Nehir Tuna’nın dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan ve İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film seçilerek Altın Lale Ödülü’nün sahibi olan ilk uzun metraj filmi “Yurt” (2023) Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde izleyici ile buluştu.
90’lı yılların sonlarına doğru Türkiye’nin siyasi kutuplaşma atmosferinde geçen bir büyüme hikâyesini anlatan film, 14 yaşındaki Ahmet’in, ailesinin zoruyla gönderildiği tarikat yurdu ve gündüzleri devam ettiği lise arasında sıkışıp kalan hayatını konu alıyor.
Yapımcılığını Tanay Abbasoğlu’nun üstlendiği filmde, Doğa Karakaş, Can Bartu Arslan, Ozan Çelik, Tansu Biçer ve Didem Ellialtı rol alıyor.
Yurt, Venedik Film Festivali’nin Bisato d’Oro Ödülleri’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü, Saint-Jean-de-Luz Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ve SFCC Film Eleştirmenleri Ödülleri’ni, Marakeş Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü ve Annonay İlk Filmler Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü kazandı.
Yönetmen Nehir Tuna ile Ahmet’in hikâyesini, Yurt'un otobiyografik yanlarını ve politik arka planını konuştuk.
Egemen anlatı
Filminizde yerel bir hikâyeyi evrensel bir şekilde ele alıyorsunuz. Hikâye sizce de yerel mi?
Evet, yerel bir hikâye, ama alışılmış Türkiye filmlerinden farklı bir görsel dünya sunuyor. En azından aldığım tepkiler bu yönde. Batılı bir estetiğe sahip olarak nitelendiriliyor film. Bu da bazıları için olumlu, bazıları için dışarıdan gelen bir bakış açısı gibi algılanabiliyor. Ancak ben tamamen içimden gelen, yarı otobiyografik bir hikâyeyi anlattım. Beş yıl dini eğitim veren bir yurtta kaldım ve aslında izlemek istediğim, görmek istediğim şeyleri filme yansıttım.
Film, kültürel olarak ise çok bizden bir hikâye, Trakya’da geçen Müslüman bir çocuğun öyküsü. Ancak filmde farklı kültürlerden insanlar da kendilerine dair bir şeyler bulabiliyorlar. Çünkü baktığımızda din baskısı, sekülarizm ve kişisel özgürlük çatışması gibi temalar evrensel. Baskı mekanizmaları her ülkede farklı şekillerde kuruluyor ve bu yüzden seyirci kendi deneyimiyle hikâyeyi bağdaştırabiliyor. Bir de tabii, büyüme hikâyesi olduğu için insanlar çocukluklarına ve ailelerine dair anlatılar bulabiliyor filmde. Örneğin Marakeş'teki gösterimden sonra yanıma gelen bir kadın, inançları yüzünden babasının onu terk ettiğini söylemişti.
Sevgi arayışı, hepimizin ortak derdi ve bence bu dert de filmi evrensel kılan unsurlardan biri.
Kendi hikâyenizi anlatmak zor değil mi?
Zor; fakat güzel. Özellikle çocukluğuma döndüğümde, kötü ya da travmatik anılara bile nostaljiyle baktığımı fark ettim. Hepsini bugünkü kişiliğimi inşa eden detaylar olarak görüyorum. Bu yüzden o anıları hatırlamak benim için bir tür psikanaliz süreci gibi oldu. Kişisel bir hikâye anlattığınızda kendinizle mesafenizi korumanız gerektiği söylenir. Bu mesafe bende doğal olarak oluştu. Süreç içerisinde de neyi nasıl anlatmak istediğiniz iyiden iyiye şekilleniyor zaten.
Ahmet
Ahmet’in hikâyesi zor bir hikâye değil mi?
Bence son derece zor. Ahmet, ne okulda ne de yurtta huzur bulabiliyor; ancak yurttaki çocuklarla arkadaşlık kurabiliyor. Yurt, karakterin kendini ifade edemediği, baskı altında olduğu bir yer. Din duvarı örüldükten sonra babasıyla olan ilişkisi derinden yara alıyor. Okulda da egemen anlatıdan nasibini alıyor.
Filmin geçtiği dönem ise hiçbir zaman hoşgörüyle karşılanmadığımızı düşündüğüm bir dönem. Ben Ahmet'ten daha küçüktüm o zamanlar, ama dışlandığımın o yaşlarda bile farkındaydım. Filmde olduğu gibi bir saldırıya maruz kaldı örneğin babam. Filmdekinden daha şiddetliydi. Küçük bir yerde yaşıyorduk ve orada bir şeylerin inşa edilmeye başlanması, dini eğitim veren bir yurt inşaatının başlaması gibi gelişmeler, aslında o dönemin genelindeki korku ikliminin küçük bir kasabada hayat bulmuş haliydi. İnsanlar bu korkuyla beslenip her şeyin bir tehdit olduğunu düşünüyorlardı.
Bir yerde birileri sürekli düşüncelerinizi değiştirmek için haberler yapıyordu. Bu propagandanın etkilerini halk arasında görüyordunuz. Egemen anlatının zamanla nasıl acımasızlaşabildiğini o saldırılarla fark ediyorsunuz. İnsanlar düşünmeden, sorgulamadan kolayca manipüle ediliyor. Anlamaktan çok yaftalamak ve ötekileştirmek üzerine kurulu bir anlayış gelişiyor ve bu, şiddete varan bir karşı koyuş haline geliyor. Hoşgörüsüz, çabuk parlayan bir toplum yapısı oluşturuyor.
Günümüzde bu durum tamamen değişti. Saldırıya uğrayan taraf daha baskın hale geldi, diğer tarafın sesi ise neredeyse tamamen kesildi. Yıllar geçtikçe ülkenin demografisi de değişti. Yeni nesiller yetişti ve istenilen bakış açısına sahip bir jenerasyon hakim oldu. Şimdi bu enstitüler çok daha yaygın. O yıllarda bir yurtta kalmak, şimdikine kıyasla çok daha zor bir deneyimdi. 90’larda askeri vesayet görünürdü ve güçlüydü. Şimdi ise tam tersi bir iklim var. Ancak temel sorun hâlâ aynı: İnsanlar seçtikleri hayat tarzlarını özgürce yaşayamıyor. Bir kişinin diğerinin hayatına müdahale etmesi hâlâ büyük bir problem.
Kimse, bir başkasına çocuğunu nasıl yetiştireceğini dikte edemez, ama maalesef aileler bu konuda çocuklarını kurban ediyor. Sadece din adına değil ama, örneğin istemediği halde futbol sevgisine zorlanan bir çocuk da benzer bir dramı yaşıyor. Potansiyellerimizi keşfedemediğimiz ve mutlu olamadığımız baskıların gölgesinde yaşıyoruz. Ama öte yandan da, o yurt olmasa bu film asla olmazdı.
Renkler
Filme dönecek olursak, uzun bir süre izleyiciyi siyah-beyaz görüntüler karşılıyor; ancak filmin kaçış anlarında renkler belirginleşiyor. Bu geçişi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu geçiş elbette özgürlüğün, Ahmet ve Hakan’ın özgürleşmesinin bir işareti. Filmde her ikisinin de sıkıştığı o kapalı dünyadan kurtulabilmeleri renkle ifade edildi. Kamera dili de buna eşlik etti. Örneğin Ahmet ve Hakan dışarıya çıktıklarında kamera daha serbest hareket etmeye başlıyor, kesmeler hızlanıyor, müzikler devreye giriyor. Renk, atmosferin bir parçası olarak bu özgürlüğü ve değişimi yansıtıyor.
Büyümenin yanı sıra cinsel kimlik hikâyesi de filmdeki baskın temalardan. Ahmet’in cinsel kimliğiyle barışması, okulda aşık olduğu kızı geride bırakmasıyla daha kolay hale geliyor gibi. Siz bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bu, Ahmet’in kendiyle barışma süreci. Filmde Ahmet’in kim olduğu ve bu kimliği nasıl kabul ettiği üzerine bir gelişme görüyoruz. Okulda arkasından konuşulmasına, dışlanmasına rağmen bu kimliği kabul ediyor. Aslında çocukluğa veda etmek ve yetişkinliğe geçmek gibi bir süreç bu. Ahmet kalıplara uymak zorunda olmadığını keşfediyor ve film boyunca büyüme sürecinin bir parçası olarak bunları geride bırakıyor.
Baba ve oğul
Ahmet film boyunca nahif bir karakter gibi görünüyor; ama sizce kendini koruyabiliyor mu?
Ahmet, sevgi arayışı içinde olan bir çocuk ve bu arayış onu çevresiyle uyumlu biri haline getiriyor. Babasıyla olan derin ve güçlü ilişkisinin din yüzünden zedelenmesi, Ahmet’i sürekli bir sevgi ve kabul arayışına itiyor. Fakat bence bu nahiflik, onu zayıf biri yapmıyor. Şöyle değerlendirebiliriz: Ahmet, büyüme sürecinde karşılaştığı zorluklara rağmen, adaptasyon yeteneği sayesinde ayakta kalıyor.
Ahmet’in türlü imtiyazları var; ama o bunların farkında değil. Oysa Hakan, sahip olmadığı her şeyin farkında olan, hayatta kalma mücadelesi veren biri. Ahmet, bu imtiyazların doğal olduğunu düşünüyor, bu yüzden de masum ve nahif görünüyor. Hakan ise daha kurnaz ve hayatın zorluklarına karşı sürekli tetikte. Ama Ahmet, sonunda hayatın zorluklarıyla yüzleşiyor. Filmin sonunda da aslında umutlu bir mesaj var. Ahmet, bu zorlukları atlatarak kendini hayatta daha güçlü bir pozisyona taşıyor.
Filmin müziklerinin sizin için özel bir anlamı var mı?
Elbette, kullandığım müziklerin hepsinin benim için özel bir yeri var. 90’lar müzikleri, İtalyanca şarkılar... Bunların her biri karakterlerin yaşadığı duygusal yolculuğu destekliyor. Özellikle Hakan’ın yaşadığı özgürlük ve mutluluk anları, müzikle birleşerek izleyiciye geçiyor. O yüzden seçtiğim müzikler, karakterlerin iç dünyalarını açığa çıkaran önemli bir unsur oldu ve müziklerle ilgili çok güzel tepkiler aldım. Bu da benim için ayrıca mutluluk verici.
Bu süreçte ilham aldığınız filmler var mıydı? Örneğin filminizi izlerken benim aklıma Andrey Zvyagintsev'in "The Return"ü gibi filmler geldi.
"The Return", baba-oğul ilişkisi bağlamında beni de derinden etkileyen yapımlardan biri. Benzer şekilde, büyüme hikâyelerini anlatan "Stand By Me" ve "400 Darbe" gibi filmler de benim için çok önemli. Evet, Ahmet’in büyüme, kimliğini keşfetme ve hayatın zorluklarına karşı mücadele etme süreci, bu filmlerden aldığım ilhamla birleşti; fakat özellikle tek bir filmden ilham aldım diyemem.
Nehir Tuna hakkında
Yönetmen ve senaryo yazarı.
2019 yılında uzun metraj projesi ile Sundance Film Festivali’nin Utah’ta düzenlenen Senaristler Lab’ine katılmaya hak kazandı.
2018’de Berlin’deki Nipkow Programına dahil olan Tuna, uzun metrajına benzer bir konuya sahip olan "Ayakkabı" adlı kısa film de dahil olmak üzere çeşitli kısa filmler yaptı.
Columbia Universite’sinde film yüksek lisansına devam eden Tuna, Rochester Teknoloji Enstitüsü’nde yönetmenlik üzerine yüksek lisansını tamamladı.
1985, Tekirdağ doğumlu.
Dinleme önerisi: Filmde yer alan müziklerden biri Nada'nın "Ma Che Freddo Fa"sı. (TY)