' diye sorduğunda çok değişik yanıtlar aldı. Ben de yol boyunca günlük tuttuğum için, Van'dan dönerken aynı soru sorulduğunda çok daha değişik yanıtlar verildiğini fark ettim. Trendeki tavırları da dönüşte daha değişikti. Çünkü herkes etkilenmişti bu seyahatten.
Yolculuk kaç saat sürdü?
35 saatlik bir yoldu. İki kahvaltı, iki öğlen ve bir akşam yemeğini trende yedik. Trendeki insanların karakteristiği de, doğuya gittikçe değişiyor tabii. Mesela Elazığ'dan sonra insan figürü ve dil değişiyor. Kürtçe konuşanların sayısı artıyor. Kondüktörlerin yanı sıra güvenlik ve kontrol de artıyor. Günlük işçiler binip iniyor aralarda. Banliyö treni olarak kullanıyorlar çünkü. Tavuklar, hindiler filan dolmuştu trene. Bir kompartımanda, Hakkari'ye giden gençler vardı mesela. Onlar müzik çalıp eğleniyordu...
Peki Kürtçe konuşan insanlarla iletişiminiz nasıldı?
Bazı öğrencilerimiz o konuda son derece rahattı. Gidip konuşuyor, o insanları anlamaya çalışıyorlardı. Ama ilk kez uzak bir yere seyahat eden bir öğrencimiz, yolculuk boyunca dışarı çıkmadı. Oradaki insanlar da çok sıcak kanlıydı. Belgesel ekibinden olan öğrenciler gidip onlarla konuşuyor, niye çekim yaptıklarını anlatıyordu. Genelde tepki göstermiyorlardı. Hatta bir aile bize ceviz yolladı. Pideler gidip geliyordu... Yolla ilgili önyargıdan dolayı zaten her şey aşırı oranda hazırlanmıştı.
Yolla ilgili önyargı neydi?
Bizim önyargımız değil, Devlet Demir Yolları'nın önyargısı vardı. Onlar bizim öğrencileri aşıladı.
Çalışkan: Mesela biz seyahatten önce TCDD yetkilileriyle konuşmaya gittiğimizde, defalarca bize, 'Van Gölü Ekspresi ile yolculuk yapmak istediğinizden emin misiniz' diye sordular. Trenin imkanlarının, temizlik olanaklarının çok kısıtlı olduğunu söylüyorlardı. Zaten kantin gibi bir şey de yok, aç kaldığınızda kendi başınızın çaresine bakmak durumundasınız. O yüzden yanımıza aldığımız erzak çok çok arttı. Kurabiyelerimizi Van'daki Yalımerez Mahallesi'ne götürdük, onlara verdik (gülüyor).
Yavaş yolculuk, insanı hakikaten de Doğuya gittiğine inandırıyor, değil mi?
Binark: Tabii, zaten doğuyla ilgili yargı biraz da bu şekilde kuruluyor.
İrfan, grubun "oralı" olan tek elemanı sendin. Dolayısıyla senin memleketine gelen arkadaşlarına sen rehberlik ettin. Bölgenin yabancısı olan insanlara kendi memleketini anlatırken, onların önyargılarını kırmaya çalıştın mı mesela?
İrfan Sarıca: Doğrusu, gitmeden önce ben de bunu nasıl yapacağımı düşünüyordum. Çünkü arkadaşlarımın doğuyla ilgili yargıları beni de düşündürüyordu. Ama ben oraya gitmeden, onlara Van'dan söz etmemeye çalışıyordum. Çünkü gelip kendi gözleriyle görmelerini istiyordum. Ayrıca ister istemez kendinizi ev sahibi olarak görüyorsunuz ve evinizin güzel görünmesini, beğenilmesini istiyorsunuz. Nitekim Van'ı gördüklerinde, hepsinin kafasındaki doğu değişmişti. İnsanların doğuyla ilgili önyargılarının temel nedeni, devlet politikasından kaynaklanıyor. İnsanlar doğuyu korkutucu, insanlarını da barbar olarak duydu devletten. Böyle bir imaj çizildi sürekli. Bu politika da büyük oranda başarılı oldu zaten. Ankara'da insanlara Vanlı olduğumu söylediğimde yaptıkları ilk şey, baştan aşağıya kadar beni süzmek ve 'sen hiç de Vanlılara benzemiyorsun' demek. Bu benim ağırıma gidiyor doğal olarak. Ama ben onları suçlamıyorum, çünkü öyle öğretilmiş onlara. Sanırım bunun değişmesi için insanların doğuya gidip görmeleri lâzım.
Sen de fotoğraf ekibinde miydin?
Evet, ben de fotoğraf çektim.
Çektiğiniz fotoğraflardan bazıları, tipik Kürt imgesini tekrar kuran bakış açısını yansıtıyor. Karelediğiniz insanlar poşulu Kürt erkeği veya fistanlı Kürt kadınlar. Bu bakış, tıpkı yıllar önce Kürtlerin Türkiye'nin batısındaki bazı çevrelerce hor görülmesine neden olan poşu ve fistanların, para etmeye başlayınca İstanbul veya Ankara sokaklarında satılmasına benzemiyor mu sence?
Bence öyle değil. Benim için önemli olan oradaki kültürü buraya taşımak. Kafamdaki kurgu şöyleydi: Doğuyu görmeyen insanlara, fotoğrafla da olsa bu kültürü anlatmak, göstermek. 'Barbar insan' tiplemesini yıkmak için çaba gösteriyorum ben. Fistanlı kadınlara, poşulu erkeklere alışık olduğum için bana çekici gelmeyen insanlar, arkadaşlarıma çok ilginç geldi; onları etkiledi. Çektikleri kareye benden daha fazla anlam yüklüyorlardı, bu da beni etkiliyordu.
Gidip döndükten sonra kendi aranızda neler konuştunuz?
Binark: Prof. Seçil Büker, Susan Sontag'ın "Başkasının Acısına Bakmak"ı ile ilgili toplantı yaparak, öğrencilerin bu metni okumasını istedi. Özellikle ötekine nasıl bakıldığı, onun nasıl konumlandırıldığıyla ilgili çalışmalarını istedi. Fotoğraf ekibinden bir öğrenci, fotoğraf/gerçek ilişkisi üzerine bir tez yazacak. Aslında bu öğrencilerin gördüklerini nasıl değerlendirecekleriyle ilgili bir şey. Toplantı sırasında bazı öğrenciler kalkıp özeleştiri de yaptı.
Ne dedi öğrenciler?
Daha çok grup dinamiğiyle ilgili özeleştiri yaptılar. Kalabalık çalışmada neyin nasıl yapılacağıyla ilgili tutumlarından söz ettiler...
Fotoğraf ekibinin esas amacı, seyahati karelemek miydi, yoksa sanatsal bir kaygı da güdülüyor muydu?
Çalışkan: Belgesel ekibinin esas amacı bir şeyleri görüntülemek olsa da, fotoğraf ekibi sanatsal bir kaygı da güdüyordu tabii. Görüntü ve sanat, bunlar bizim için önemliydi.
Binark: Belgesel ekibi, insanların ne düşünüp ne hissettiklerini kaydetmek ve belgelemek için uğraşıyordu. Fotoğraf ekibi hocası İbrahim Demirel, sanat fotoğrafçılığından geldiği için, sanatsal bir kaygı da güdüyordu ve öğrencileri, karelerini sadece görüntülemek için kullanmamaya teşvik ediyordu.
Orada Türkçe bilmeyen insanlarla karşılaştınız mı?
Çalışkan: Bitlis'te yaşlı bir amca, hiç Türkçe bilmiyordu. Ama bu, iletişim kopukluğuna neden olmuyordu. Beden dili bittiğinde de devreye Kürtçe bilen İrfan giriyordu.
Yerel medya ekibi neler yaptı?
Mehtap Küçükkarakaş: Van'da çıkan yedi yerel gazeteyle görüştük. Aslında bu çok büyük bir rakam ama Van'ın nüfusu 276 bin. Gazetelerin iki tanesi haftalık diğerleri ise günlük çıkıyordu. İlginçtir, alternatif olma özelliği göstermesi beklenen yerel medya daha çok 'protokol haberciliği' yapıyor. Zaten resmi ilanlarla ayakta kaldıkları için, resmi kurumlara mesafeli yaklaşmak durumundalar. Orada işsizlik çok fazla olduğu için, iş kaygısı, gazetecilik kurallarından daha ön planda görünüyor.
Sizin amacımız yerel gazetelerin durumunu tespit etmek miydi?
Daha çok onların esas sıkıntılarını araştırma niyetimiz vardı. Nitekim çok fazla sıkıntıları var. Olanakları çok fazla kısıtlı olduğu için kardeş şirketi gibi çalışıyorlar. Haberler de ilanlar da aynı; genelde tabloit boyutta ve dörder sayfa. Orada Yüzüncü Yıl Üniversitesi var ama gazetelerin oradaki sorunlarla hiçbir ilgisi yok. Zaten üniversite şehrin çok dışında olduğundan, Van'dan ayrı bir şehir görünümü arz ediyor.
Peki yerel gazeteler sizlere neler anlattı?
Çoğu zaman yetkililerden ciddi tehditler aldıklarını, kendilerini sürekli baskı altında hissettiklerini söylediler. İstedikleri kişi hakkında istedikleri haberleri yapamamaktan şikayet ettiler. Mesela orda bir gazeteye baskın yapmışlar, çalışanları filan dövmüşler hatta..!
Fotoğraflar, yerel gazeteler derken, orda dolaştığınız yerlerin mimarisi hakkında pek bir şey soramadık. Mesela insanlar hâlâ kültürel mirasları referans alarak mı evlerini yapıyorlar, yerleşim düzenleri nasıl, evlerin dış yüzeyinde ağır basan görünüm ne?
Binark: Yapılara bakıldığında, aslında oradan geçen farklı kültürün birbirine etkisini görmem mümkün. Ama normal mahalle evlerinde, Ankara ile Van arasında pek bir fark göremedik (gülüyor). Ancak, mesela Akdamar Adası'ndaki taş oymacılığı geleneğinin Bitlis-Ahlat'taki Selçuklu kümbetlerini etkilediği görülüyor. Taş oymacılığı geleneği başka yerlerde de görülüyor. Örneğin, Doğu Beyazıt'taki İshakpaşa Sarayı'nda taş oymacılığının yoğun izleri görülüyor. İshakpaşa Sarayı, Osmanlı'nın çöküş devrine denk düşerken, feodallerin artık egemenliklerini yaymaya başladıklarının önemli bir örneği. Dolayısıyla taş oymacılığı geleneği yaklaşık olarak 9. yüzyıldan 11'e ve oradan da 17. yüzyıla kadar geliyor. Bitlis'te El Aman Han'ı var bir de. Ama yağmalanmış, bakımsız bırakılmış bir yer. İlginç olan şey, bu eski yapılarla, günümüzdeki mimari arasında hiçbir ilişkinin olmaması. Bir noktada bu gelenek kırılmış ve günümüze taşınmamış. Halkın günlük yaşamına hiçbir şekilde yansımamış.
Bu oradaki bütün kültürel gelenek için mi geçerli?
Hayır, mesela kilimcilik her ne kadar kitlesel bir üretim haline gelmiş olsa da, mimari yapı gibi değil. Bir şekilde desenler filan taşınmış günümüze. Ama taş oymacılığı bitmiş artık. Bitlis'teki eski evler hâlâ otantik, ama ondan sonra inşa edilen evler, tamamen 'modern' mimari kültürden esinlenerek yapılmış. İlginç olan şey, halkın eski kültürü tecimsel bir sergiye dönüştürüyor olması. Mesela Ahlat'ta çocuklar bazı eski taşları filan getirip satmaya çalışıyorlardı; bu çok acı bir şey. Eski Van evi arayıp bulduk ama 'sahte Van evi' olduğunu öğrendik. Van'da Van evi yok yani (gülüyor). İl Özel İdare'si, sonradan turistler gelip görsün diye üç tane Van evi yapmışlar!
Çocukların eski kalıntıları filan getirip turistlere satmaya çalışması veya kültürel mirasın korunamamasının bir nedeni de bölge halkının yoksulluğundan kaynaklanıyor olamaz mı?
Evet ama böyle yaparak da kültürel bir çıkmaza giriyorsun. Van merkezinde dolaşırken çocuklar bizi turist sandığı için, ellerindeki küçük dokuma eşyalarını satmaya çalışıyorlardı. Söyledikleri tek şey 'iki dolar' idi. Oraya gelen insanların, oradaki kültürü tanımaya geldiğini ilk önceleri düşünmüyorlar. Ona tamamen müşteri muamelesi yapılıyor.
Sarıca: O çocukların öyle işlerde çalışmasının nedeni, bence kültürel yatırımların bölge için yapılmamasındandır.
Çalışkan: Mesela bir yerde bize defineci muamelesi yaptılar. Gezip görmeye geldiğimizi söylediğimizde de inanmamışlardı: 'Tamam tamam, biz sizin ne için geldiğinizi biliyoruz' demişti bir adam.
Şu an söylediklerinizde de oryantalist bir hava yok mu?
Binark: Evet, olabilir. Ama bu da karşılıklı olarak üretilen bir şey. Çünkü karşınızdakiler kültürü pazarlamaya başladığı andan itibaren bu yargılarınız da artıyor.
Kilimlerden söz ettiniz de; Van'da kilim dokuyan kızlar var, onları ziyaret ettiniz mi?
Sarıca: Bizim programımızda olmadığı için oraya gidemedik. Ama kilimci kızların da başlı başına bir öyküsü var. Aslında Vanlı değil onlar. Çatışmalı dönemde, Hakkari, Çukurca veya Yüksekova gibi çevre il ve ilçelerden göç edip Van'a yerleşen yoksul insanlar onlar.
Van, Diyarbakır gibi illerde kimi sokaklara son yıllarda "Sanat Sokağı" ismi verilmeye başlandı. Siz mesela Van'daki Sanat Sokağı'nı dolaştınız mı?
Mehtap Küçükkarakaş: Evet, gittik oraya ama Sanat Sokağı'nda sanata dair pek bir şey yoktu. Sanattan söz ettikleri şey, oturup tavla veya okey oynamak (gülüyor).
Sarıca: Sanırım son yıllarda 'Sanat Sokaklarının' artmasının nedeni, üniversite öğrencileriyle ilgili bir şey. Çünkü Van, Diyarbakır gibi, üniversitelerin olduğu yerlerde, yerel yönetimler öğrencileri belli bir mekana çekmek için o tür isimler kullanıyorlar. Biliyorlar ki 'sanat' ismi, öğrenciyi kendine çeker. Çünkü zaten oradaki üniversite öğrencisinin sanata karşı bir açlığı oluştu... Gerçekten de hem Van hem de Diyarbakır'daki Sanat Sokağı'na daha çok öğrenciler rağbet gösteriyor.
Binark: Bu tüketim kalıplarıyla da ilgili bir şey. Yani Batı'dan oraya giden bir öğrenci için, benzer kalıplarla karşılaşmak tüketimini arttırır.
Bütün garların fotoğraflarını çektiniz. En ilginç gar hangisiydi?
Biz Tatvan Garı'nın çok özel bir gar olduğunu tahmin ediyorduk ama en kötü gar oydu. Çünkü garların da yapılış tarihleri dolayısıyla ayrı ayrı öyküsü var.
Ankara'dan Van'a kadar kaç tane gar var?
Öğrenciler 164 tane istasyon saydı. Kiminde hakikaten özel binalar da var. En iyisi Kayseri Garı'ydı. 1930-40 arasında yapılmış. Rahova'daki istasyon terk edilmiş mesela. İsmi ilginç olduğu için aklımda kalmış ama.
Tekrar Doğu seyahati yapmayı düşünüyor musunuz?
Çalışkan: Ocak ayında, çektiğimiz fotoğraf ve belgeselleri oradaki insanlarla paylaşmak için oraya gitmeyi düşünüyoruz.
Son soru; sizce Van'a giderken ilk uğranması gereken yer neresi?
Binark: Van Müzesi çok ilginç bir yer. Urartu döneminden kalma eserler var ama kimse gidip gitmiyor. Akdamar Adası ilginç olabilir. Çünkü çok önemli bir kültürel kalıntısı var. Bir sürü Ermeni kilisesi var mesela. Artos Dağı'nda da tarihi kalıntılar var. Ama isteyen 'Sanat Sokağı'na da gidebilir; veya yoksul halkı görmek için de Yalım Erez Mahallesi'ne gidebilir.
Küçükkarakaş: Ben en çok Akdamar Adası'nı beğendim, oraya gidilebilir. Bir de Kız Kalesi diye bir yer var. Kaleye dair bir şey kalmamış ama oraya çıkınca tüm Edremit ilçesini ayaklarınız altında görüyorsunuz.
Çalışkan: Bence kesinlikle Akdamar Adası (gülüyor).
Sarıca: Valla ben yabancı biri olsam, önce bir kahvaltı salonuna giderim. Eğer arabam da varsa ordan Van Kalesi'ne giderim. Akşam da Akdamar Adası'nda, batan güneş karşısında güzel bir çilingir sofrası kurarım.(İA/EÜ)