Binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış olan ve malum nedenlerle bir avuç kalmış olan Süryani toplumu da dilini kültürünü, yani Anadolu'nun zengin miraslarından birini yaşatabilmek için çaba göstermektedir. 70 milyon nüfusta 10-15 bin kadar kalmış bu toplumun halen haklarını AB'ye giriş sürecindeki Türkiye'den beklemesi üzücü; gönül isterdi ki bu haklar, uyum sürecinin bir ön koşulu değil de kendi öz benliğimizden doğan ihtiyaçlar doğrultusunda verilen haklar olsaydı.
Ortak sorunlara nasıl çözüm bulabileceğimiz yerine, bu toprakların binlerce yıllık kültürlerinin korunması için istenilen atılımlara kayıtsız kalınması ve sivil toplum örgütlerinin etkin projeler üretememesi neticesinde XXI yüzyılın başında halen, sen ben kavgasıyla uğraşıyoruz.
Bu konudaki demokratik düşünce beyanlarını da birden hain yaftası altında taçlandırıyoruz. Azınlıklara sorun gözüyle bakmak, sorunlarını anlama hassasiyetini göstermemek, ama geçmişin paslı puslu düşüncelerini öne sürüp yüksek duvarlar örmek alışkanlığını zamanla bırakmamız gerekmekte.
Demokrasinin çoğunlukçuluk kavramı ile zedelendiği bilincine varılan Avrupa'da azınlık demokrasisi kavramı geliştirilirken, bu gruplara verilen haklarla kendi kimliklerini yaşatabilmeleri ve renklerini koruyabilmelerine dayanak sağlanmıştır.* Ortaçağ boyunca "kralın dini benim dinim ya da egemenin dini egemendir", temel kuralına göre bölünmüş Avrupa ülkeleri, XV ve XVI. yüzyılda bu homojenliği kaybetti.
Ortaya çıkan dini azınlık sorunu, ilk olarak 1648 Vestefalya Konferansi ya da Barışı ile Avrupa'da siyaset gündemine girdi. 1815 Viyana Kongresi ve Antlaşmasıyla ilk kez azınlıklar dini gruplar olarak değil, ulusal topluluklar olarak da tanındı. Ulus devletlerle birlikte siyasal kimliği belirleyen ilke değişerek "egemenin milleti egemendir" haline geldi.
Daha sonra, Berlin Konferansı (1878) gibi bazı uluslar arası antlaşmalarda azınlıklarla ilgili düzenlemeler görmek mümkün. Ancak bu konudaki en geniş düzenlemelere, özellikle I. Dünya savaşı sonrası Avrupa'da yapılan antlaşmalarda rastlanıyor. Neredeyse bu dönemde yapılan bütün antlaşmalarda azınlık haklarına yer verilmiştir. Lozan antlaşması da bu dönemin ürünlerinden biridir.
II. Dünya Savası ve hemen onu izleyen soğuk savaş döneminde azınlıklar için ayrı düzenlemelere pek rastlanmıyor. Soğuk savaş azınlıkların ve azınlık haklarının geri planda kaldığı bir dönem. Biraz da self determinasyon istekleri korkusuyla, karşılıklı olarak azınlık hakları bir süre göz ardı ediliyor.
Açıklama ise, insan hakları ile ilgili düzenlemelerin, azınlık haklarını da kapsadığı, bu nedenle de ayrı düzenlemelere gerek olmadığı yönünde. Bunun istisnası AGİT ve Avrupa Konseyi. Ancak doksanlı yıllarda, Sovyet'in parçalanmasıyla ortaya çıkan yeni devletler, çeşitli dilsel, dinsel ve milli azınlıkları yeniden gündeme getirdi. İnsan haklarıyla ilgili genel düzenlemelerin yetersizliği bu dönemde açıkça dile getirilmeye başlandı.
Evrensel boyutta azınlık sorunlarının çözümü için, özel düzenlemelerin gerekliği ortaya çıktı. Bu nedenledir ki, hem Birleşmiş Milletler, hem AGİT, hem Avrupa Komisyonu ve ek olarak Avrupa Birliği müktesebatında bu konuda özel düzenlemeleri görüyoruz.
Avrupa Birliği müktesebatına uyum sağlama sürecinde muhtemel anlaşmazlıkları çözmek için gereken dezenformasyonsuz bilgi akışını ve karşılıklı fikir alış verişlerindeki sağduyuyu medyadan takip ettiğimiz kadarıyla göremiyoruz.
Konusunda uzman olmayanların bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak düşüncelerini savurmaları da öze odaklanmayı engelliyor Bu sürecin ön koşullarından biri olan azınlık haklarının iyileştirilmesi konusunda da objektif yayınların oranının yüksek olmadığını söyleyebiliriz.
Bu konudaki istisna yıllardır bilinip de bilinmez olarak süregelen 1962'de kurulan, kendi vatandaşlarını potansiyel tehlike görüp denetleyen Azınlık Tali (Geçici) Komisyonu'nun lağvedilmesi haberiydi. Gündemde olan diğer haberler ise düşündürücüydü.
Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olduğuna dair bir iddiada ortalıkta kopan kıyamet ve bu iddianın hakaret olarak algılanıp sansasyon yaratması ile köşe yazarlarının azınlıklara bakış açısındaki değişmezlik kaygısı. Agos Gazetesi'ne ve genel yayın yönetmenine herkesin gözü önünde yapılan tehdit ve ırkçı yaklaşımlar; basının bu çirkin olayın üzerini örtbas etme girişimi; 6-7 Eylül hadiselerini anımsatan konuşmalar ''Bir gece ansızın gelebilirim!'' nidalarının ürpertisi.
Sevan Nişanyan'a azınlık olması nedeniyle konulan engeller ve basının bu olaya bakış açısı; dini tercihinden ötürü spor salonuna kabul edilmeyen kadının izlenimleri; Rum Patrikhanesi üzerinde yoğunlaşan ''devlet içinde devlet'' ve bölünürüz manipülasyonları; fişleme sendromları; vakıflarla ilgili sorunlar. Azınlıkların ve bu toplumun gelişmesi için çaba sarf edenlerin nasıl rencide edildiğini söz konusu başlıklarda sezmek mümkün.
Azınlıkların da İnsan hakları çerçevesinde yasal olarak ulusal ve uluslararası boyutta her Türk vatandaşının olduğu gibi haklarını araması gerekirken bu Türk vatandaşlığı potasında oluşmuş kültürel mozaiği yaşatmak hepimizin ortak bilincine ihtiyaç duymakta.
Avrupa Kriterleri konusunda onca engel varken halen, kendi vatandaşlarının özlük haklarına kavuşması için kriterlere gereksinme ayıbını yavaş yavaş üzerimizden atarken, iç mihrak dış mihrak paranoyasından da özgüvenimiz ve doğruyu bulma çabaları sayesinde kurtulabileceğimiz bir gerçek. Biz, ülkemizde, bulutları delip geçen ışık gibi aydınlığa kavuştukça ,eğitilip bilinçlendikçe sağlıklı bir yapıya kavuşacağımız inancıyla tüm toplumlar için bunu savunuyoruz.
Terör gibi ortak sorunlarımız için de gerektiğinde milyonların sokaklara omuz omuza döküldüğü ortak milli şuuru özlemliyoruz. Memleketinde kardeşçe yaşamak Mehmet'in de Gabriel'in de Kevork'un da Levon'un ve tüm insanların da erdemi.
Fişleme histerisi yerine, ilkokul sıralarında ''Ali topu Kevork'a at', ''Koş Gabriel Koş'',''Paylaş Mehmet Paylaş'' yazılı fişlerden başlayarak kardeşlik bilincini, biraradalığı anımsatmak gibi daha şık atılımları hayal ediyoruz. Münferit olumsuz söylemler olduğunda da buradan hareketle yorumlarda ve yargılarda bulunmanın tehlikesini hepimiz biliriz.
Amaç insanca ve dostça yaşamak. Geçmişte olan olumsuzluklardan ders alıp bu bilinci geleceğimizin temellerine harç olarak kullanmak olmalıdır.
Zaman,Anadolu'nun medeniyetlerin beşiği, dünya dillerinin kaynağı olduğu konumda bir tezatmış gibi duran aramızdaki bu derin iletişimsizliklerin çözülme, bu toprakların sesine kulak verme zamanı.
Zaman, Türkiye'nin Avrupa ve Dünya platformunda kendini ifade edebilmesi için yapılan çalışmaları ,gelecek nesillerdeki torunlarımıza bırakacağımız anlamlı ve hayati miras olarak bir an önce algılama zamanı çünkü, Şair Özdemir Asaf'ın ''Bütün renkler hızla kirleniyordu/birinciliği beyaza verdiler'' mısralarındaki hüsranı yaşamayı hiçbirimiz hakketmiyor. (ÖG/BA)
*Jackson Preece - Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi- Donkişot yayınları 2001 sayfa