Oysa, 21. yüzyılın içinde bulunduğumuz ilk onyılında ABD dahil bir çok önemli ülkede, bu arada Türkiye'de, dünya görüşünü ve siyasi duruşunu muhafazakar olarak tanımlayan partiler iktidara gelmiştir.
Dahası, bu partilerin alternatiflerini oluşturan partilerin çoğu da en az iktidardakiler kadar muhafazakar bir anlayış sergilemektedir. "Devrimci" bir yüzyıl olarak başlayan 20. yüzyılın aksine, 21. yüzyılın "muhafazakar" bir yüzyıl olarak başladığını söylemek yanlış olmaz. O halde, kimin, neyi muhafaza etmeye çalıştığını irdelemek gerekiyor.
Yaptığımız araştırma işte bu irdelemeye Türkiye özelinde ampirik verilere dayanarak ve teorik bir çerçeve oluşturarak bir katkıda bulunmaya çalışıyor.
Projede, Boğaziçi Üniversitesi'nden Bahar Başer ve Ömer Ak araştırma asistanı, Dr. Emre Erdoğan ve Güçlü Atılgan ise danışman olarak yer aldılar. Saha araştırması ise Infakto Research Workshop tarafından gerçekleştirildi.
Nisan 2005'te başlattığımız bu araştırmanın ana veri kaynaklarını derinlemesine görüşmeler ve kamuoyu yoklaması oluşturdu.
Kamuoyu yoklaması 16 Aralık 2005 - 6 Ocak 2006 tarihleri arasında, 15 ilin kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde hanelerde yüzyüze görüşme yöntemi ile gerçekleştirildi. Araştırmada 18 yaş ve üstü nüfusu temsil eden 1644 kişilik bir örneklem kullanıldı. Örneklemin beklenen hata payı ± yüzde 2,4'tür.
Eşit, hamarat ve namuslu
Türkiye'de bir muhafazakar anaakımdan sözedilecekse, bunun merkezinde aile, onun da çekirdeğinde "eşit, hamarat ve namuslu" olması beklenen kadın var. Bu araştırmaya başlarken biz muhafazakarlığın köklerinde "devlet"i bulmak üzere yola çıkmıştık, ama "aile"yi bulduk.
Başlangıçta, Türkiye'de bugün üniversitelerde, siyaset dünyasında ve medyada esen rüzgarların da tesiriyle; Ermeni Konferansı, Orhan Pamuk Vakası, Şemdinli Davası, Kurtlar Vadisi Fenomeni, Çuval Olayı ve AB'nin mutad rencide edici ve gönül kırıcı tavırlarına gösterilen tepkilerden etkilenerek, Türkiye'deki muhafazakarlığın orta yerinde devleti ve onu sarmalayan bir ideoloji olarak da seküler ya da dinsel yeni milliyetçilikleri bulacağımızı sanıyorduk.
Oysa, derine indikçe, görüntülerin ötesine geçtikçe, ailenin, din, devlet ve millet gibi rakip kurumlara açık ara fark atarak, korunması en çok istenen, gelenekleri doğuran ve geleneklerin uygulandığı ana kurum olarak belirdiğine şahit olduk.
Ailenin Türk muhafazakarlığındaki merkezi yeri, hem kadının konumu, hem cinsellik, hem de Batı'nın muhtemel kötü etkileri ile ilgili sorulara verilen cevaplarda da ortaya çıkıyor.
Kadının erkekle kamusal alandaki eşitliği büyük onay görürken, ev içerisinde eşitsiz bir konuma razı olması, "sadık eş-iyi anne" rolünü oynaması talep ediliyor.
AB aile yapısını bozuyor!
Ailenin korunması, büyük ölçüde kadının bu "hamarat ve namuslu" konumunda kalmasına bağlanıyor. Keza, rahatsız olunan cinsel yaşantı biçimlerinin başında da, hem aile kurumunu, hem de kadın ve erkeğin aile içerisinde tanımlanan "normal" ve "mazbut" cinsel varoluşlarını tehdit ettiği düşünülen yaşantılar geliyor: homoseksüellik, evlenmeden birarada yaşama, bara-diskoteğe gitme, kadınların açık giyinmesi, erkeklerin küpe takması gibi.
Batı ve AB ile yakınlaşma da, aile kurumunu, kabul edilen kadın-erkek ve büyük-küçük ilişkilerini bozabilecek etkiler doğurabilecek bir tehdit odağı olarak görüldüğü ölçüde istenmiyor.
Nitekim, AB'yle daha yakın ilişkiler kurmanın muhtemel negatif etkilerinin başında ulusal bağımsızlığımızın kaybedilmesi kaygısından çok, "gençlerimizin ahlakının bozulması" ve "aile yapımızın bozulması" geliyor.
Başörtüsü rahatsız etmiyor
Bizim araştırmamızda da görüşülenlerin çok büyük bir çoğunluğu, yüzde 85'i, başörtülü bir kadının aynı zamanda erkeklerle eşit haklara sahip ve çağdaş bir kadın olabileceğini belirtmiştir.
Benzer bir şekilde, hemen herkes (yüzde 93) başını örten bir kadından rahatsızlık duymayacağını ifade etmiştir. Bu veriler neyi ortaya koymaktadır?
Öncelikle, toplumun geneli, başörtüsünü modern ve eşit bir kadın olmanın önünde bir engel olarak görmemektedir. Yani, başörtüsü, moderniteden geriye dönüşün, kadının ikinci sınıf bir vatandaş sayıldığı bir toplumsal sistemin bir simgesi olarak algılanmamaktadır.
Sözün kısası, modernite ve başörtüsü arasındaki ters ilişki halk algılamasında kopmuş görünmektedir. Bundan başka, başörtülü kadınlardan hemen hiç kimsenin rahatsızlık duymaması, bu kadınların "bizlik" kapsamına alınmış olduklarını; başörtüsünün "biz" ve "onlar" şeklinde bir bölünmeye yolaçacak bir ayrım çizgisi ve ötekileştirme ölçütü olmaktan çıktığına işaret etmektedir.
Peki, o zaman, başını örtmeyen kadınların Müslümanlığı ve onlara gösterilecek hoşgörü hakkında toplumda nasıl bir kanaat hakimdir? Görünen, toplumun çoğunluğunun başörtüsünü Müslümanlığın olmazsa olmaz bir şartı olarak sayma eğiliminde olmadığıdır.
Buna karşılık, küçümsenemeyecek azınlıklar dindarlık ve başörtüsünü birbirine sıkı sıkıya bağlamaya ve başı açık kadınlara karşı tahammülsüzlük göstermeye meyyal bir durum arz etmektedir.
Nitekim, görüşülenlerin sadece yüzde 7'si başörtülü kadınlardan rahatsız olurken, başını örtmeyen kadınlardan rahatsızlık duyanların oranı bunun üç katından fazlasına (yüzde 24 ) yükselmektedir.
Görüşülenlerin yüzde 65'i oy vereceği partinin liderini seçerken; yüzde 70'i arkadaş olacağı kişiyi seçerken; yüzde 85'i ise evleneceği kişiyi seçerken, karşısındakinin dinsel inançlarını dikkate alacağını belirtmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, seçilmesi istenen kişi özel hayata, aileye, ne kadar yaklaşırsa (parti lideri, arkadaş, eş), o kişinin dinsel inançlarının da giderek artan bir ölçüde hesaba katıldığıdır.
Eşitlik, özgürlükten daha önemli
Türkiye'de gerek siyasal, gerekse de özel alandaki nisbeten ılımlı muhafazakar öz-algılama, Batı muhafazakarlığının bazı özellikleriyle çelişirken, bazılarıyla da uyuşuyor.
Önce, çelişen tarafa bakalım. Batı muhafazakarlığı "eşitlik" kavramını fazla benimsemez ve yalnızca temel bir "fırsat eşitliği" ilkesini savunurken, Türkiye'de ise "eşitlik", rakip kavramlar olan "özgürlük" ve "dayanışma"dan çok daha fazla istenen bir değer olarak ortaya çıkıyor.
Nitekim, "eşitlik", "özgürlük" ve "dayanışma" arasından yalnızca birini seçmeleri istendiğinde, görüşülen kişilerden yüzde 42'si eşitliği, yüzde 34'ü özgürlüğü ve yalnızca yüzde 17'si dayanışmayı tercih etmiştir.
"Eşitlik" değerinin Türk toplumunda ne derece önemli olduğu bir başka soruda daha kuvvetli olarak ortaya çıkıyor. Görüşülen kişilere "Kanun önünde eşitlik", "dini inanç ve ibadet özgürlüğü", "mülkiyet ve girişim özgürlüğü", "seçme ve seçilme hakkı", "örgütlenme, toplantı ve gösteri özgürlüğü" olarak beş temel hak vererek, içlerinden yalnızca birine sahip olup, diğerlerinden tümüyle vazgeçmek zorunda kalsalar, hangi temel hakkı seçecekleri sorulduğunda, "kanun önünde eşitlik" açık ara farkla birinci tercih olarak ortaya çıkıyor.
Nitekim, görüşülen kişilerden yüzde 50'si bu seçeneği tercih ederken, bunun çok arkasından "dini inanç ve ibadet özgürlüğü" (yüzde 19), "seçme ve seçilme hakkı" (yüzde 11), "örgütlenme, toplantı ve gösteri özgürlüğü" (yüzde 7), "mülkiyet ve girişim özgürlüğü" (yüzde 6) geliyor.
İlginç olan, Batı muhafazakarlığının ana değerlerinin başında gelen "mülkiyet hakkı"nın, Türkiye'de en az istenen hak olarak ortaya çıkmış olması.
Ilımlı muhafazakar
Hem siyasi görüşler bakımından, hem de özel hayata ve kadın-erkek ilişkilerine ilişkin tutumlar bakımından, öz-algılamalar düzeyinde, Türk halkında ılımlı bir muhafazakarlıkdan söz edebiliriz.
Bu yargıya, her iki düzeyde de kendisini tamamen muhafazakar bulanların çoğunluğu oluşturmamak bir yana, bu seviyenin 15-20 puan altında kalmalarıyla varıyoruz. Nitekim, siyasal görüşlerine muhafazakar diyenlerin oranı yüzde 30 iken, muhafazakar değildir diyenlerin oranı ise bundan çok da düşük olmayan bir rakam olan yüzde 24.
Özel hayat ve kadın-erkek ilişkileri sözkonusu olduğunda, kendilerini muhafazakar bulanların oranı beş puan artarak yüzde 35'e çıkarken, muhafazakar görmeyenlerin oranı ise üç puan düşerek yüzde 21'e iniyor.
Açık ki, özel alan, muhafazakar değerlerin hayat bulduğu ve uygulandığı alan olarak, kamusal alandan daha önde geliyor. Türkiye kamuoyu geleneksel, buna mukabil gelenekselci değil.
Kamuoyu, bizi biz yapan geleneklerin olduğuna inanma ve bu gelenekleri savunma anlamında bir "geleneksel"lik arzetmekle birlikte, yeni bir sorunla karşılaştığında geleneklere değil, yeni yollara başvuracağını ifade ederek de gelenekçi değil, yenilikçi bir duruş ortaya koyuyor. (HY/FK)
* Doç. Dr. Hakan Yılmaz'ın (Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü) araştırmasının tamamı için tıklayınız.