Özelleştirilme kapsamındaki işyerlerine işçilerin talip olması önerisi ortaya atıldığında, söz dönüp dolaşıp Kardemir'e geliyor. Bu modelin hayata geçirilmesi önündeki engeller ve zorluklar, yer yer Kardemir'e yapılan göndermelerle gerekçelendiriliyor. Bu nedenle, Kardemir'e gidip sendika ve işçilerle görüşmek boynumuzun borcu oldu.
Ne var ki, malî çıkmaz içine girdiğinden beri Kardemir'e yöneltilen "işçi aldı, batırdı" eleştirisi, Kardemir yönetiminde, 1994'ten bu yana olan değişimleri soruşturmak için Karabük'e yollanan günübirlik yabancılara karşı haklı olarak bir güvensizlik yaratmış gibiydi.
Bu güvensizlik hali, sendikaların genel olarak eleştiri karşısında başvurdukları sendika içi muhalefeti örtbas etme eğilimiyle birleşince bizim de işimiz biraz zorlaştı.
Örneğin, sendikaya fabrika yönetimindeki rolü ve sorumlulukları hususunda yönelttiğimiz sorular, zaman zaman karşı tarafta "bunlar da işçi yönetimini eleştirmeye gelmişler" gibi algılandı, işçilerle derinlemesine görüşme yapmamız punduna getirilip önlendi. Ezberlenmiş kimi tespit ve hikâyeleme biçimlerinin ötesine geçmekte güçlük çektik.
Halbuki niyetimiz, Kardemir'de özyönetime yatkın bir zihniyetin olup olmadığını, uygulandığı ölçüde de özyönetimin sorunlarını samimiyetle ele almaktı. Bunu yaparken de gayemiz, kapitalizme bir alternatif olarak özyönetim modelinin işlerliğini ve arzu edilirliğini tartışabilmekti.
Bilemiyoruz, bu niyeti karşı tarafa ne kadar yansıtabildik. Röportajların sonucunda görünen o ki, sendika, muhatap kaldığı suçlamaların getirdiği savunma refleksinin de etkisiyle, zaten giderek ağırlığını yitirdiği fabrika yönetiminden kendini tamamen soyutlamaya çalışıyor.
Aslında baştan beri, Kardemir bugün içinde bulunduğu mali sıkıntıya düşmeden, Kardemir'de örgütlü olan Çelik-İş ve bağlı bulunduğu Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş), diğer sendikalar tarafından yoğun bir biçimde eleştiriliyordu.
Pek çok sendika lideri, sendikaların tek tek işyerlerine talip olmasını, "sendikal hedefin küçülmesi", "siyasî iktidara alet olunarak toplumsal muhalefetin sindirilmesi" ve "aslî sendikal görevlerden sapma" olarak niteliyordu.
Burada "hedef küçültme" ya da "toplumsal muhalefetin sindirilmesi" gibi eleştirilerden kasıt, işçilerin bir işyerini satın alırken diğer toplumsal talepleri yok sayarak sadece kendi dar çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri olsaydı, işin rengi değişirdi.
Ne var ki, Kardemir'i satın alma kararı, en azından çıkışı itibariyle, işçilerin tekelinde şekillenen bir talep değil, Karabük şehrindeki farklı toplumsal grupların ve sınıfların ortaklaşa kavgasını verdikleri bir alternatifti.
Özçelik-İş Sendikası Teşkilatlanma Sekreteri Cevat Serdar'ın sözünü ettiği Karabük şehir konseyinin varlığı, 1994 yılında hükümetçe ortaya atılan kapatma kararına karşı oluşan muhalefetin geniş çaplılığına işaret ediyor.
Nitekim, yedi ay boyunca direnişe ortak olan farklı kesimler, daha sonra Kardemir'in hisse dağılımında da temsil ediliyorlar: İşçiler ve aileleri, küçük sanayiciler, Karabük ve Safranbolu esnafı, zanaatkarları...
Dolayısıyla, diğer sendikaların "toplumsal muhalefeti dışlıyor" gerekçesiyle Kardemir hareketine baştan sırtlarını dönmelerinin saiklerini başka yerlerde aramak gerekiyor.
Bu sebeple, 1995'ten bu yana Kardemir'e yöneltilen "hedefi küçültme" eleştirisini "sisteme alet olma" ve "tüccarlaşma" suçlamaları ışığında değerlendirmek daha yerinde olacak.
Bu suçlama, özyönetim fikrine karşı soldan takınılan bir tür ahlâkî duruşu ve bu duruşu besleyen temel bir varsayımı da özetliyor: Kapitalist piyasa sistemi topyekûn değişmedikçe, tek tek hayata geçirilmeye çalışılan özyönetim girişimleri, neredeyse eşyanın tabiatı gereği, başarısızlığa mahkûmdur...
Hakim kanıya göre, sonu en nihayetinde hep hüsrana çıkan iki yol var. Bir senaryo, özyönetimin "dejenerasyonu", bir başka deyişle zaman içinde kapitalistleşmesi tezine tekabül ediyor.
Bu teze göre, her tür toplumsal ve iktisadî farklılığı asimile etmeyi başaran kapitalist piyasa mantığı, son kertede özyönetimi de kendine benzetir. Bireysel kar peşinde koşma arzusu, eninde sonunda özyönetimin savunduğu hedefin, yani artık değerin çalışanlar ve toplum yararına dağıtılmasının önüne geçeı ikinci senaryoya göre ise özyönetim, kapitalist piyasanın dayattığı rekabete istese de fazla dayanamaz, kendini idame ettiremez. Kısa soluklu kaim; ya ve yok olmaya mecburdur. Dolayısıyla, tek tek işyerlerinin satın alınması, sisteme alet olmanın ötesine geçemez.
Mondragon deneyimi
Aslında bu iki "başarısızlık" senaryosu da, iktisadın, toplumsalın her tarafına nüfuz edebilen ve eğilmez bükülmez, tek bir yasası olduğu tezine dayanıyor. Kapitalist sistemde bu yasa, kârın maksimizasyonu ve metalaşma gibi mantıklara bürünüyor.
Bu "tunç" yasanın yerine tamamıyla farklı ve yepyeni bir iktisadî sistem oturtmadıkça, kapitalizme alternatif iktisadî projeler tökezlemeye ve er ya da geç sönümlenmeye mahkûm. Kardemir 1998 yılından sonra zarar eder duruma düşüp borç sarmalına girince, bir anlamda ikinci senaryonun kehaneti de doğrulanmış oldu.
Kardemir'e bakıp "biz zaten söylemiştik" demek yerine, siyasî olarak önümüzü tıkayan bu sol püritenciliğimizi sorgulamalıyız. Bunu yaparken, varolan özyönetim deneyimlerinden yararlanabiliriz.
Nitekim, farklı özyönetim örnekleri gerek piyasa koşullarına, gerekse kendilerini kısıtlayan diğer kurumsal yapılara farklı stratejilerle müdahale edip varlıklarını sürdürebilir ve sürdürüyor da.
Bir örnek, 1950'lerden bu yana, kapitalizme alternatif yaratmaya çalışan projelere ilham kaynağı olagelmiş İspanya'nın Bask bölgesindeki Mondragon deneyimi.
Birbiriyle bağlantılı pek çok değişik kooperatiften oluşan bu ağ, yaklaşık elli yıldır bir yandan artık değerin üretimini ve dağıtımını kolektif ve toplumsal dayanışmacı bir etiğe dayandırırken, diğer yandan da küresel piyasalarda teknoloji yenileyerek, belli bir tüketici kimliğini dayanışmaya çağırarak (gerek tüketici eğitim seminerleriyle, gerekse yerel tüketici grupları yönetime ortak ederek), ürün çeşitlemesine giderek rekabet etmeye çalışıyor.
Mondragon deneyimi, aynı zamanda, "kârlılık" ve "verimlilik" gibi, günümüzde iktisadî başarı kriteri olarak fetişleştirilen kavramlara yeni anlamlar yükleyerek sola bu kavramlar etrafında örebileceği farklı bir dil de sunuyor. Zira solun bu kavramlara karşı takındığı ikircikli ve sıkıntılı bir tavır var.
Bir yandan, kâr etme kapitalizm tarafından kirletilmiş bir hedef olduğundan, bu faaliyete bulaşmak sol püritenizme ters geliyor. Zaten özyönetimin dejenerasyonundan asıl kasıt, işletmenin toplumsal faydayı kollama hedefinin zamanla kâr etme dürtüsüne asimile olması değil mi?
Fakat, diğer yandan sol bu kavramların çekiminden de kendini bir türlü kurtaramıyor. Örneğin sendikalar, özelleştirmeye karşı argümanlar üretirken, KiT'lerin halihazırdaki kârlılığına dikkat çekiyorlar. Aslında üretimin toplumsal bir edim olduğu göz önüne alındığında, tüm üretim biçimlerinin, işçilerin kendilerini yeniden üretmesi için ayrılan miktarın ötesinde bir kaynağa ihtiyaç duyacağı da teslim edilmeli.
Üretimi çevreleyen ve destek veren toplumsal koşulların ve ilişkilerin yeniden üretilmesi için kaçınılmaz bir durum bu. Bu kaynağa "artık değer" de diyebiliriz, "kâr" da. Dolayısıyla tartışmayı kâr edip etmeme ikileminden kurtarıp farklı tür sorular sormalıyız:
Kârın miktarını ve dağıtımını kim kontrol ediyor? Bu kârla ne tür bir toplumsallık kurmak istiyoruz? Bir başka deyişle, bu kârla hangi toplumsal kimliklere ve taleplere yaşam hakkı vereceğiz, hangilerini kârın dağıtımından dışlayacağız?
Mondragon deneyimine dönecek olursak... Mondragon kooperatiflerinde artık değerin yüzde 10'u, İspanyol kanunlarına göre, doğrudan toplumsal yardımlaşma kurumlarına akmak zorunda. Bu kaynak, eğitim, sağlık, Bask dilini geliştirme gibi bir takım iktisadî ve kültürel hizmetleri ayakta tutuyor.
Kârın yüzde 20'si, varolan makine ve teçhizatın bakım masrafları ya da yeni yatırım yapılması için ayrılıyor.
Diğer yüzde 70 ise, işçilerin bireysel hesaplarına yatıyor. Fakat çalışanlar emekli olmadıkça ya da üyelikten istifa etmedikçe, yalnızca hesaplarına yatan ana paranın faiz getirişini kullanabiliyorlar. Anapara ise yine kooperatif olarak örgütlenmiş bir banka aracılığıyla finansal ihtiyacı olan ve aynı zamanda eğitim, çocuk bakımı, sosyal güvenlik, ar-ge gibi hizmet üretimlerini de faaliyetlerine dahil eden diğer kooperatiflere aktarılıyor.
Daha önemlisi, kâra el konulması ve dağıtılması süreçleri kolektif kararlarla belirleniyor. Mondragon, kârın toplumsal kullanımının kapitalizmden farklı bir biçimde ve kapitalizmle rekabete rağmen gerçekleştirilebileceğine tanıklık eden bir örnek.
Kapitalistler iflas ederken iyi de...
Diğer yandan, özyönetim örneklerinin de tökezleyip krize girebileceğini ya da iflas ederek iktisadî hayatını noktalayabileceğini teslim etmemiz gerek. Bunda anormal bir durum yok. Anormal olan, başarısızlık anında hemen teslimiyetçi bir ruh haline kapılmak ya da başarısız bir örneği, o örneğin temsil ettiği iktisadî modelin top yekûn başarısızlığı olarak resmetmek.
Nedense, kapitalist firmaların büyük toplumsal yıkımlara sebebiyet vererek iflas etmesi ya da devlet eliyle aktarılan onca kaynağa ve teşviklere rağmen zar zor ayakta durması kapitalist sistemin gücü ve kendini idame etme yeteneği konusunda şüpheye mahal vermezken, kolektif bir üretim deneyinin başarısızlığı ya da kendini idame ettirmekte zorlanması, komünizmin ya da özyönetimin bir model olarak iflası addedilebiliyor.
Bu da galiba kapitalizmi merkezine yerleştiren iktisadî anlatıların tahayyül dünyamız üzerindeki hegemonyasının açık bir göstergesi. Fakat sol olarak sağ retoriğin sıkça başvurduğu bu oyuna karşı daha uyanık ve soğukkanlı olmak zorundayız, iktisadî deneylerde başarısızlık da başarı kadar muhtemel.
Dolayısıyla ne Çelik-İş'in "beceremedik" diye yönetimden tamamen elini eteğini çekmesi, ne de diğer sendikaların Kardemir'in başarısızlığını özyönetimin Türkiye'deki imkânsızlığına yorması gerçekçi ve üretken bir siyasî tutum.
Burada, Kardemir'e sendikalardan ve genel olarak da soldan yöneltilen eleştirilerin bazı varsayımları ve bu eleştirilere içkin olan etik-siyasî duruş sorgulanmaya çalışıldı. Bu sorgulama, Kardemir'i tüm eleştirilerden aklama, Kardemir'e toz kondurmama çabası olarak görülmemeli.
Aksine, Kardemir deneyimine farklı bir eleştiri getirmek gerekiyor: Bu da, işçilerin hem hisselerin çoğunu, hem de yönetim kurulunda temsil çoğunluğunu ellerinde bulundurmalarına rağmen özyönetimi toplumsal ve iktisadî bir proje olarak sahiplenmemiş olmaları. Sendikanın patron-sendikacı, işçi-işveren saflaşmasını kırıp kolektif bir üretim kültürü yaratamamış olması. Yönetimde "çalışandan yana rota belirlemeyi" "maaşları günü gününe ödemekle" ve taşeron işçilerin bir kısmını kadrolu işçi yapmakla sınırlı tutması...
Halbuki işçiler Kardemir'in yönetimine anlamlı bir şekilde katılabilseler, "güya mülkiyet bizde, ama fedakârlığı hep biz yapıyoruz" demeyebilirler, yapılması gerekli olan "fedakârlıklar" pişmanlıktan ziyade kolektif bir kimliği yaşatma çabası olarak farklı bir anlam kazanabilir, yıllarca yatırım yapılmayan Kardemir'in karşılaştığı iktisadî zorluklara daha katılımcı çözümler getirilebilir ya da bundan sonra elde edilecek kârlar üreticilerin kontrolünde olarak çalışanların faydasını gözeten ve Karabük'teki toplumsal dayanışmayı besleyen bir biçimde dağıtılabilir.
Hepsinden önemlisi, Kardemir özelleştirme karşıtı sendikal harekete alternatif bir model sunabilir. Fakat bunun için sol tavrın ve sendikaların işçi mülkiyeti ve özyönetim konusunda yörüngesini değiştirmesi ve bu modelleri hemen şimdi tartışmaya açması gerekmiyor mu? (CÖ/BB)