Sizi tanımakla başlayalım mı?
Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora programında öğrenciyim. Yargısız infaz türlerinden biri olan namus cinayetleri üzerine hem kadının insan hakları savunucusu olarak hem de feminist araştırmacı olarak 1996 Şubatı'ndan beri çalışıyorum.
Ben namus cinayetlerine, Sevda Gök'ün 1996'da öldürülmesinden sonra girdim ve o zamandan beri bu olayla ilgili uğraşırken olaya üç alandan nasıl yaklaşılabilir düşüncesini güttüm. Öncelikle bu konu hakkında disiplinler arası bakış açısıyla yazmaya çalıştığım bir kitabım var. Bu, doğal olarak benim akademik kimliğim ile bağlantılı.
Öte yandan yine bu konuda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nda 1998 yılından beri lobicilik çalışmalarım var. Son bir yıldır lobiciliği hem Cenevre'de hem de New York'ta yapıyorum. İşin uluslararası insan hakları platformuna taşınması çok ama çok önemli.
KA-MER, BM, WILPF
Ka-Mer'in Güneydoğu Anadolu'da namus cinayetlerini önleme projesi var, onlara da yardım ediyorum o projede. Üçü de çok heyecan verici alanlar. Birbirlerini de mükemmel tamamlıyorlar. Arada sırada Radikal gazetesi de dahil olmak üzere bir yerlere bir şeyler yazmaya çalışıyorum. En severek yaptığım şeylerden biri de bu yazmak işi.
Birleşmiş Milletler'deki lobicilik konusundan söz edeyim isterseniz. 1998'den beri bu konu üzerinde Women's International League for Peace and Freedom'la (WILPF- Özgürlük ve Barış için Uluslar arası Kadınlar Birliği) birlikte çalışıyorum. Bu kuruluş I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, o zaman ve şimdi de liberal ve radikal görünen kadınlar tarafından kurulmuş. Savaşa hayır ve pasifist olanlar, bu örgütün kadınlarının temel özelliği.
Bunların kurucu üyelerinden ikisi Nobel Barış Ödülü aldı. Bugün dünyada Nobel Barış Ödülü almış 11 kadın var; bu yılki ödülün sahibi Şirin Ebadi de dahil olmak üzere. İkincisi ve üçüncüsü WILPF'ten çıkmıştır ve hatta ilk çıkan Jane Adams -uluslararası ilişkiler alanında çalışanlar bilir- Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Wilson'ın adıyla anılan ilkeler vardır; bu ilkelerin ardındaki beyin olarak bilinir.
BM "Namus cinayeti"ni bilmiyordu
Nerdeyse 90 senelik bir örgüt. Ben ilk 1998'de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'na gittiğimde namus cinayetlerinin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Hiçbir belge, hiçbir karar yoktu. Ben de insanlara bunun ne olduğunu anlatarak işe başladım. Namus cinayetleri 2000 yılında tabii ki kararlara girmeye başladı ve son üç senedir de kararlarda yer alıyor. Benim deneyim alanım, İnsan Hakları Komisyonu.
Komisyon maalesef kadınlar tarafından pek kullanılmayan bir mekanizma. Birleşmiş Milletleri kullanan kadınlar bile Cenevre'yi pek fazla kullanmıyorlar. New York'taki Kadının Statüsü Komisyonu'nu ve CEDAW'ı (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) kullanıyorlar.
İnsan Hakları Komisyonu'nda kadınları ve kadının bakış açısını görmek için epey bir çaba gerekiyor. Aktivistler sadece kadınlarla ilgili maddeler görüşüldüğünde komisyona gelirler. Daha başka bir sürü konu var ve bunlara toplumsal cinsiyetin entegrasyonu ve kadın bakış açısıyla yaklaşmak, henüz pek yaygın değil, arada sırada sözü edilse de.
Cenevre'deki Komisyon çok erkek egemen, çok sert, uzun süren ve de yoğun bir program; üstelik çok politik. Her yıl bahar aylarında altı haftalığına toplanıyor. Çok da önemli bir mekanizma.
İnanır mısınız, siz bir 'virgül' deseniz bütün hükümetlerin kulaklarını kocaman açıp dinledikleri bir yer burası. Bu çok güzel bir alan aslında, çok güzel kullanılabilecek bir alan. Dünyanın pek çok yerinden gelen sivil toplum kuruluşları orada kendi alanlarıyla ilgili lobicilik faaliyeti yapmaya çalışıyor.
Lobicilik ne demek?
Kabaca tanımıyla insanları istediğiniz yöne yönlendirmektir. Diyelim ki bir karar var Birleşmiş Milletler'de. Ben bu karara bakarım, ne eksik onu görürüm ne fazla onu görürüm.Kendi istediğim dili koydurtmaya çalışırım, sevmediklerimi çıkartmaya çalışırım. Bunun için giderim diğer sivil toplum kuruluşlarıyla konuşurum. Birleşmiş Milletler'in kendi temsilcileriyle konuşurum ve de devlet bünyesindeki temsilcilerle yani diplomatlarla konuşurum. Orada benim istediğim dil olsun isterim.
Tabii ki siz oraya toplantıya gittiniz o dakikada olacak bir şey değildir. Çok uzun süreçli bir şeydir Her zaman için Birleşmiş Milletler'de özellikle İnsan Hakları Komisyonunda önemli olan şudur: Bu sene önümüzdeki sene için çalışırsın. Lobiciliğin Amerika'da kullanılmış kötü bir anlamı var. Ne bileyim silah sektörü olsun, sigara sektörü olsun kendi dediklerini devlet adamlarına yaptırmaya çalışıyorlar gibi algılanıyor.
Halbuki lobicilik sizin elinizdeki bir alettir. İstediğiniz alanda kullanırsınız. İnsan hakları için de... Özel kullanılan bir yer değil İnsan Hakları Komisyonu ve bu komisyonun altında 20'den fazla madde var. Bunların her biri tek başına uzmanlık alanları. Ben madde 11 ve madde 12 üzerine odaklanıyorum çalışırken.
Madde 11, "Sivil ve Politik Haklar" ile ilgilenir. Namus cinayetleri bir yargısız infaz türü olduğundan, doğrudan "Keyfi İnfazlar" konusunun içerisine giriyor. Böyle bir dilin kabul edilmesi için hepimiz çok uğraştık. Bu dili konuyla ilgili kararlara sokmayı başardıysak bile her yıl çok güçlü bir savaş veriyoruz. Bir de tabii ki kadına yönelik şiddet, nedenleri ve sonuçları ile ilgili Madde 12 üzerinde yoğunlaşıyorum.
İnsan Hakları Komisyonu'nun kadınlar tarafından kullanılmamasının sebebi ne?
Bunun altında çok büyük politik sebepler yatıyor. Hem kadınlar tarafından gelen politik sebepler hem de komisyonun kendi politiği içindeki sebepler... Kadınlar genellikle sadece kadın odaklı mekanizmalara yöneliyorlar, bence bu çok yanlış...
Resmi net göremiyorsunuz çünkü. İkincisi, "New York" ve "Cenevre" ayrımı var. New York'la Cenevre arasında, bilgi alışverişi ve STK'ların birbirleriyle ilişkileri konularında bir uçurum var her zaman için. Birtakım büyük şeyler Cenevre'de olurken bazıları New York'ta oluyor, ve Cenevre'nin bundan haberi olmuyor.
Bir örnek verebilir misiniz?
Örneğin bir kadın sorunu olarak "berdel" üzerine çalışıyorsunuz. Berdel benim görüşüme göre tabii ki bir kadına yönelik şiddettir. Ondan hiç şüphem yok. Bir insan hakları sorunudur. Ama aynı zamanda köleliğin çağdaş formlarından biridir. Çağlardan bugüne taşınan bir şiddet türüdür. Bunu orada irdelemek lazım.
Hep kadının işidir, aile içi şiddettir görmezlikten geliyorsunuz demek lazım. Aile içi şiddet aynı zamanda Madde 11'in altında bir kendini ifade etme sorunudur. Bir kadının orada her türlü özgürlüğü kısıtlanmıştır, ama en önemlisi belki de kendini ifade etme özgürlüğünün kısıtlanmış olması.
Kadını aile içi şiddetten öldürürsünüz ve bu yargısız infazdır çünkü adam orada yargısız infaz yapmıştır, devlet sistemi de "karısıdır, öldürmüştür" der ve namus cinayeti filan da değildir, kültürel yapının altında kaybolur. Onun için çok dikkatli düşünmek lazım.
Siz nasıl feminist oldunuz? Türkiye'deki kadın hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben doğuştan feministim. Hatta annemin karnına düştüğüm andan beri feministim! Onun için, "nasıl feminist oldun" sorusuna, "ben feminist olarak dünyaya geldim" diyorum. Türkiye'de "ben feminist değilim" diyen kadınları anlamıyorum.
Ben kadın çalışmalarına hiçbir zaman için kadın çalışmaları yapacağım diye girmedim. 80'li yılların, Özal döneminin ürünüyüm. İşletme okudum, finans okudum ve uluslararası ekonomi politikası gibi konular okudum. Benim dönemimde mezun olup sadece bu konuların dışında başka konuları okumak bile büyük bir başkaldırıydı.
Ben de bu konuları okudum hem Boğaziçi'nde, hem de yurtdışında. Fakat bir gün, "ilgilendiğim şeyi yapacağım ben" dedim. Ben her zaman için siyaset bilimiyle uluslararası ilişkilerle ve feminizmle ilgiliydim. Tamam, dedim, o zaman ben buna gireceğim.
Girdim ve bunun üzerinde çalışmaya başladım. Kadın hareketine bakışım şu: biraz daha herhalde ! konuların altında bir araya gelip el ele vererek birtakım stratejik işler yapmak lazım sanırım. Onu yeteri kadar yapabiliyor muyuz, bilmiyorum.
Ertürk'ün raportörlüğü için 34 STK çalıştı
Ama ben bir şeyden çok memnunum; Yakın Ertürk'ün BM Kadına Karşı Şiddet Özel Raportörlüğü görevine getirilmesi aşamasında yapılan lobicilik çalışmalarında Türkiye'den 34 sivil toplum kuruluşu Yakın Ertürk'ü destekler bir biçimde ortaya çıktı. Bu 34 kuruluşun içinde Güneydoğu Anadolu'dan çıkan kadınlar da vardı, İslamcı feminist olarak kendilerini adlandıran kadınlar da vardı, kendilerini Kemalist olarak adlandıranlar da vardı.
Kendilerini hiçbir kategoriye sokmadan "biz sadece şunu bunu yapıyoruz" diyenler de vardı aralarında. Bu çok hoş bir şey. Biraz böyle çalışmak lazım. CEDAW artık Türkiye'de konuşuluyor. Uçan Süpürge'nin sekreteryasını üstlendiği bir toplantı yapıldı, CEDAW Türkiye'de tanındı; şimdi CEDAW'ı kullanmayı ileri götürelim.
Yakın Hocanın atandığı bu pozisyondan en iyi nasıl yararlanabiliriz, bunu düşünelim. Biz kadınlar olarak Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Komisyonu'nu en iyi şekilde nasıl kullanabiliriz ona bakalım. Biz sivil toplum kuruluşları, feministler, araştırmacılar, Türkiyeli kadınlar olarak bu konumdan en iyi şekilde nasıl istifade edebiliriz ona bakalım.
CEDAW'a veya İhtiyari Protokol'e, iç hukuk yolları tüketildikten sonra başvuruyorsunuz ama İnsan Hakları Komisyonu'nda üç tane mekanizma var. İmdat mektubu yazılıyor devlete, aman böyle bir suç işlendi mektubu yazılıyor. Bunlar için Türkiye'deki iç mekanizmaları tüketmek gerekmiyor.
198 ülkenin raportörü
Yakın Hoca ayrıca sadece Türkiye'nin değil 198 ülkenin özel raportörü. Bu nasıl kullanılabilir? Belki bu noktada bu özel raportörlüğün konumundan bahsetmek lazım. Birleşmiş Milletler'in insan haklarında toplam 52 özel raportör ve bağımsız uzman var. Onların altında Madde 11 ve Madde 12'in altındaki özel raportörler, bunlar 5-6 kişi.
Bunlar çok yüksek seviyede görülüyorlar. Öteki bağımsız uzmanlardan daha yüksek bir noktada algılanıyorlar. İnsan haklarının yapısı gereği insan hakları komiserinin (Biliyorsunuz Irak'ta öldürüldü) algılanan ve görünen konumu Kofi Annan'la aynı düzeyde. Kofi Annan bir şey söylüyor, tamam ama insan hakları! komiseri de bunu söylüyor mu diye bakılıyor çünkü o adamın söylediği en az öteki kadar önemli. Aynı noktada yürüyor.
Yakın Hoca'nın da dahil olduğu ve özel raportörlerinde bulunduğu o küçücük grup prestij olarak tamamen Kofi Annan'ın bir adım arkasında görülüyor. Belki hiyerarşi olarak Birleşmiş Milletler'in sayfasında ve bizde böyle bir şey geçmiyor ama söylemde algılanan bu. Bir de tabii ki bu görevin getirdiği bir diplomatik konum var. Türkiyeli bir kadının böyle bir noktaya gelmesi çok hoş bir şey.
Yakın Ertürk'le ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Yakın Hocanın lobiciliğini yaparken Cenevre'de Avustralya Hükümetinin çok üst düzey bir yetkilisi "Bu kadın hakikaten özgeçmişinde göründüğü kadar iyi mi?" diye bir soru sordu. Tabii onun böyle bir özgeçmişinin olması çok etkili oldu. Ayrıca hem doğu ülkelerinden hem batı ülkelerinden
Yakın Hoca çok istendi. Pakistanlı bir delege durmadan bana gelip "Yakın Hocanın işi oluyor mu, nasıl gidiyor?" diye soruyordu, ki genellikle diplomatlar böyle şeyleri sormazlar. Bunu soran da çok saygın bir diplomattı. Türk Hükümetinin ne düşündüğünü merak ediyorlardı. Ben hükümet temsilcisi olmamama rağmen böyle sorular geliyordu bana.
Çünkü Yakın Hocanın kendisi Birleşmiş Milletler'de 4 sene çalışmış ve çalışırken de şöyle bir imaj bırakmıştı: hiçbir zaman için tek taraflı olmadan, tamamen bütün ülkelere eşit dengelerle ve ayrımcılık gözetmeden, herhangi bir ırkçılık gözetmeden bambaşka bir şekilde bakmış. Bunlar çok önemli şeyler. Gerek Batı gerekse Doğu, her yerde, biraz da Osmanlıdan gelen bir yaklaşımla, Türkiye'ye sorunları çözecek gözüyle bakılıyor...
Gerçekten Türkiye böyle mi görülüyor?
Bu konuda böyle bakıldı. Bir de biz 1 Mart'ta tezkereye hayır dedik ya, o zamana kadar dünyada Türkiye'nin durumunun ne olduğu çok tartışılır da, tamamen konumu değişti, bambaşka bir yerde duruyoruz şu an. Kadına yönelik şiddetten sorumlu özel raportörlük çok önemli, fakat 11 Eylül'den sonra hepten önemli olmaya başladı.
Çünkü 11 Eylül'den sonra bir "Islamofobia" düşüncesi algılanıyor. Batı Doğu'ya saldırdığı zaman (hani şu medeniyetler çatışması denilen şey var ya) kadın konusundan saldırıyor; siz barbarsınız sizde kadının insan hakları yok, siz kadını insan görmüyorsunuz diye saldırılıyor, o zaman bakıyorsunuz kadına yönelik şiddet en büyük savaş alanı olarak ortaya çıkıyor.
11 Eylül açısından Kadına Karşı Şiddet Özel Raportörlüğü görevinin çok önemi vardı. Benim kişisel iddiam, bu önem daha da bir öne çıktı şimdi. Çok zor bir dönemde göreve geldi Yakın Hoca ve anladığım kadarıyla! çok şey bekleniyor ondan.
Yakın Hoca ile ilgili bir kampanya yapmayı planlıyormuşsunuz? Bu nasıl bir kampanya olacak?
Bu benim tek başına yapmayı planladığım bir şey değil. Türkiyeli kadınlar olarak ne söylemek istiyoruz Yakın Hocaya? Benim insanlara sorum bu: "Sizin için önemli olan nedir?" Tablonun bir de o haliyle ortaya çıkması lazım. Bunu Uçan Süpürge olarak siz düşündünüz, web sitenizin forum sayfasında sordunuz.
Yakın Ertürk'ün bu göreve getirilmesinin ardından bir kokteyl düzenledik. Kadınlar buradaydılar, onu desteklediler, ama sonra unutuldu. Böyle bir bellek var şu anda kadın hareketinde. Ya da belleksizlik...
Bence Türkiye'de böyle bir bellek var maalesef. Elimizden geleni yapalım. "Benim kişisel görüşüm şu..." desin herkes. Herkes kendi önceliğini söylesin. Bunun ses getirmesi gerekiyor, sizin web sayfası evet muhteşemdi ama İnternet'e ulaşamayan insanlar var. Nasıl ulaşılabilir bu insanlara? Bir paragraf olabilir, bir satır olabilir, görüşlerini söyler insanlar, nedir beklentiler...
Eğer Yakın Hocanın pozisyonu, Türkiyeli kadınları ileri götürmek için kullanılmayacaksa yazık olur. Kaçırılacak bir şey değil bu! Tek başına Yakın Hocanın yapabileceği bir şey değil, bence tam tersine bu sivil toplum kuruluşlarının yapacağı bir şey ve sivil toplum kuruluşları da isteklerini dile getirmeliler.
Ama yalnızca kadın örgütleri değil, diğer sivil toplum kuruluşları arasında da iletişim çok zayıf.
İnsan Hakları Komisyonu daha Türkiye'de bilinmiyor, kullanılmıyor. Ben kalkıp Cenevre'ye gittiğim zaman -ki sadece bahar aylarında gidiyorum- tek Müslüman ülkeden gelen kadın ben oluyordum.
Ama CEDAW'e, New York'a gittiğiniz zaman dünyanın her tarafından gelmiş kadınlar var. Kadınların sorunları hâlâ marjinalize ediliyor ve dışlanıyor. Tam tersine kadın hareketi gündemin ortasında, içinde olmalı, odak olmalı. Çünkü kadın hareketi sorunu çözülünce dünyanın bütün sorunlarının çözüleceğine inanıyorum ben. Kadın-erkek eşitsizliğinin altındaki gerçek nedenin erkeğin kadın üstündeki iktidarı olduğunu düşünüyorum.
Bu iktidarı korumak için yaptığı her şeyi masanın göbeğine oturttuğunuzda sorun çözülecek, bunun ırkçılık boyutu da var, ekonomik boyutu da var, coğrafi boyutu da var ama her şeyi kazıdığınızda altından bu çıkıyor. Bir de şöyle bir şey var; Kadının Statüsü Komisyonu her sene toplanır, bu sene de toplanacak. Her seneki toplantısından sonra görüş birliğine varılmış kararlar yayınlanır, ama geçen sene yayınlanmadı.
Çünkü kadının insan hakları konusunda bir karara varamadı Birleşmiş Milletler delegeleri. Bu, Kadının Statüsü Komisyonu'nda bir ilktir bu, tarihsel bir ilk. 1946'dan beri toplanıyorlar ve ilk kez böyle bir şey oldu ve neydi altındaki neden, biliyor musunuz? Kadına yönelik yapılan her türden şiddetin içinde "namus cinayetleri" ve "cinsel tercih" adına yapılan bu iki şiddet konusuydu anlaşamama nedenleri. (NM)