Ölüm korkusunu diğer korkulardan ayıran ne? Yüksekten, böcekten, kapalı alanlardan, açık alanlardan ya da karanlıktan korkabilirsiniz... Ve sahip olduğunuz bu korkular sizin için hayatı oldukça güçleştirirken, diğerleri buna sadece gülüp geçebilir.
Mesela siz uçakta korkudan titrerken, yanınızdaki halinize bakıp oldukça eğlenceli bir yolculuk geçirebilir. Birinin korkusunun, diğerinin eğlencesi olduğu anlar hiç de az değil.
Peki ya ölüm korkusu? Kim ölümle dalga geçebilir? Canbazları saymazsak (can-baz: canıyla oynayan). Biz fanilerin kendilerini var kılmak için çırpındığı bu dünya bitip gittiğinde ne olacak? Yaşanan hayatlar, sevdiklerimiz, alışkanlıklarımız, hayallerimiz... Ardımızda kalanlara bırakabileceğimiz yegane miras acı mı, gözyaşlarına dönen tatlı anıları saymazsak.
Pi ve Requiem for a Dream'in yönetmeni Darren Aronofsky son filmi Fountain'la gerçekliğin kara lekesi, ölüme bakıyor - sevilenin ölümüne. Bir kanser araştırmacısı olan Tommy, kanserin pençesine düşmüş sevgili eşi Izzi'yi üç farklı dünyada kurtarmaya çalışıyor.
Bugünün dünyasında varını yoğunu çok sevdiği bu kadını kurtarmaya adamış olan Tommy, ölümle olan savaşına öylesine dalıyor ki Izzi'nin son günlerinde ona ihtiyaç duyduğu sevgi ve ilgiyi gösteremiyor. Onu kurtaracak formülüyse, ancak sevdiği kadın bu dünyaya gözlerini kapadığında buluyor.
Tommy, neden karısı bu dünyayı terk ederken onun yanında değil? Çünkü onun öleceğine asla inanmıyor. Kim sevdiği birinin öleceğine inanmak ister, durum gün gibi ortada olsa bile? Kızı aylarca yoğun bakımda kalan bir yakınım şöyle diyor, "bütün o süreçte onun öleceğine asla inanmadım".
Ben mucizelere inanmıyorum. Ölüm yoluna girmiş birinin o yoldan dönebileceğine. Ama mucizelere inanmadığım gibi, sevdiğim insanların öleceğine de inanmak istemiyorum.
Fountain aşk ve ölüm eksenlerinde, ecnebi filmlerinden alışık olduğumuz o repliğin izdüşümü gibi: Ölüm bizi ayırana kadar.
Geçen hafta, evlenmenin aslında yaşlanmayı kabullenmek anlamına geldiğinden ve bu sebeple de korkutucu olduğundan bahsetmiştim. Yaşlanmak da içten içe hepimizde varolan ölüm korkusunu tetikliyor. Gün gelip, bizim ve de sevdiklerimizin bu dünyadan göçüp gideceği fikrini.
Burada paradoksal bir durum var sanki. En temelde ölümden korktuğumuz için evlilik fikrinden uzak duruyoruz, öte yandan da yalnız ölmemek için evlenmeyi seçiyoruz. Bu pencereden bakarsak evlenmek, toplumsal anlamlarının dışında, aslında yaşlanmakla, dahası ölümle uzlaştığımız bir an mı?
Gününüzün, gecenizin, kalbinizin içinde olan aile bireylerinizin, sevdiğiniz kişinin bir gün sizi bırakıp gideceğini düşünmek bile yeterince acı vermiyor mu? Hayatınızı anlamlı kılan, sizi siz yapan kişilerin artık olmayacağını, onlara sarılamayacağınızı, seslerini duyamayacağınızı düşünmek...
İşte o anda, kimseyi sevmemek istiyor insan, gün geldiğinde kanamamak için. Böyle bir kararla birlikte yaşanabilecek bir sürü güzellikten de vazgeçmiş oluyor. Mümkün mü? Sevmeyi bırakmak, yaşanamamışlıkların pişmanlığını duymamak.
Ellen Sue Stern, Sil Baştan adlı kitabında şöyle diyor: "Sevdikten sonra kaybetmek hiç sevmemekten daha iyidir."
Fountain'da ya da Parfümün Dansı'nda olduğu gibi belki en ideali sevilenle yaşanacak ölümsüzlüğün peşini bırakmamak olsa da, hakikat bunun mümkün olmadığını fütursuzca kafamıza kakıyor.
Love Actually'de karısı bu dünyadan bir süre önce göçmüş kahramanımız, ilk aşk sancıları yaşayan oğluna sevdiği kıza açılmasını şöyle tavsiye ediyor: "Ona, onu sevdiğini söyle. Ben annene yeterince söylememiştim, her gün söylemeliydim; çünkü o her zaman mükemmeldi."
Evet sevgili okuyucular, şimdi vakit ailenize ve de sevdiğinize onlara olan sevginizi tekrarlama vaktidir.(EK/EÜ)