Dina Nayeri'nin The Guardian'da yayınlanan "The Ungrateful Refugee: We Have No Dept to Pay" makalesini bianet için Ayşecan Ay Türkçeleştirdi.
Birkaç hafta önce, tarihi geçmiş İran pasaportumdaki fotoğrafımı yeniden gün yüzüne çıkardım. Benim sekiz yaşında, gülümsemeyen bir versiyonum: Serseme dönmüş, kızgın, sımsıkı gri bir başörtüsü takmış, kameranın ötesine bakıyor. Çok geçmeden İran’dan kaçacak olsam da bu kurtarılmak üzere olan bir çocuğun yüzü değil. Bu eski fotoğrafı, son başörtümü fırlatıp attığımdan beri saklı tutuyordum ve şimdi ilgimi çeken şey örtü değil, o şaşkın yüz ve aralanmış dudaklar. Ne kadar uğraşsam da bu çocuğu son fotoğraflarımdaki bitkin Amerikalı yazarla bağdaştıramıyorum.
1985’te altı yaşımdayken ailecek birkaç aylığına Londra’da yaşamak üzere İsfahan’daki evimizden ayrıldık. Bu geçici bir taşınma, gönülsüz bir göç denemesiydi; yine de okula yazdırıldım. İran’da sadece yuvaya gitmiştim, okula hiç gitmemiştim ve sadece Farsça biliyordum.
İlk başta çocuklar beni iyi karşıladılar, oyuncaklar ve resimler kullanarak bana İngilizce kelimeler öğretiyorlardı fakat birkaç gün içinde etrafımdaki hava değişti. Yıllar sonra, çocukların anne babalarına İranlı çocuktan bahsetmelerinin birkaç gün sürmüş olduğunu anladım. Ondan sonra, bir grup oğlan çocuğu beni her sabah bahçede karşılayıp oyun oynarmış gibi yaparak karnıma yumruk atmaya başladı. Oyun alanında beni takip ederek anlamsızca bağırıp çağırıyor, şaşkın bakışlarıma gülüyorlardı. Birkaç hafta sonra, benden yaşça büyük iki oğlan elimi kapı aralığına ittirip kapıyı küçük parmağımın üzerine hızla kapatarak parmağımın ilk boğumunun kopmasına sebep oldular. Aceleyle hastaneye yetiştirilirken parmağımın bir parçasını kağıt bir peçete içinde taşıyordum. Parça başarıyla yerine dikildi.
O okula bir daha asla geri dönmedim ama sonrasında, ninemin kilisesindeki yetişkinlerin sohbetlerinde ve hatta anne babamın teskin edici fısıltılarında minnettarlıkla ilgili devamlı bir nakarat duyar oldum. Tanrı beni korumuştu, dolayısıyla ben de bu olaya olumsuz açıdan yaklaşmamalıydım. Kendimi göstereceğin vakit bu vakitti! Hem, o çocukların öyle yapmasına neyin sebep olduğunu kim bilebilirdi ki? Belki de sadece oyun oynuyorlar, dillerini hiç konuşamıyor olsam da beni oyuna dahil etmeye çalışıyorlardı? Bu iyi bir şey değil miydi?
Sonunda İran’a geri döndük. Tesettüre sokuldum ve İslami bir kız okuluna gönderildim.
Üç yıl sonra annem, erkek kardeşim ve ben İran’ı sahiden terk ettik. Bu, annemin Hrıstiyanlığa geçtiği için ahlak polisi tarafından üç kere sorgulanıp infazla tehdit edildikten sonra hapishaneye sürüklenmesinden sonra olmuştu. Sığınmacı olduk, Dubai ve Roma’daki mülteci yurtlarında iki yıl geçirdik. O zamana dek ilk sekiz yılımı İran’daki savaşın göbeğinde yaşamıştım; 80’lerin çoğu boyunca İran-Irak savaşı ülkemizi harabeye çevirmiş ve bizi neredeyse sürekli bir korku haline hapsetmişti. Bomba sirenlerine, panik içinde koşarak bodrum katına inmelere, bantlanmış pencerelere alışmıştım. Dolayısıyla bunun ardından gelen zaman, mülteci yurtlarında geçen o yıllar huzurlu gelmişti, bütün o gürültüden sonra bir rahatlamaydı. Annem, dua ederken Tanrı’ya şükretmemi istiyordu.
10 yaşımdayken Birleşik Devletler tarafından kabul edildik ve Oklahoma’ya gönderildik. İlk körfez savaşı yeni başlıyordu. Amerika’nın güneyine vardığımızda serçe parmağımdaki tırnağım yeniden uzamıştı, saçım uzundu ve (anneme göre) güzel, komik ve akıllıydım. Ne var ki sınıf arkadaşlarımdan duyduğum ilk şey, aksanımla dalga geçme amaçlı tuhaf bir “çan çin çonca” oldu. Gaddarlıklarından ziyade hakaret tercihlerinin kafamı karıştırdığını hatırlıyorum. Bir miktar ırkçılıkla karşılaşmayı bekliyordum ama ben Çinli değildim ki! Bu çocuklar Amerika’nın dışındaki dünyanın şeklinden tamamen bihaberler miydi? Şöyle diyesim vardı: “Eğer benimle alay etmek istiyorsanız biraz uğraşıp gırtlaktan “kh” ve gh” sesleri çıkartın, biraz balgam atın, deve esprisi yapın; bana ‘çan çin çon’lamayın sizi dangalaklar”. (Gördünüz mü? Anadillerindeki hakaretleri gayet iyi öğrenmiştim.)
Bunu söylemedim elbette. Kedi yeme ve demir ayakkabılar giyerek ayak küçültme muhabbetlerine girdiklerinde de hiç cevap vermedim. Bu olan bitenleri evde anlatıyordum ve annemle birlikte (bir bilseler alay edecekleri kokulu yiyecekler olan) nohutlu kurabiyelerimizi yiyip kakule çayımızı içerek gülüyorduk. En sonunda anlamıştım ki bu çocuklar daha önce tek bir yabancıyla karşılaşmışlardı ve o talihsiz kişi de güneydoğu Asyalıydı.
Gerçi endişelenmeme gerek yoktu, coğrafi olarak isabetli espriler yoldaydı. Londra’daki oğlanlar gibi bu çocuklar da çok geçmeden anne babalarıyla konuştular ve haftalar içinde “jokey kafalar”ını ve “deve sikiciler”iyle yüklenip hazır hale gelmişlerdi. Bu sırada, Birleşik Devletler’in kağıt hamurundan topoğrafik haritası nedeniyle öğretmenimle savaş veriyordum. Amerika’ya asimilasyonuma dair kaygılarında tuhaf biçimde merkezi öneme sahip olan sinir bozucu bir vazifeydi. Ona, daha birkaç ay öncesine kadar Roma’nın dışında mültecilerle yaşamakta olduğumu ve sosyal çalışmaların çoğunun beni şaşkına çevirdiğini açıklamaya çalıştığımda bana uyuşuk gözlerle bakarak şöyle dedi: “Ahh tatlım, burada olduğun için kim bilir nasıl minnettarsın.”
Minnettar. İşte yine o kelime. O zaman örüntüyü fark etmeye başladım. Bu kelimeyle çocukluğumda da çok karşılaşmıştım ama onun ağzında iyiliğini yitiriyordu. İmalı ve tehditkardı. Geleceğim için korktuğumdan herkesin haklı olduğuna karar verdim: Eğer içimde yeterince minnet uyandırmayı başaramazsam ya da onu doğru düzgün gösteremezsem, kazanmış olduğum her şeyi kaybedecektim. Bu batılı özgürlüğü, bu seküler okullar ve sansürlenmemiş kitaplar vaadini.
Çocukların sataşmaları merhametten yoksundu, çok geçmeden boynumda bir tik geliştirdim. Onu başka tuhaf davranışlar takip etti. Ne zaman kötü bir şey olsa özel bir mantra tekrarlıyordum, o zamana kadarki şansımın sebebi ve ikinci bir kaçış için, hatta belki gerçekten keyif alacağım bir yaşam için biletim olduğuna inandığım bir formül. İçimden tekrar tekrar söylüyordum ve bazen kazara sesli söylediğim de oluyordu:
Şanslıyım. Minnettarım. Sınıfımın en akıllısıyım.
Şanslıyım. Minnettarım. Sınıfımın en akıllısıyım.
Bu son duygu (ki saklamak konusunda epey kötüydüm) pek iyi karşılanmıyordu. Salak bir İranlı olan benim, herhangi birinden daha iyi olduğumu düşünmeye ne hakkım vardı?
Yine de annem daha çok ıstırap çekiyordu. İran’dayken doktordu. Şimdiyse bir ilaç fabrikasında çalışıyordu ve patronları, iş arkadaşları onun eğitiminin ancak dörtte birine sahip oldukları halde her gün zekasını sorguluyorlardı. Bunun için aksanı yeterliydi. Bir düşünceyi dile getirmesi biraz uzun sürse dinlemeyi bırakıyor ve akılsız deyip geçiyorlardı. Konuşmalarını hızlandırıyorlar ve annem onlardan yavaşlamalarını rica ettiğinde öfleyip gözlerini deviriyorlardı. Biri bir formülü berbat ettiğinde hedef tahtasına konan tek kişi annemdi.
Nefret zaman içinde azaldı; bazıları bunun, şeylerin doğal döngüsü olduğunu söyleyecektir. Asimile olduk. Savaşın yıktığı diyarlardan gelen koyu tenli yabancılar değildik artık, bir noktada onları korkutmaz olmuştuk. İşe, okula, kiliseye gidiyorduk. Aşinalaştık, güvenli hale geldik, dışarıdan gelen yabancılar değildik artık.
Bu açıklamaya inanmıyorum. Aslında olan şuydu: İstediklerinin ne olduğunu öğrendik, fokurdamalarını durduracak gizli düğmeyi keşfettik. Sonuçta bu Amerikalılar hiçbir zaman terörist ya da aşırı İslamcı ya da azılı suçlular olduğumuzu düşünmemişlerdi. Tam da o dehşetlerden kaçmış Hrıstiyan bir aile olduğumuzu en başından beri biliyorlardı. Ve onlar, Protestan bir cemaat olarak bizi kabul etmiş, kurtarmışlardı. Fakat kabul edilmemizin dile getirilmeyen koşulları vardı ve bu, kendi başımıza zamanla öğrenmemiz gereken bir sırdı. Nefretin daha koyu tenli olmakla veya başka yerden gelmiş olmakla ilgisi yoktu. Öyle olup da bunun farkında olmamaya cüret etmekle ilgisi vardı. Mülteciler olarak, onlara eski kimliğimizi borçluyduk. Onu bir adak gibi kapılarının önüne sermeli ve bu yeni ülkedeki yerimizi kazanabilmek için neşe içinde inkar etmeliydik. Her iki tarafa da yakın olmak söz konusu değildi. Burada üçüncü bir kültür olamazdı.
İran, Nayeri ailesi piknik yaparken, 1976
Kasabamızın halkı tarafından kucak açılmanın anahtarı buydu. O topluluk ki hala hayatta olmamızı açıkça kendine yontuyor ama geçmişimize dair hiçbir şey bilmek istemiyordu. Her ay, annemden kiliselerde ve kadın gruplarında ve okullarda ve hatta akşam yemeklerinde tanıklığını paylaşması isteniyordu. Bütün sohbetin durduğu ve kaçış hikayemizi anlatmasının istendiği anı sezdiğimi hatırlıyorum. Elbette sorun, kurtuluş hikayemizi sadece bir muska gibi duymak istemeleriydi, daha fazlası değil. Hiç kimse İran’daki evimizin neye benzediğini, bahçemizde hangi meyveleri yetiştirdiğimizi, hangi kitapları okuduğumuzu, hangi müziği sevdiğimizi ve şimdi radyoda çalan hiçbir şarkıyı anlamamanın nasıl bir his olduğunu sormuyordu. Kimse kuzenlerimizi ya da ninelerimizi dedelerimizi ya da en yakın arkadaşlarımızı özleyip özlemediğimizi sormuyordu. Kimse yazları ne yaptığımızı veya bizde hiç Hazar Denizi fotoğrafları olup olmadığını sormuyordu. “Orada erkekler kadınlara korkunç davranıyorlar, öyle değil mi?” diye soruyordu kadınlar. Onlara, ceplerini vişneyle dolduran babamdan veya hayalet hikayeleri anlatırken takma dişlerini çıkaran dedemden bahsetmek niyeyse içimden gelmiyordu.
Hiç kuşkusuz bu tür hatıralar düşünülemez olanı ima ederdi: İran’ın da Oklahoma veya Montana veya New York kadar güzel, eğlenceli ve hareketli olduğunu.
O zamandan itibaren, eski derimizi sıyırıp atmamıza, eski kimliklerimizden –bizi biz yapan her özgünlükten ve arzudan- vazgeçmemize ve her fırsatta, Amerika’nın daha iyi olduğunu, orada olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu ve onur duymamız gerektiğini belirtmemize yönelik süregelen beklentiyi hissettik. Annem kiliselerde tanıklığını paylaşmaya devam etti. Haçını, İslami İran’da nasıl şevkle takıyorsa burada da aynı şevkle takıyordu. Amerikan pastaları pişiriyordu ve hamur işlerinde gül suyu yerine vanilya kullanır oldu. Ben çok daha kötüsünü yaptım: Yıllar içinde buna kendimi inandırdım. Aksanımı kaybettim. Hobilerimi ve hatıralarımı kaybettim. Çocukluk şarkılarımı unuttum.
1994’te 15 yaşımdayken Amerika vatandaşı olduk. Rahatlamıştım, ağzım kulaklarıma varıyordu ve sahiden minnettardım. Oradaki bir üniversite yerleşkesinin futbol sahasında düzenlenen bir vatandaşlık törenine katıldık. 4 Temmuz’du ve bizimle birlikte düzinelerce yeni vatandaş daha yemin edecekti. Buruk bir gündü, stadyum tezahürat eden bölge halkıyla doluydu; bir sıra erkek, kadın ve çocuk sahanın etrafında birkaç kere dönerek kuyruk olmuş, sayı çizgisindeki bir mikrofona doğru ilerliyordu; burada her birimizin adı okunuyor ve yemin ettiriliyorduk. Kuyruktaki diğer insanlara hayretle baktığımı hatırlıyorum: Oklahoma’da bu kadar çok sayıda kahverengi ve sarı tenli insan olduğunu fark etmemiştim. Evet, bir avuç siyahi insan vardı, orada burada birkaç Yahudi… Fakat bu kadar Hintli? Bu kadar çok sayıda Sri Lankalı ve Pakistanlı ve Çinli ve Bangladeşli ve İranlı ve Afgan? Bu zamana kadar nerede saklanıyorlardı? (Gerçi hiç bakmamıştım ki.)
Törenin yarısına gelindiğinde, 80 yaşlarında Hintli bir adam mikrofona götürüldü, burada kendini tanıtarak Birleşik Devletler’e bağlılık yemini etti. Bitirince yumruklarını kaldırıp havayı yumrukladı. “BEN AMERİKALIYIM!” diye bağırdı mikrofona. “EN SONUNDA, BEN BİR AMERİKALIYIM!” Kalabalık koptu ve adamın sevincine katıldı. Mikrofondan uzaklaşırken, sarf ettiği güç nedeniyle yalpalayıp yığılır gibi oldu ama biri onu yakaladı. İyi olduğunu ve bu sevinç krizinin onu öldürmediğini göstermek için arkasına dönerek kalabalığa gülümsedi, sonra yürüyerek uzaklaştı.
Bu bir Amerikalı olarak en güzel günümdür; hala emsalsiz olan ilk günümdür. O gün kimse hissetmediği gibi davranmıyordu. Kimse hakiki yuvasını düşünürken borçlu veya ezik büzük hissetmiyordu. O yaşlı adam sevgiyle dolup taşıyordu. Tribündeki insanlardan sevgi dolu bir uğultu yükseliyordu. Bugün benim için karmaşık bir hatıra bu. Basit ve muazzam güzelliğini inkar etmeyi reddediyorum fakat öte yandan, o tribünü dolduran insanların o yaşlı adamın kendisine değil de geçirdiği minnet spazmına; yeni birine, yani onlara dönüştüğünü beyan etmesine alkış tuttuklarını biliyorum.
Yıllar geçti. Bir kız ne kadar Amerikalı olabilirse o kadar Amerikalı oldum, çok uzağa taşındım, zihnimi ve bedenimi zenginleştirdim ve çevremi ilerici, eğitimli arkadaşlarla doldurdum. Kötü duygular kayboldu. Batı dünyasını sevmeye başlamıştım ve kendimi onun gerekli bir parçası olarak görüyordum. Rahatlıkla geziniyordum; Amerikan pasaportumu güvenle çıkarıp gösteriyor, gümrük memuru doğum yerime gözlerini kısarak baktığında ışıldayarak gülümsüyordum. Önemi yoktu: Bir sığınmacı değildim artık. Çoktan kabul edilmiştim. Gösterişli bir eğitim almıştım. Kendime güvenim belli oluyordu (ve belki saçımda karamel gölgeler olması da işe yarıyordu). JFK’de her defasında nazik bir baş hareketi ve gülümsemeyle “eve” hoşgeldiğim söyleniyordu.
Başka göçmenler bu an hakkında yazmışlardır: JFK’deki “eve hoşgeldiniz” anı ve bu anın, uzun uçuşların ardından insanın ruhu üzerindeki gücü. Bendeyse, memurun dudaklarından o sözcüklerin dökülmesiyle birlikte özgüvenimin yerini bir şükran patlaması alıyordu. Soluksuzca “Teşekkür ederim!” diyordum. Burasının evim olduğunu söylediğiniz için teşekkür ederim. Tekrar içeri girmeme izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Pasaportum bana geri verilmeden önceki o an, havayı yumruklayan o yaşlı adamım.
30 yaşımda bir başka vatandaşlık törenine daha katıldım. Bu defaki, uykularımı kaçıran bir saplantı olmadı. Fransız vatandaşıyla evlenmiştim, o benim adıma başvurmuştu ve ben de dil ve kültür sınavlarını kılpayı geçerek sözümona bir Fransız kadını olmuştum, hepsi bu. O günlerde çok seyahat ediyordum, dolayısıyla bir New York molasında parmak izimi aldırmaya karar verdim (evrak işlerindeki son adımdı). İşi o süreci denetlemek olan polis memuru benim gibi tatlı bir kızın neden parmak izine ihtiyacı olduğunu sordu. Ona söyleyince “Amerikalı bir erkek bulamadın mı?” diye cevap verdi.
O sırada üzerine pek düşünmediğim halde ona “Amerikalı erkekler benden hoşlanmıyorlar” dedim. Bana şaşkın gözlerle bakınca ekledim: “Benim bildiğim Amerikalı erkekler insanı etkilemeye çalışmıyorlar… Ya da en azından beni etkilemeye çalışmıyorlar. Onlara sahip olduğum için şanslı hissetmem gerektiğini düşünüyorlar.”
Memur bıkkınlıkla iç çekti. “Hiçbir erkek bunun için uğraşmaktan hoşlanmaz.”
“Bazı erkekler uğraşıyorlar” dedim, meydan okumaya çalışan bir ses tonuyla.
Güldü ve parmaklarımı mürekkebe bastırdı.
İkinci vatandaşlık törenim (o zamanki evim) Amsterdam’daki Fransız elçiliğinde oldu. Lübnan, Türkiye, Tunus, Fas ve birkaç Sahra altı ülkesinden aileler de vardı. Aklıma kazınmış olan görüntü, Fransız milli marşı Marsellaise’i söyleyen ailelerdir. O şarkıyı söylerken yüzlerindeki huşu, her kelimenin çalışılmış olması etkiledi beni. Küçük çocuklar bile dik durup ezberden söylediler. Sözleri ezberlemeyi denemiştim ama çoğunlukla kağıttan okudum. Gurur duyuyordum ama onlar başka bir şey deneyimliyorlardı: Bir dönüşüm, bir yeniden doğuş. Yeni, sevinçli bir yaşama şarkı söyleyerek başlıyorlardı. Bir an durup yıllar önceki o yaşlı Hintli adamı düşündüm ve şerefine yumruk tokuşturduğumuzu hayal ettim.
Yetişkinlik hayatımın neredeyse tamamı boyunca New York’la Avrupa arasında gidip geldim. Amsterdam’da yaşarken, yüksek eğitimli insanlar bile belli semtlerde “çok fazla Faslı ve Türk” olduğundan açık açık şikayet ediyorlardı. Aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin başkanı Geert Wilders ülkenin yakında “HollandArabistan” haline geleceği uyarısında bulunuyordu.
Amsterdam’da, iltica başvuruları konusunda benim kadar şanslı olmayan İranlı mülteciler tanıdım. Topluluğumuzdan bir adam 2011’de Dam Meydanı’nda kendini ateşe verdi. On yıldır Amsterdam’da yaşıyordu; onların kurallarına uyuyor, evraklarını dolduruyor, kültürlerini öğreniyor ve başını hiç kaldırmıyordu. Ondan istenen her şeyi yaptı ve sonunda kendi yüzünü, kendi tenini silmeye itildi.
Kambiz Roustayi’yi, yani tek istediği bir vize, ailesi ve dünyada kendine ait bir köşe olan adamı anarak, onun gibilerin yeterince şey yapmadığını düşünen, rahatı yerinde olan her yerli insana çıkışmak istiyorum. Minnettarın ne demek olduğunu bilmiyorsunuz demek istiyorum. Çaresizlikten yanıp kül olan genç bir adam ya da bir futbol sahasında duyduğu rahatlama ve sevinçten bayılan yaşlı bir adam ya da bütün Marseillaise’i ezberden söyleyen dokuz yaşında bir çocuk görmediniz. Duvarlarınızın çatlaklarına yerleşmek için bile zaten ne kadar çok yaşam harcanmış olduğunu bilmiyorsunuz. Bazen, bir sürgünün hayatında yanına kalan tek kıymetli şey kimliğidir. İnsanlardan bir saygı ifadesi olarak yüzlerini silip atmalarını istemekten vazgeçin lütfen.
Avrupa ve Amerika’daki yerlicilik duygusunun yükselişiyle birlikte insanların mültecileri gerekçelendirme biçimlerindeki rahatsız edici değişimi gördüm. Soldakiler bile göçmenlerin Amerika’yı nasıl harika kıldıklarından bahsediyorlar. İyi vatandaşlar haline gelmiş mutlu mültecilerin fotoğraflarını gösterip sundukları katkıları sayıp döküyorlar, sanki aynı ülkede, aynı yeryüzünde var olmanın bedeli buymuş gibi. Arkadaşlar genellikle beni örnek gösteriyorlar. Paylaşımlarda veya sohbetlerde şöyle diyorlar: “Dina’ya bakın. Bir mülteci olarak yaşadı ve ne kadar çok iş yapmış olduğuna bakın.” Sanki bu, mültecilerin girmesine izin vermenin iyi, sağlıklı bir yatırım getirisi olduğunun kanıtıymış gibi.
Fakat batılı standartlara göre başarılı olan mültecileri yüceltmek, bu aynı minnet politikasını onaylamanın bir başka yolu değil mi? Doğma büyüme oralı, yerli vatandaşlara sunulan seçeneklerin aynısını her bir kişiye sunmak yerine, bir mültecinin ne olması gerektiğine örnek olarak en uysalları sergilemekten ne farkı var? Mutlu, orta halli bir yaşam, evinden asla ayrılmayanlara mahsus bir imtiyaz mı?
Bu sömestr Londra’da uluslararası bir özel okulda Amerikan edebiyatı dersi veriyorum. Aileleriyle birlikte dünyanın her köşesinden gelmiş öğrencilerim var, duygudaşlığa ve güçlü bir kavrayışa sahipler ama çoğunlukla imtiyazlı hayatlar yaşamışlar. Geçen sömestr boyunca onları “yabancı hikayeleri”nden başka bir şey okumamaya zorladım. Göçmenlerin ve beyaz olmayan insanların yazdıkları hikayeler. Yoksulluk hakkında hikayeler. Periferide oturmaya zorlanmak hakkında hikâyeler. Çoğu buna bayılıyor ama bazıları hüsrana uğruyor. Beyaz olmayan bir başkahramana sahip üçüncü hikayemizden sonra biri, “Irk konusunu zaten öğrendim ben” dedi. Bu çocuklar henüz Harper Lee gibi “klasik yazarlar”ı okumamışken (çünkü kendilerini önce, imkansız biçimde azizvari olan beyaz ailenin bakış açısına oturtmazlarsa edebi zevklerini nasıl geliştirebilirler?) Bharati Mukherjee’nin ve James Baldwin’in önemli olmadığı tavsiyesinde bulunan birden fazla ebeveyn oldu.
Empati yetisi gelişmiş, derin düşünebilen öğrenciler arasında bile bu aynı beklentinin izlerini buluyorum: Mülteci kendini ispat etmeli. Hikayelerimizin birinde bir göçmen kendini öldürdüğünde (Bernard Malamud’un “The Refugee”si) elindeki fırsatı harcadığını, yerinden edilmiş başka herhangi birinin Amerika fırsatına sahip olmak için her şeyini vereceğini söylüyorlar. Bu konuda haklılar fakat bu, Malamud’un mültecisinin kendi özel trajedilerini yaşamaya hakkı olmadığı anlamına mı geliyor? Ölümü arzulamaya hakkı yok mu? Önce ev sahiplerine ve evrene olan borcunu mu kapatmalı?
Ömrümü kendi potansiyelimi gerçekleştirmeye uğraşarak, batının benimle tanıştığı için daha iyi bir yer olduğunu kanıtlamaya çalışarak geçirdiğim halde bu düşünce tarzını, değerli sürgün-değersiz sürgün ayrımını kabul edemem. Uygar insanlar, ölümün eşiğinden arayan insanların telefonlarını açarken onlardan özgeçmişlerini istemezler. Kendimi temize havale edip en son sığınmacı giysimi de fırlatıp attıktan sonra bunun bir önemi olmamalı. Başarılarım yalnızca bana ait olmalı. Bulunduğum yeri hak etmekle, iyi bir yatırım olduğumu göstermekle ilgili bir mesele olmamalı. Ailem ve ben bir zamanlar tehlike altındaki insanlardık ve karşımıza çıkan her elçilik kapısını çaldık: Birleşik Krallık, Amerika, Avustralya, İtalya. Amerika cevap verdi ve dolayısıyla, on yıllar sonra bile hala, sırf “Eve hoşgeldiniz” dedikleri için havaalanı göçmenlik memurları karşısında eğilip diz çökme ihtiyacı duyuyorum.
Oysa Amerika’nın yaptığı şey temel bir insani yükümlülüğü yerine getirmekti. Tehlikedeki bir insan kapıyı çaldığında kapıyı açmak, daha güvenli bir odada doğmuş her insanın yükümlülüğüdür. Size tatlı başarı hikayeleri sunmasak bile bize kapıyı açmak sizin vazifeniz. Bazen acılaşmış veya kafası karışık, bir grup sıradan İranlı olarak kalsak bile. Ülke fazla kalabalıklaşsa ve lükslerinizden vazgeçmek zorunda kalsanız ve hemen köşe başında çirkin küçük hayatlar kurarak manzaranızı bozsak bile. Çokça yardıma ve yerel hizmetlere ihtiyaç duysak bile, vergileriniz artsa ve sokağınız tuhaf görünmeye ve tuhaf hissettirmeye başlasa ve her şey zerdeçal ve demirhindili hamur gibi kokar hale gelse bile, en sevdiğiniz dükkanın yerini bir helal kasap alsa bile, okul bahçesindeki sohbetleriniz çin-çan-çonla ve balgamlı “kh”ler ve “gh”lerle dolsa bile ve hatta tüm bunların üzerine, geri kalan günlerimizi kendinden geçmiş bir minnettarlıkla, ihtiyacımızın kefaretini ödeyerek geçirmesek bile.
2015’te yeniden İngiltere’ye taşındım. Burayı, küçük parmağımın her daim hissiz ucuyla ya da klavyede “a” harfine basmanın tuhaf yarı-hissiyle ilişkilendirmiyorum artık. Bir Londra hastanesinde anne oldum. Daha şimdiden İranlı görünen küçük bir kızım var. Hayatının ilk büyük olayı Brexit’ti. İkincisiyse Trump’ın seçilmesi. Brexit sabahı 5’te onun karnını doyururken, serçe parmağımın hatırası geri geldi. Referandum sonuçlarını yeni öğrenmiştik. Facebook’ta, tanıdığım eski göçmenlerin hepsi kolektif bir ürperti duydular, hepsi de İngiltere’deki veya Amerika’daki veya Hollanda’daki ilk günlerini anıyorlardı. Hikayelerini paylaşmaya başladılar. Benim hatırladığım şey, parmağımı kapının menteşesine iten o oğlan oldu. Ve kapıyı hızla kapatan o diğer oğlan. Şimdi yetişkinler. Büyük ihtimalle, anne babalarının, 1985’te onlara benden nefret etmelerini öğreten anne babalarının hayatlarına çok benzer hayatlar yaşadılar. Büyük ihtimalle aynı şeylere inanıyorlar. İngiltere bizi istemiyor diye düşündüm. Benim kızımı istemiyor. Beni istemiyor.
Bugünlerde sık sık, serçe parmağımın içinden geçen beyaz çizgiye bakıyorum ve sanırım minnettarlığın neden bu kadar önemli olduğunu sonunda anlıyorum. Benim için bunu aydınlığa kavuşturanlar; yeni bir gözle bakan ve dudak uçuklatan beklentileri olan, her insanın uğraşarak değerini kanıtlarken uyması gereken katı, idealist standartlara ve dünyayı anlamlandırma hevesine sahip öğrencilerim oldu. Tedirgin yerlinin ciğerini okudular.
Flannery O’Connor’ın “The Displaced Person”ı hakkındaki tartışmamız sırasında sınıf, Bayan Shortley’nin Bay Guizac’a duyduğu nefreti açmaya başladı. Bay Guizac, çiftlikte açıkça sergilediği yetenekleri çok geçmeden, Bayan Shortley’nin ırgat olarak çalışan vasat kocasının işine son verilmesine yol açacak Polonyalı bir mültecidir. Bir öğrenci “Holokost’un görüntülerini, Avrupa’da üst üste yığılmış bedenleri gördü” dedi. “Dolayısıyla eğer yığındaki o bedenlerden biri ölümden kaçıp Amerika’ya gelip hayatını tersine çevirebiliyorsa, o kadının değeri ne olur?”
Dilim tutuldu (nadiren başıma gelir). Bir sonraki sorumu hazırlayana kadar tartışma ilerlemişti, bu nedenle sorumu bir sonraki sınıfıma yönelttim. “Eğer Bay Guizac, kendisine yer açtığı için Bayan Shortley’ye minnettar olsaydı herhangi bir şey farklı olur muydu?”
Masanın etrafındaki kafaların hepsi iki yana sallandı. Hayır. Elbette olmazdı. Hiçbir şey değişmezdi. “Bayan Shortley onun üzerinde olmak, hayırsever olmak, kontrol sahibi olmak istiyor” dedi kavrayışı güçlü bir öğrenci. “Adam kendi başına daha iyi duruma gelince kontrol gider, ne kadar minnettar davranırsa davransın.”
Mülteci, yerliden daha az becerikli, daha çok muhtaç olmalıdır; haddini bilmelidir. Minnettarlık ancak bu şekilde kabul görecektir. Bir kere kontrolden kaçtı mı, şeytan kimliğine sahip olduğunu onaylamış olur. Bütün gün düşündüm, bu kendi deneyimim için de geçerli miydi? Eğer öyleyse, bütün zorluklara rağmen başarılı olan mültecilere neden hürmet ediliyordu, neden iç açıcı başarı hikayeleri anlatılıyordu? Ve tam da bu aslında: İnsan bu dairenin etrafında sonsuza dek dönüp durabilir çünkü hiçbir iç mantığı yok. Çok fazla olmadıkça yeterli değilsiniz. Açgözlü, mütecaviz biri olmadıkça tembelsiniz.
Bugüne kadar ders verdiğim sınıfların pek çoğunda en sessiz çocuklar Ortadoğululardı. Buna her zaman şaşırıyorum çünkü seçtiğim edebiyat, çoğunda yankı bulacak bir edebiyat, çünkü ben İranlı bir öğretmenim, onların müttefikleriyim ve çünkü uygar dünya onların seslerini duymak için yanıp tutuşuyor artık. Oysa ekrana yansıttığım mülteci krizi başlıkları tüylerini diken diken ediyor, başlarını öne eğiyor ve ders bitince de rahatlamış görünüyorlar. Sessizlikleri beni kızdırıyor ama kendilerini neden herhangi bir bakış açısına adamak istemediklerini anlıyorum. Benim sınıfım dışındaki evrenlerinin neye benzediğini, çemberin içinde olmak için hangi duyguları sergilemelerinin beklendiğini kim bilebilir.
Yine de, kapladıkları alan için her zerreleriyle özür dileyen bu çocuklara ve henüz bir utanç veya pişmanlık duymamış olan kendi kızıma, bu gibi zamanlarda takınmaları gereken yüzün minnettar bir yüz olmadığını göstermek istiyorum. Bunun yerine seslerini akort etmeli ve hikâyelerini parlatmalılar çünkü dünya onlarsız daha sıkıcı –eğer mülteci olarak gelmişlerse daha da sıkıcı. Zira bir insanın hayatı asla kötü bir yatırım değildir ve bu nedenle kapıda alacaklılar yoktur, geri ödenecek bir borç yoktur. Artık sadece hayatın geri kalanı var; yaratılacak hikâyeler, har vurup harman savurabilecekleri darmadağınık, arsız, sıradan günler. (DN/AA/EA)
* Dina Nayeri’nin yeni romanı Refuge Temmuz’da Riverhead Books’tan çıkacak.