Vücudun sessizliği
Şener Şen bir söyleşisinde, "En çok vücudumun sessizliğini özledim" diyor. Muhabir anlamıyor, anlamayınca da sürdürüyordu konuşmasını: "Vücudunuzun konuşmaması sağlıklı oluşa işarettir". En çok geceleri konuşur bedenimiz. Ruhumuz da geceleyin çalar kapımızı. Günün yorgunluğu, ağrılar sızılar derken hesaplaşmaları gece yaparız. Gece sessizdir, güzeldir. Gün ışığının çirkinlikleri yoktur. Zaman durmuş gibidir. Çalar saatimiz, biyolojik zamanımızdır. Sevişgen bedenler, baş ağrımız, gönül yaramız hep geceleyin isyan eder.
Yalnız uykunun değil rüyaların bile kalitesi düşer zamanla. Olur olmadık düşlerle gecenin bir yarısı ayaklanırız. "Rüya Tabirleri" kitabı elimizde, her simgenin anlamı, yorumuyla kafa patlatırız. Yeni doğmuş bebek, ağlamak, öpüşmek, ölmüş baba, şöhretli kişi, kan görmek, yol, yolculuk. Kah "hayırlara" yorar, kah "kan rüyayı bozar" tesellisiyle sabahı karşılarız.
Dün gece yine uykum kaçtı...Daha uyumadan, rüyaya durmadan.
13 Eylül'ü 14 Eylül'e bağlayan gece. Televizyonda haber, spor, dizi, belgesel. "Taçsız kral" öleli 13 yıl olmuş. Halterdeki cinsel taciz iddiaları zina yasasıyla at başı. Statlarda birbirini yiyen taraftarlar. Felluce'den sonra Telafer bombardımanı...
Ve Metin Oktay'ın 13. ölüm yıldönümü
Metin Oktay'la tanışıklığım var. Bir Çiçek Bar, -Sinemaseverler Derneği- gecesinde. Yönetmenler masasına komşu, bahçe kısmındaki iç masada... Azmi'nin masasında oturduk Metin Oktay'la. Komşu, yönetmenler masasında Türkan Şoray ve dostları. Sanıyorum bir ödül töreni sonrası gelinmiş bara.
Zaman geçmiş, bellek zayıf, anımsamak zor.
Çiçek Bar'dan bir hayranı -belli ki yabancı- imza almaya kalkmıştı da, engellenmişti. Metin Oktay bu duruma celallenmişti. "Şöhretini borçlu olduğu insanlara nasıl böyle davranır" diye. Zor ikna etmişlerdi Metin Oktay'ı. "Türkan hanım yapmaz, garsonun işgüzarlığıdır. Hem buraya sanatçılar rahat ettikleri için gelirler. Fotoğraf çektirmek, imza almak adetten değildir," diye. Alkole bağlanmıştı bu tavrı. Zaten bu tanışıklıktan 7-8 ay sonra, Boğaz köprüsünde, bir trafik kazasında kaybettik "Taçsız Kral"ı. Yıl 1991. Büyük bir olasılıkla yine alkollüydü.
Bunu yazmak, şimdi, kralın tacındaki altın tozlarını silkeler mi?
Sanmam. Kral hep kraldır.
Dün gece uykum kaçtı.
Zaten hep kaçıyor son zamanlarda. Koyun değil, keçi sayıyorum inada inatla karşılık. Olmadı, televizyon programları-kanal değil dikkatinizi çekerim- arasında geziniyorum. Ha koyun, ha keçi, ha zap. Yok birbirinden farkı.
12 Eylül... 12 Mart
Mehmet Ali Birand, "32.Gün" tanıtımlarında 12 Eylül'e gönderme yapıyor. BDDK'nın el verdiği Star'a, bu kez RTÜK el koyuyor. "Kurşun Yarası" tarihe not düşüyor. Başka bir programda "Çemberimde Gül Oya" dizisi. 12 Mart'ı takip eden, 12 Eylül'e çanak tutan olayların fonunda bir aşk öyküsü anlatılıyor. Devrimci bir genç, burjuva bir genç kız ve o minvalde dönen olaylar.
Sahi 12 Mart'ta ben nerdeydim? 12 Eylül'de ne yapıyordum?
Henüz uykunun kaçmadığı, kaçırılan değil de yakalanacak çok trenlerin, trendlerin olduğu düşünülen zamanlarda. Büyümek telaşıyla filtresiz Bafra sigarasının ilk dumanları üflenmiş, babadan ilk ve son tokat yenmiş ve daha bir dolu miş'li, mış'lı geçmiş zamanlar. Masal gibi...
12 Mart'ta ortaokul öğrencisiyim. İsmet İnönü yeni vefat etmiş. Menderes'i, Polatkan'ı, Zorlu'yu astırdı diye kendimce, anma törenini protesto etmişim. Belleğimde Hayat Dergisi'nde yayınlanan o idam fotoğrafı.
Tamamen etki altında, duygusal, kulaktan dolma bilgilerle yapılan ilk protesto. Erdoğan Başaran adlı öğretmenim, anlayışlı, "Okumak istersen o yılların gazetelerini, dergilerini sana getiririm" demiş, "Eğer bir şeye karşı olacaksan, nedenlerini, niçinlerini bilmek zorundasın" diye de eklemiş.
Geçmiş zaman, uyku pusuda, bellek naif, anımsamak zor. İyi bir öğretmendi. Minnet borcum var ona ve bir çoğuna. Kızsaydı, bağırsaydı o kadar etkili olamazdı. O tarihten sonradır ki, hep okurum. Ne bulursam. Gazeteden bozma kese kağıtlarına kadar. Eve gelir, yırtmadan açar her bir satırını okurum. Ders kitabı arası; cep fotoromanları, Tom Miks, Teksas, Kaptan Swing, Zagor, Killing, pehlivan tefrikası Kel Aliço... Günaydın'ın renkli ilk sayısı... Uzaya ilk adım, Deniz Gezmiş'in Ankara'ya getirilmesi...
Zaman geçmemiş, bellek de anımsanması gerekenleri depolamış...
Hep okudum. Bugün bile sürer bu huyum. Gazete kağıdı yerini naylon poşetlere bıraktığı için şimdilerde afiş, tabela, bilboard, sokak adı ne yazılıyorsa. Yazdıklarım şaka gibi gelebilir size ama, gazetelerin ölüm ilanlarını, seri ilanlarını bile okurum.
Zaman değişti. Gerçek masala dönüştü ama... Bazıları için o tarihler hiç de masal değil.
Onların uykularını kaçıransa ne okudukları romandı ne de öykünün sonunu merak. Onlar kendi romanlarını, öykülerini yazmak derdinde, uykusuzdu. Şimdilerde tüm romanların, öykülerin sonu bildik. Bilinmeyen yaşanılan an'ın neler getireceği. Gel de uyu şimdi!
Bu nedenle uykum kaçtı dün gece.
"Çemberimde Gül Oya"nın tekrar bölümünü ikinci kez izlerken, 12 Mart'tan 12 Eylül'e yolculuk yaptım. 12 Mart'ta ortaokul öğrencisiydim ve babam sağdı. 12 Eylül'deyse işe gireli bir yıl olmuştu ve babam yoktu.
İlk kazandığım paranın yarısıyla, sivri topuklu siyah rugan çizme almıştım. Keşke kırmızı alsaymışım. Hala kırmızı ayakkabım yok.
Benim çocukluğumda ayakkabıyı hep büyükler alırdı...Bayramlarda. Bütçelerinin elverdiği pahada. Siyah tercih edilirdi. Önlük altı giyilebilmesi için. Günlük ayakkabılarımız naylondan olurdu. Gıcır gıcır ayakkabımızı yastık altı yapar, bayram sabahları coşkuyla giyerdik.
İlk maaşımla aldığım o siyah çizmenin coşkusu, çocukluğumun ayakkabıları kadar hiç olmadı. Vicdanı bir yük olarak bugünlere taşındı.
12 Eylül'de babam yoktu.
Bir temmuz sıcağında, emekliliğine bir kaç ay kala, ben Büyük Kapuz plajında güneşlenirken, kalpten kaybettim. Cebinden üç beş kuruşla.
Bugün bile, çocukların, kazandıklarını ailelerine verdiklerini gördükçe içim sızlar. Acaba babam da beklemiş miydi maaşımı getirip kendisine vermemi? En azından annem beklemiş, onu biliyorum. Bir kızgınlık anında söyledi. "Sen maaşını çizmeye, kitaba yatırdın. Öldüğünde babanın cebinde kaç kuruş olduğunu biliyor musun?"
Bilmiyordum tabii. Yaşarken de bilmezdim ki. Bizim zamanımızda "üç kişinin naaşı, babanın maaşı, kadının yaşı sorulmaz" tekerlemesi vardı, ayıptı soru sormak. hele kızlar için. Ciklet çiğnemek de ayıptı... Neden bilmem. Ayıplar, yasaklar ve günahlar... Savrulun önümden.
Uykum kaçtı. Düşündükçe, şakaklarıma bir ağrı çöreklendi. "Apranax forte", "Vermidon" çare değil artık. 500'lük, o kesmez kızım 1000'lik. Al bir antibiyotik Var mı vicdan ağrısını kesecek bir ilaç? Bak 12 Eylül paşasına. Marmaris'te, vicdanı denize nazır. Bazılarının vicdani festival eder, bazıları da işkence. "Netekim" olur böyle şeyler.
Bir varmış bir yokmuş. Paşalar tellal iken... (AD/EK)