Mikdat Remzi Sancak’ı, Zaman gazetesinin 4 Eylül sayısındaki söyleşisi vasıtasıyla tanıdık. “Eskiden herkesi silahıyla karşılardı şimdi hurma ve zemzemle uğurluyor” başlıklı haberde, bir “Eski İstanbul kabadayısının” portresi çiziliyor, Sancak’ın geçmiş maceraları anlatılıp, bugün ne kadar dinibütün bir hayat yaşadığına dikkat çekiliyordu. Haberin kenarına iliştirilmiş küçük bir kutuda ise Sancak’ın 6-7 Eylül katliamı sırasında yaptıkları sıkıştırılmıştı. Gazetenin özel bir önem atfetmediği bu bilgi, bizim için fevkalade değerliydi, çünkü belki de ilk kez, 6-7 Eylül 1955 gecesi İstanbul sokaklarında yağma ve şiddet eylemlerine katılan bir kişi, yaptığı talanı açıksözlülükle anlatıyordu. O gün İstanbul’da olup, gayrimüslim komşusunu koruduğunu söyleyenler dışında ilk kez bir ‘gayrı-gayrimüslim’, işlediği suçu itiraf niteliğinde sözler sarf ediyordu. Hemen aynı gün, Sancak’tan telefonla randevu istedik ve birkaç saat sonra da kapısını çaldık. 6-7 Eylül’ü ve daha fazlasını anlattı.
Sohbetimiz sırasında öğrendik ki, Mikdat Sancak’ın dedesi, Ermeni kıyımında ciddi rol oynayan çeteci İpsiz Recep’in en has adamlarındanmış. Karadeniz’in iki yakası arasında kaçakçılık yapan resmi tarihin kahramanlarından İpsiz Recep, 17 Ermeni’yi komitacı oldukları gerekçesiyle öldürdükten sonra, hapis yatmaktan kurtulmak için Milli Mücadele saflarına katılmıştı. Bilimum suça bulaşmış elemanlar gibi ona da cezasına münasip bir rütbe verildi. 100 yıl üstündekiler subay, 15 yıl üstündekiler çavuş, 5 yıl üstündekiler ise er olarak Teşkilat-ı Mahsusa’ya alınırken, İpsiz Recep başarılarından dolayı yüzbaşı olarak onurlandırıldı. İşte bu İpsiz’in en has adamlarından birisi olan Hacıdedeoğlu Seyit, 70’lerin meşhur kabadayısı, 6-7 Eylül’de sokaktaki yağmaların katılımcısı Mikdat Bey’in dedesi. Milliyetçi bir ‘kabadayı’nın hikâyesinin, Türkiye’nin karanlık tarihiyle olan bağı için ‘tesadüf’ denilebilir mi sizce?
Geçtiğimiz yıl umreye, bu yıl da hacca giden ve imanlı bir Müslüman olduğunu her fırsatta dile getiren Sancak, “Trabzon Sürmele’liyiz. Yedi göbekten Türk’üz. Ben biraz Rumca bilirim ama Laz değiliz. Kanımız, soyumuz belli. Sancak ailesi olarak sadece İstanbul’da 500 aile var. Yani bizim sülaleyi toplasan bir ilçe olur. Mütareke yıllarında haber gönderdi Atatürk. Ne kadar adam çıkartabilirsiniz dedi. İş fena tabii. Topal Osman ‘beş bin tüfekliyle emrindeyim’ dedi. Başkası ‘üç bin adam getirim’ dedi. İpsiz Recep’e sordu, ‘kaç kişi’ dedi. O dedi ki, ‘ben işimi bilirim, bir tüfeğim bir ben yeterim. Sonra benim dedem de katıldı Recep’in ekibine. En has adamı oldu. Biz böyle bir köklü aileyiz işte. İpsiz Recep’in torunlarıyız bir anlamda.”
6-7 Eylül: Galeyana geldik
O sıralar denizcilikle uğraşan Mikdat Remzi, muhallebi yerken ‘rastgelir’ 6-7 Eylül güruhuna. Ve tıpkı dedesi gibi, canhıraş bir şekilde yerini alır milli davada: “Ben o sıralar İstanbul’da yeni sayılırım. Denizciydim. Mal taşırdım. Haydarpaşa Garı’ndan Eminönü haline. Tesadüfen, o gün memleketten gelen bir arkadaşla Tophane’de muhallebi yiyorduk. Baktık insanlar koşuyor. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana geldi tabii. Dükkânların camlarını kırıp içerde ne var ne yok alıyorlardı. Polisler de vardı ‘kırın, saldırın!’ diye bağırıyorlardı. Biz de katıldık, napalım?
Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik, evlerine daldık. Öyle bir kargaşa vardı ki, İstiklal caddesinde iki gün tramvay çalışamadı. Yola kumaşlar, perdeler, eşyalar atılmıştı. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın… Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık. Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşibiryerde reşat. Aldım onları da…
Öyleydi, bir kargaşa olmuştu ki herkes ne çarptıysa kaldırdı. Düşün, o zaman tramvaylar 3 kuruş. Yozgatlı bir köylü vatmana bilet parası vermek için elini cebine atıyor. Bir tane binlik çıkartıyor. Vatman, ‘bozamam’ diyor. Adam tekrar elini atıyor, cebine bir binlik daha çıkartıyor. Köylü adam, bilmiyor ki parayı. Bir kere daha, bir kere daha, bitmiyor. Vatman polis çağırdı. Adamın üzerinden 40 tane binlik çıktı. Aslında olanlar olacak iş değildi.”
Çorum katliamı ve ASALA ‘temizliği’!
Mikdat Remzi hayatın doğru yolla çalışarak kazanamayacağına karar verir ve kendi deyişiyle “faili meçhul” işlere girer.1980 darbesinin ardından uyuşturucu kaçakçılığı suçundan hapse girer. Kendi deyişiyle hapse girer ama mahpusluk yaşamaz. Çünkü, 27 Mayıs 1960 darbesini yapan subaylardan Kurmay Binbaşı Ahmet Yıldız çok yakın “dostudur” Sancak’ın. Bir de bir tuğgeneralden bahsediyor Sancak, ismini vermeden. Çorum katlimı sırasında Çorum’dadır. Tıpkı 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi hikayeleştiriyor bu katliamı da: “Galeyana geldik, 105 kişi öldü.”
Yeraltı dünyasının önemli isimlerinden biri haline gelmiş zamanla. Ama mesele hiçbir zaman sadece mafyavari işlerle sınırı kalmıyor. ‘Milli’ meselelerle olan ilişki de hiç kopmuyor: “Dündar Kılıç bizim elimizde büyüdü, her şeyi bizden öğrendi. Ağansoy, Çakıcı bizim yanımızda kumarhanede kapı açan çocuktu. Hükümet birer bant verdi, bunlara. Bazı görevler verdi, vatan için ve ‘Eğer muvaffak olmadan yakalanırsan seni tanımayız’ dedi. Yurt dışında bizim konsolosları, elçileri öldürüyorlardı, o zamanlar. Devlet ne yapacak? Çete gönderecek, resmi askerini polisini gönderemez ya. Bunlar toplanıp gitti. Yunanistan’da İran’da kampları temizleyip geldiler, Ermenileri duman ettiler. Ermeniler demeyelim ASALA diyelim. Bütün Ermenilere mal edemem ASALA’yı. Neyse, hallettiler işi bizimkiler, hiçbir zayiyat da vermediler üstelik. Sonra ne yaptı devlet, kelleyi koltuğuna almış vatan için savaşmış bu adamları kaldırıp attı. Sonra sahip çıkmadı devlet bunlara. Bunlar da kendi işlerine baktılar. Yolarını buldular… Ben 1980 darbesinde içeri alındım. İftira ettiler. Uyuşturucu kaçakçılığından yattım. İftira ama benim bazı faili meçhullerim vardı. Allah verdi bence o cezayı bana. Kestiler 14 yıl ceza. Ama yattım diyemem, rahattım. İstediğim vakit içeri girer, istediğim vakit çıkardım. Kimse karışamazdı bana. Çıkarken dışarı gardiyan falan vermezlerdi yanıma. Cezaevi müdürü falan yalan yani. Bir başsavcı vardı benden yukarda, gerisi hikâye... Çünkü bizim çok yakın bir akrabamız generaldi. Çorum olayları sırasında da Çorum’daydım. Bir sürü Alevi insan öldürüldü. ‘Aleviler camiyi yaktı’ diye duyduk, galeyena gelindi sonra 105 Alevi öldürüldü. Ben severim Alevileri, bizim Sünnilere göre daha açık kafalı, daha akıllıdırlar. Kadınları bizimkiler gibi yobaz değildir. İşte o zamanda bir sürü insanı öldürdüler. Yine bizim halk galeyana geldi. Aleviler iyi insanlar. Kürtler de iyidir ama üzüyorlar bizi. Ben de bir kitap var ‘28. İsyan’ diye. Yani bu mesele öyle yeni bir mesele değil. Bu ayrı gayrılık seksen yıllık hikâye. Kıyım olmadan altından kalkamayız bu işin… Neyse, darbeden sonra cezaevlerine Atatürk büstleri konması ve özlü Türk sözleri yazılması kural oldu. Çorum’da yoktu bu işi yapacak zanaatkar adam. Ben yaptım cezaevindeki Atatürk büstünü. Altına da ‘Türk, Öğün, Çalış, Güven’ diye yazdım.”
Kocası gayrimüslimdi, kaçırdım!
Mikdat Remzi Sancak dört evlilik yapmış. Daha doğrusu üç kadın kaçırmış. Bu üç kadının ortak özelliği Türk olmamaları. Sancak’ın dördüncü eşi, Stalin’in iktidarında Kremlin Sarayı’nda kalan Anna Simonovna Sakalova’nın kızı. Sakolova ise İnönü zamanında Sümerbank fabrikalarının kurulması için 65 genç arasındaki Ata İpekyılmaz’a aşık olup Türkleşen Yüksel İpekyılmaz.
Sakolova’nın aşk hikâyesini 2001 tarihli Hürriyet gazetesi şöyle anlatıyor: “Hayri Bey (Sümerbank Genel Müdürü) bizim için İsmet İnönü ve Politbüro üyesi Kalinin’in buluşmasını sağladı. Kalinin, bana ‘Evlenecek başkasını bulamadın mı?’ diye sordu. İnönü ise epey caydırmaya çalıştıktan sonra, ‘Seninle başa çıkılmaz. Tek şart koşuyorum, Müslüman olacaksın’ dedi. Kabul ettim. İnönü Türkiye’ye girmem için gereken belgeyi Kremlin’de imzalayıp verdi.”
Sancak ise işte bu Sakolova’nın kızı Müjgan’ı kaçırışını şöyle anlatıyor: “İlkinde Siirt’li bir Arap kızını kaçırdım. 16 yaşındaydı. Bir yıl falan sürdü. Sonra bir Arnavut’la evlendim. O da kısa sürdü. Üçüncüsünde amcamın kızını aldı. O da bir buçuk yıl kadar sürdü. Ama esas hanım benim başkaydı. Kırk bir yıl sürdü onunla evliliğim. Bir gün bizim lunaparka bir kadın geldi. Ama ne kadın! Çok güzel, kültürlü de üstelik. Yeşilköy güzellik yarışmasında birinci olmuş, yüzücü falan. Kadın evli, kocası gayrimüslim, iki de çocuğu var. Kadın da ecnebi, Rus. Benim kayınpeder Kremlin’den kaçırmış kayınvalideyi. Ben de kızını kaçırdım Yeşilköy’den. Evli, mevli ama kim takar? Kocasının maddi durumu yoktu. Kocası bir şey yapamadı tabii. Nasıl karşı gelecek bana. O zaman bütün Yeşilköy benim kontrolümdeydi. Burada bir lunapark vardı benim. Oraya her gün çuvallarla para taşırdım. Çekip gitti, adamcağız. Tamam, ben yaptığımın doğru olduğunu söylemiyorum, ama gençlik. Dinen de yasak ama Allah affeder.”
‘Gayrimüslimler bana sığındı’
“Ben geldiğimde buraya bir tane Türk Müslüman adam yoktu. Hepsi ecnebiydi. 5 tane araba vardı. Biri Madam’ın arabası, bir jipti… Yeşilköy’de beni herkes tanır, sever. Gayrimüslimler daha çok sever. Yeşilköy’deki Katolik kilisesinin inşaatında bile emeğim vardır. 1974 yılında Kıbrıs çıkarması oldu. O zaman Polat sitesi ünlüydü. Orada oturuyorum. Eve gittim. Hanımın bütün Rum arkadaşları korkmuşlar, bize gelmiş, Remzi abinin evinde bize bir şey yapamazlar diye düşünmüşler. Doğruydu da, buraların asayişi benden sorulurdu. Karakol benden sonra gelirdi. Herkesi misafir ettik, kapıya da silahlı bir adam diktim. Kaldılar bir süre. Sonra sürdüler kimilerini, Yunanistan’a falan gittiler işte.”
O da bu kalabalığın arasındaydı
Katliamın yaşandığı gece, İstanbul sokaklarında on binlerce kişiden oluşan bir kalabalık, gayrimüslimlere ait ev, işyeri ve kurumlara saldırdı. Mallar yağma ve talan edildi, cinayetler işlendi, kadınlara tecavüz edildi. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atıldığı iddiasıyla başlayan olaylar sonrasında, binlerce gayrimüslim, Türkiye’de kendileri için yaşama imkânı kalmadığına inanarak, binlerce yıllık memleketlerini terk etmek zorunda kaldı.
Atatürk'ün Selanik'teki evine bombayı attığı belirlenen Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi Oktay Engin, Türkiye’de bürokraside görev aldı. 22 Şubat 1992-18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliğine getirildi. Olaylar sırasında Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu'na verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” demecini verdi. (FT/EKN)
* Bu haberi AGOS gazetesinden aldık.