Diyarbakır'a yolculuğumdan bahsetmeye başlarken yolculuğun sonundaki halimle konuşmaya başlayacağım. Yolculukta yaşadıklarımı anlatırken onu yeniden kurgulamak bir yerde onu yeniden yaşamak aslında bu yazıyla yapacağım.
Yaşananın ve söylenenin arasındaki mesafenin farkında olarak, çok uzak bir mesafeye, Diyarbakır'a ilk kez gidişimin hikayesini yazacağım.
Ankara'nın Doğusuna ilk kez
Zonguldaklıyım, işçi sınıfına doğdum; ilkokul sonrası İstanbul'daki sınıflarda okudum hep... Dört yıldır Siyaset Bilimi okuyorum, sınıf nedir, ne değildir üzerine düşünüyorum.
Yolculuk öncesi Ankara'nın doğusuna hiç gitmeyenler sınıfındandım. Diyarbakır hakkında bildiğim onun çok uzak olduğuydu, Diyarbakır'la ilgili kendime dair bildiğim ise Diyarbakır'dan korktuğum...
Boğaziçi Üniversitesi - Diyarbakır yolculuğu öncesinde Orta Kantin'de toplandık, okul meydanında bir müzik konseri vardı, Kürtçe şarkılar söyledik, halay çektik.
Neden korkuyordum?
Üniversitede hukuk dersleri veren bir hocamız yaptığımızın "ulusal bütünlüğü tehdit ettiği"ni söyleyerek müziği engellemek istedi.
"Ulusal bütünlüğün" ve "hukukun" Kürtçe ve Kürtlerle alıp veremediğinin ne olduğunu görmeye gidiyordum. Zira Diyarbakırlıları dinlemek etrafımızı saran medya yüzünden çok mümkün olmuyordu.
Sarı-Yeşil Diyarbakır otobüsümüze bindik; şarkılar, marşlar söyleyip birbirimize cesaret verdik. Avukatımızla olası durumlar karşısında ne yapacaklarımızı konuştuk. Şimdi kendime soruyorum, neden korkuyordum?
Yolda devletin temsilcisi ve yeniden kurucuları vatandaşlarımızın otobüse saldırmasından mı, devletin üniformasını taşıyanların bizi alıkoymasından mı, başka üniformaların bizi almasından mı yoksa?
Çiçek tarlaları ve korucular
Şehre bizi sokmayabilirlerdi, şehre girip içeride başımıza türlü şeyler gelebilirdi... Bunları düşündükçe söze dökülmeyen korkular kendini üretmekteydi. Ankara yakınlarında bir kamyonet geçti yanımızdan, kasasında Kürt işçiler (sanırım) vardı.
Üzerinde Diyarbakır yazan otobüsümüze zafer işareti yapan işçilere ifade ettiğinden farklı şeyler ifade ediyordu bana Diyarbakır... Bu yolculuğu uzak, tekinsiz, yabancı bir kente yolculuk yapan sadece ben miydim?
Diyarbakır her yanı saran sarı çiçek tarlalarıyla ve yol kenarındaki korucularıyla karşıladı bizi. Bomboş arazinin üzerine gökten bırakılmış garip binaların yanında oturan korucular, korkumu korudular.
Uzak bir kentte olmak!
Şehrin girişinde jandarma bizi durdurdu. Otobüsün dışına çıktık, sigara yaktık, üzerimizi ve çantalarımızı arattık. Yoldan kente doğru yanlış saymadıysam yedi tank geçti biz aranırken.
Diyarbakır'ı uzak ve korkulan bir yer yapan sadece zihnim miydi? Şehre girdiğimizde her şey çok sakin görünüyordu; Diyarbakırlı bir arkadaşımızın caddelerin isimlerini söyleyerek yakın zamanda olan olayları anlatırken bir uzak kentin içinde olmanın tekinsizliği vardı üzerimde.
Sisli konuşmalar
Belediyenin konferans salonunda basın açıklamamızı okuduktan sonra aynı binadaki çay salonuna gittim. Çaycıdan beş çay istedim beni dikkate almadı; Demokratik Toplum Partisi'nden (DTP) bazı arkadaşlar çay istiyorsam Kürtçe istemem gerektiğini söylediler.
Bilmediğin bir dilde çay içmek bile zormuş. DTP'lilerle kısık sesle konuştuk; şehirde neler olduğunu, yakın zamanda neler olabileceğini sorduk. Sisli konuşmalarla şehirdeki belirsizliğe vurgu yaptılar.
Sivil toplum kuruluşlarına gitmek için gruplara ayrıldık. TUHAD-DER'e gitme yolunda hem kentin sokaklarını görme hem de bize mihmandarlık yapan Dicle Üniversitesi'nden arkadaşlardan şehri dinleme fırsatım oldu.
Korku onlara uzak!
Akademide öğrendiğimiz soyut devlet - toplum ikiliği sanki sokaklardan geçen zırhlı araçlarda, peşimize takılan sivil polislerde, gökten bırakılmış devlet binalarında vücut buluyordu.
İnsan içindekinden değil de dışındakinden korkuyor nedense. Dicleli Emran'a bu şeklide yaşamanın korkusuyla nasıl başa çıktığını sordum. Yaşamlarının bir parçası haline gelen bu korku nesnelerini doğal karşıladıklarını, korkunun onlar için uzak bir duygu olduğunu söyledi.
Bir adım arkamızdaki sivil polisleri fark etmesine rağmen o kadar cesur laflar söylüyordu ki. Ona göre zaten onlar devletten değil devlet onlardan korkuyordu. Korkmayan devlet bunca savaş aletini neden şehirde tutsundu ki.
AB'den kesilen umut
Emran'ın ne Diyarbakır'a yapılacak yatırımlara ne de Avrupa Birliği'ne (AB) güveni vardı. "Devlet yatırım yapsa ne olur" diyordu, "insanlar devleti istemiyor ki...Başkaları geliyor, yatırım yapıyor, onlar da en ufak bir olay çıksa kaçıp gidiyorlar. Kürt sorunu halledilmeden başka bir şey yapılamaz".
"AB ile birlikte bir şeyler değişmedi mi" dedim Daha rahat konuşabildiklerini ama durumları ciddi anlamda düzelmedikçe AB'den de umudu kestiklerini söyledi. Selahattin'e daha çok kendi kelimelerimle konuştum.
"Kürdün fakiri zengini yok mu; zenginlere güveniyor musunuz?" dedim. "Boğaziçili, onlar düşünüldü, artık o fikirler aşıldı, şimdi zengin de fakir de aynı cephede" dedi. Fukara çocukların attıkları taş sadece devlete atılan bir taştı ona göre.
Yerel yönetme ve sivil topluma güven
İkna olmadım. Selahattin İslam'ın Kürt kimliğinin ötesine geçecek bir aidiyet yaratmayacağını da söylüyor: "Dedem çok iyi bir Müslüman'dır ama Kürt mücadelesine de katılır, Kürt ve İslam kimlikleri yanyana durabilir."
Şehirde sol örgütler etkin değilmiş, onu da ayıp olmasın diye kulağıma söylediler.
Önceden de duyduğum, Selahattin ve Emran'ın da teyit ettikleri gibi halkın yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına büyük güveni var.
Devlet kurumlarıyla bir yandaysa halk, sivil toplum ve belediyeler öbür yanda gibi.
İçerisi mahpus, dışarısı dağ
TUHAD-DER'in binasına gittik, bizi çok sıcak karşıladılar. Önce Roj TV'yi kapattılar, sonra bize çay sundular. İyi giyimli ve güzel konuşan genç dernek başkanı bizim anlayabileceğimiz dilde yakın zamanda olan olaylardan, Kürtlerin taleplerinden bahsetti.
Konuşmasının sonunda salondaki ellili yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim amcalar söze sarıldılar. Biri "iki oğlum içerde, bir oğlum dışarıda" diyerek söze başladı. İçerisi onun için mahpus, dışarısı ise dağdı.
Diğerinin yanında gittim; elimi tuttu, gözlerime baktı... "Türkler bizim kardeşimiz, bizi birbirine düşüren sistem" dedi, "Bizi dinlemezler, gelsem oralarda konuşmak istesem izin vermezler, ne olur bizi anlatın, sen Türksün, üniversitelisin, sizi dinlerler".
"Türk olmak" aniden sindi üzerime. Çıkarken kapıda kadınlar bizi uğurladılar, konuşmaya zamanımız yoktu ya da konuşmadılar.
Önemli figür
Herkes barış ve demokrasi istiyordu, savaştan bıkmışlardı. Belediye temsilcileri de, sivil toplum kuruluşları da, Dicleliler de, militan babaları da... Herkes hem belediyeye, hem sivil toplum kuruluşlarına güveniyordu.
Öcalan hala önemli bir figürdü, örgütle organik bağlar örgütsüz bir çözümü düşünülemez kılıyordu.
Dağdakiler silahsızlansın ve siyasi yaşama katılsın diyorlardı. Halk ve belediye arasındaki bu temsil ilişkisini her boyutuyla anlayacak zamanım yoktu.
Birlikte konuşma vakti
Dahası, gerçekten belediyeye güvenmeyenler var mıydı, onu da bilmiyorum. Keşke, belediye ve belediyenin söylemine yakın olan sivil toplum kuruluşları ve halk arasındaki iktidarın nasıl işlediğini öğrenebilme fırsatım olsa. Keşke, Devlet-Örgüt ikiliğinin ötesinde ne var, onu görebilme şansım olsa.
Diyarbakır'ın uzaklığını, korkunçluğunu ve tekinsizliğini dönüşte yanıma almadım. Ne konuştukları anda "terörist" olarak kodlanan Diyarbakırlılar ne de Diyarbakır uzakta ve korkunç...
Onları uzak ve korkunç yapanlarla mücadele etmek lazım. Vakit artık birlikte konuşma vakti olmalı; Diyarbakır'a gitme, İstanbul'a, Ankara'ya gitme vakti... Ölüleri değil silahları gömme vakti. (YK/BA)
* Geçtiğimiz haftasonu Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri otobüslere bindiler, Diyarbakır'a gittiler. Yasin Kaya onlardan biriydi.