28 Ağustos Cuma günü 91 yaşında ölen ve dün Muğla’da son yolculuğuna uğurlanan Oktay Akbal’ın 1950’li yıllarda Mustafa Baydar’a verdiği söyleşiyi aynen yayımlıyoruz. Söyleşi, Baydar’ın 1960 yılında yayımlanan “Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar” kitabında yer alıyor. Kitap son olarak İletişim Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde yeniden basılarak okurla tekrar buluştu. Kitapta Oktay Akbal’ın yanı sıra Halide Edip Adıvar, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Hasan Ali Yücel, Kemal Tahir’in de aralarında olduğu 50 edebiyatçıyla 1950’lerde yapılmış söyleşiler yer alıyor. |
Yanılmıyorsam sizin ortaya attığımız “mutlu azınlık” sözü birçok yorumlara uğradı, lehte ve aleyhte yazılar yazıldı. Acaba bu sözünüz yanlış mı anlaşıldı? Düşüncenizi yeniden açıklamak ve aydınlatmak ihtiyacını duyuyor musunuz?
“Mutlu azınlık” derken ne demek istediğimi birkaç yazı ile açıklamıştım. Burada uzun boylu üzerinde durmak istemiyorum. Mutlu azınlık deyimini ben yaratmadım. Stendhal Kızılla Kara’nın başına yazmış. Yapıtlarının ölümünden yüz yıl sonra anlaşılacağını, sevileceğini, ancak o zaman mutsuz çoğunluğun malı olacağını anlatmak istemiş. Yaşadığı çağın gereklerine uymaktan, beğenilerine kapılmaktan, büyük okur kitlesinin hoşlanacağı çeşitten şeyler yazmaktan kaçınmış. “Mutlu bir azınlığa” ithafıyla bunları anlatmış. Ataç’m dediği gibi, “Kendini düşünmüyor, yalnız işini, dölütünü [sanatını] düşünüyor. Boyun eğmiyor günün dileklerine, çoğunluğun buyruklarına. Mutlu azınlığa sunuyor yapıtlarını, mutlu azınlık dediği de öyle sanıyorum ki bir kendisi... İstediği kendi kendini aşmak. Biliyor ki, bir kişi ancak kendi kendini aşmaya çalışmakla toplumunu, ulusunu, bütün kişi oğlunu yükseltebilir.” Bu kadar açık bir düşünceye ters, yanlış anlamlar verenler oldu. Ben sanat erinin çoğunluğun beğenisine uygun eserler yazarak kabiliyetini harcamamasını isterim. Çünkü her sanatçı bir çeşit öncüdür. Çoğunluğun keyfine hizmet edip para kazanan, ün çağlayan kişiyi sanatçı saymam ben. Mutlu azınlık için yazmak, zenginlerin, hah vakti yerinde olanların keyfini hoşnut etmek, onların yararına çalışıp, geniş halk kitlelerine sırt çevirmek demek değildir. Özlediğimiz, bugünkü mutsuz çoğunluğun da yarın sanat anlayışı bakımından mutlu bir çoğunluk haline gelmesidir.
Memleketimizin okuyucu kitlesi bakımından arzulanan seviyeye gelememesinin sebepleri...
Memleketimizde çeşit çeşit okur var. Kerime Nadir veya Mükerrem Kâmil Su’nun romanlarını okuyan on-on beş bin kişi var. Bunlar da okur. Hem de kitapları dört beş lira vererek alıyorlar. Bir de bizim kuşağın on yıldan beri uğraşa didine âdeta yaratarak ortaya çıkardığı beş bin kişiye zorlukla yükselen seçkin bir okur kitlesi var. Dileğimiz bu seçkin okurların günden güne artması. Türkiye’de beğenisi, anlayışı olan okurlar gittikçe artacak elbet. Milletimizin kültür seviyesi yükseldikçe okurlar da gerek kalite, gerek sayı bakımından olgunlaşacak. Bunu hızlandıracak çareler, yollar var. Şimdi aklıma geleni, okullarda okutulan edebiyat derslerini gerçekten edebiyat beğenisi aşılar bir hale getirmek.
Türk cemiyeti sizce ne ölçüde Batı uygarlığına geçebilmiştir?
Toplumumuz Tanzimat’tan beri Batı uygarlığına giden yolda yürüyor. Ama bazen pek yavaş, bazen pek hızlı. Arada bir de yerinde saydığı, hatta birkaç adım geri attığı oluyor. Atatürk devrimleri hızı kesilmeden sürüp gitseydi bugün Batı uygarlığına daha çok yaklaşmış olurduk.
Bugünkü sanatçıların medeni cesaret bakımından Tanzimat ve İstibdat nesli sanatçılarından geride kaldığı söyleniyor.
Dünyanın her yerinde sanatçıların topluma olan etkileri eskisine nispetle azaldı. Birkaç yıl önce “Edebiyat Ölüyor mu?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bunda çağdaş edebiyatçının toplumun gözünde değerinden ve etkisinden çok şey kaybettiğini söylemiştim. Yalnız bizde değil. Örneğin bir Emil Zola’nın, çağının toplumuna yaptığı etkiyi göz önüne getirin. Zola’nm bir makalesi Fransa’yı birbirine katmıştı. Bugün hangi Fransız yazan aynı tepkiyi uyandırabilir? Edebiyat o sıralarda rakipsizdi. Bugün sinema, televizyon gibi rakipleri var. Günümüz sanatçılarının toplum üzerinde etkileri eski sanatçılarınki gibi kesin olmaktan uzak. Ayrıca siyasi inançların kaynaştığı bir çağda sanatçı her an içinden çıkılmaz çukurlara düşmek tehlikesindedir. Zaten geçim zorlukları karşısında bunalmış olan çağımız sanatçısı dünkü sanatçıların geçim derdinden uzak davranışlarını yapamaz elbet.
Son zamanlarda sizi “sosyal sanat” yapmamak, yazılarınızda fazla ferdî kalmakla itham ediyorlar, ne dersiniz?
Bugün sosyal sanat yaptığım savunanların çoğu Fecr-i Ati’ye vergi bir duygululuk ve romantizm havası taşıyan şiir ve hikâyeler yazıyorlar. “Gökyüzünden geçen bulutlar insanların ıstırabına ağladı” gibi mısralarla sosyal sanat yaptıklarını sananlar kendilerinden başka kimseyi aldatamazlar. Ben hikâye ve romanlarımda kişioğlunu kendimce anlatıyorum. Bence bir kişinin iç dünyası varılamayacak, keşfedilemeyecek kadar uçsuz bucaksızdır. Sonsuz meselelerle doludur. Toplum da bireylerden kurulduğuna göre bireyin dünyasını iyice tanımak ve tanıtmak niçin “sosyal sanat” yapmak olmasın? Benim öyle bir iddiam yok. Ben sevdiğim, hoşlandığım, acısını duyduğum, sevincini tattığım şeylerden bahsediyorum. Bütün ufak tefek ayrıntılar kişioğlunun ölmez görünüşünü çiziyor. İlk hikâyelerimden beri beni kişinin iç dünyası ilgilendirdi. Bu iç dünya ile dış dünya arasındaki çelişmezlikler, çarpışmalar, yıkılmalar. Her sanatçının kendine vergi bir kişiliği vardır. Ben büyük şehirde yaşayan bireyin serüvenini anlatıyorum. Kendime göre, kendi yönlerimden. Her yazar kendine göre bir dünya kurar. Benimki bu. Gerçekten sanat değeri taşıyan bir eserin sosyal ve beşeri ölçüler bakımından da değerli olacağına inanırım ben.
Sait Faik son olarak Gülen Erdal’a verdiği mülakatında hikayeciler arasında en fazla sizi beğendiğini söylüyor. Sait Faik’le herhalde benzer yönleriniz olacak...
Sait Faik’ten çok şey öğrendim. Yalnız ben değil, bir kuşağın hikayecileri ondan neler öğrenmediler ki! Bir kere hikâye yazmak isteğini, özlemini bana Sait Faik’in ilk okuduğum hikâyeleri verdi. Sonra çevreme, insanlara, kendi içime nasıl bakılacağını gene onun hikâyeleriyle öğrendim. Sait Faik’in kişiliğim üzerinde büyük etkileri oldu. Uzun yıllar dostu olarak da çevresinde yaşadım, ikimiz de her kişiye üzerinde uzun uzun durulup düşünülecek birer dünya gözüyle bakıyorduk. Sanatçının her şeyden önce kendi dünyasını anlatması gerektiğine inanıyorduk. Sait’le yakınlığıma bunlar birer açıklama olabilir.
• Önce Ekmekler Bozuldu ve Aşksız İnsanlar adlı kitaplarınızın ikinci baskılarını yaparken dillerini biraz değiştirdiniz. Bu lüzumu neden duydunuz? Bir sanatçının buna hakkı var mı?
Önce Ekmekler Bozuldu 1946’da çıktı, Aşksız İnsanlar 1949’da. Bu iki kitapta yer alan hikâyeler 1942 yılları arasında2 yazılmıştı. 1955’te ikinci basımlarını yaparken onları aynı şekilde kitaba alamazdım. On yıl içinde dilimiz görüyorsunuz ne kadar arılaştı. O hikâyeleri eski halleriyle yeniden ortaya çıkarmak bana yersiz geldi. Öteki kitaplarımın örneğin Garipler Sokağı’nın da ikinci basımını yaparsam aynı şekilde dilini değiştireceğim. Bir yazar ömrü boyunca dili üzerinde çalışmalı bence. Çünkü bizim dilimiz Fransızca, İngilizce gibi istikrar kazanmış durumda değil. Yazılarımızın ileriye kalmasını istiyorsak hiç değilse dil bakımından bunu şimdiden sağlam bir yapıda kurmaya çalışalım.
Edebiyatımızın tenkit yönü ne durumdadır?
Edebiyatımızın tenkit yönü ne yazık ki, bomboş. 10 yıldan beri o kadar şair, hikâyeci, hatta romancı yetişti, tek bir eleştirmeci yetişmedi. Şair ve hikâyeciler ister istemez zaman zaman eleştirmecilik yapmak zorunda kaldılar. Nurullah Ataç eleştirmeci olmaktan çok, usta bir deneme yazarıdır. Bizim kuşaktan olduğu kadar daha sonraki kuşakta da eleştirmeyi kendine alan olarak seçen tek bir gönüllü çıkmadı, çıkamayacak galiba. En üzücü yön de bu.
Sevdiğiniz hikâyeci ve romancılarımızdan birkaç isim söyleyebilir misiniz?
Günümüz hikâyecilerinin hemen hepsinin sevdiğim hikâyeleri vardır. Bazılarını kendime yakın bulduğum için, bazılarını da benim hiçbir zaman yazamayacağım, göremeyeceğim şeyleri görüp yazdıkları için severim. Sait Faik’ten Özcan Ergüder’e kadar gelen hikayecilerin yeni sanatımıza yararlı oldukları kanısındayım. Derece derece, az veya çok. Romancı olarak da Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Orhan Hançerlioğlu güçlerinin yettiğince çalışıyorlar.
Oktay Akbal1923’te İstanbul’da doğdu. Öğrenimini Fransız okullarında ve İstiklal Lisesi’nde yaptı. Bir süre, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı. Küçük yaştan itibaren gazete ve dergilere yazmaya başlayan Akbal, bunlardan bazılarında sekreterlik, Vatan gazetesinde yıllarca kitap eleştirmenliği yapmıştır. Bugün aynı gazetede fıkra yazarı olarak çalışmaktadır. Hikâyelerini Önce Ekmekler Bozuldu, Aşksız İnsanlar, Bizans Definesi, Bulutun Rengi, Berber Aynası, İkisi (Önce Ekmekler Bozuldu ve Aşksız İnsanlar’ın bir arada basımı) adını verdiği kitaplarında topladı. Garipler Sokağı, Suçumuz İnsan Olmak isimli iki romanı ile Camus, Sartre, Labiche ve Anouilh’den birkaç çevirisi de vardır. 1958 de Suçumuz İnsan Olmak adlı romanıyla Türk Dil Kurumu Armağan’ın, 1959’da Berber Aynası ile de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmıştır. Bazı hikâyeleri İngilizce, Almanca, Yunanca, Sırpça ve Macarcaya çevrilmiştir. Kendisi aynı zamanda Yeditepe Şiir Armağanı jürisi üyelerindendir. Gerçeği çıplak olarak vermeyip ılık bir şiir havası içinde eritmek eğilimindedir. Eserlerinde, bir şehirli romantizmi içinde kendi hayatını, yakından tanıdığı insanları, bilhassa çocukluk anılarını vermeye çalışmaktadır. Bütün yazılarında duru bir Türkçe ve aydın bir görüş ön planda yer alır. |
(EKN)