Ömer Madra: Yeni bir haftaya girdik, dünyada ortalık toz duman halinde zaten: Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de, Keşmir'de...
Ali Bilge: Amerikan Şahinleri'nde bazı itiraflar mı başlamış?
ÖM: Evet, işgalde bazı yanlışlar yapıldığına dair... Ama Bush bir açıklama yaptı: "Terörle mücadelede azimliyiz, istikrarı ve huzuru da sağlayacağız; Irak halkının hayat kalitesini düzeltmek için çok azimliyiz." Biz bugün neyi konuşalım?
AB: Geçen haftanın en önemli konusu -malumunuz- Radikal gazetesinde yayımlanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gizli yönetmeliği idi. Radikal gazetesi son derece önemli bir belgeyi, MGK'nın genel sekreterinin görevini yeni generale devrettiği törende yaptığı konuşmadan bir gün sonra yayınladı. Biliyorsunuz, görevini bırakan general "MGK işlevsizleştirildi, içi boşaltıldı" demişti, bir gün sonra...
ÖM: Tuncer Kılınç değil mi?
AB: Evet, Tuncer Kılınç beyin devir teslim töreninde yaptığı konuşmadan bir gün sonra Radikal, varlığı bilinen ama ne olduğu bilinmeyen bir belgeyi ortaya çıkarttı. Bu açıdan Radikal gazetesindeki arkadaşları, İsmet Berkan'ı, Murat Yetkin'i ve haberi yazan Deniz Zeyrek'i kutlamak istiyorum, çok önemli bir iş başardılar.
ÖM: Adnan Keskin de vardı bu haberlere imza atan gazeteciler arasında.
AB: Evet, doğru. Bütün Radikal grubu, İsmet Berkan, Murat Yetkin çok ısrarlı yazılarla sürdürdüler ve tüm arkadaşlara kamuoyu önünde teşekkür etmek istiyorum. Bu bağlamda isterseniz MGK'yı konuşmakta fayda var diyorum.
ÖM: Bu sefer de 'MGK nereye gidiyor?' diyeceğiz yani.
AB: Evet. Nereden geldi, nereye gidiyor? MGK'nın 40 yıllı aşkın bir varlığı var. 1961 Anayasası ile giriyor hayatımıza, 12 Mart'ta varlığı daha zenginleşiyor. 12 Eylül'le birlikte kalıcı bir hale getiriliyor. Daha belirgin çizgilerle daha iyi tanımlanıyor, üst bir kabine olarak kurum daha da yükseltiliyor. Aslında çeşitli araştırmacılar MGK benzeri örgütlenmeleri 1933 yılındaki Milli Müdafaa Meclisi'ne kadar bağlıyorlar ama ABD kökenli, ulusal güvenlik doktrini anlayışı ile örtük yapılanma 61 Anayasası ile başlıyor. Yani, soğuk savaşın, anti-komünist mücadelenin ortamına uygun bir şekilde yapılanıyor. Bu anlayışa göre "özgürlük ve demokrasi, üçüncü dünyada sınırlı olmak durumunda, bu sınırı belirlemek durumundalar ve eğer demokrasi ve özgürlük ortamı genişlerse komünist gelişmelere elverişli ortamlar doğar." Dolayısıyla ulusal güvenlik ölçüleri ile özgürlük ve demokrasinin sınırlanması ve tanımlanması gerekir.
ÖM: Bu tabii bir de 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin hemen arkasından gelmesi ile bağlantılı olması bakımdan da dikkat çekici. Aynı zamanda, bu yayınların MGK'nın gizli planlarının, yani darbe dönemlerinde çıkan yönetmeliğe göre hazırlanan plan ve uygulamaların da açıklanmaya çağırıldığı bir dönemde, Radikal'de, belki 'ilk günah' diye de tanımlanan İran'daki seçilmiş Musaddık hükümetinin devrilmesinin de 50. yıldönümüne rastgelmesi açısından da ilginçti.
"Yeni Demokrasi Hareketi'nin bertaraf edilmesi..."
AB: Gerçekten öyle. Ben bir şeyi hep merak etmişimdir; 61 Anayasası, biliyorsunuz özgürlüklerin de genişletildiği bir anayasa olarak tanımlanır, bilinir. Sanıyorum MGK'nın anayasada yer almasıyla özgürlükler dengelenmiş. O zaman böyle bir kurul önerisi nereden geldi, nasıl gelişti? Sanıyorum Milli Birlik Komitesinin "Amerika görmüş kanadından" geliyor.
Ancak, Amerikan kökenli ulusal güvenlik doktrini anlayışını hedefleyen bir kurul oluşturma fikrinin nasıl geliştiğine ilişkin daha ayrıntılı bilgiye ihtiyacımız var. Sonuçta toplumsal-siyasal hayatımızdaki gelişmeleri yasalar çerçevesindeki normlarla ilgili değil, vatan hainliği, ulusal düşmanlık normları ile tanımlayan bir örgütlenmeyle 40 küsur yıldır beraberiz.
ÖM: Evet, İsmet Berkan'ın da dediği gibi: "Türk toplumuna karşı psikolojik savaş planlarının hazırlanmasını ve bunların el altında tutulmasını emrediyor. MGK gizli yönetmeliği MGK genel sekreterine bu yetkileri tanıyor. Hazırlanan veya geçmişte yürütülen planları bilmek de Türk halkının hakkıdır. Bilgilenme hakkını kullanıyoruz."
AB: ABD kökenli ulusal güvenlik anlayışında sürekli bir iç düşman yaratılıyor, iç ve dış düşmanları bu kurum belirliyor ve belirledikten sonra psikolojik harekat kısmı gündeme geliyor. Ulusal güvenliği ve ordu örgütlenmesini bir iç düşman varlığına göre biçimlendiriyor. Askeri ideolojik motivasyonda çok öneme sahip olan düşman kavramı gündelik hayata yedirilerek yaşama geçiriliyor.
Şimdi İsmet Berkan'ın ileri sürdüğü bazı suikastların, bazı öldürülme olaylarının sorumlusu kimlerdir? Sorusunu çok başka alanlarda da sormamız gerekiyor. Geçen 40 yıl boyunca örneğin Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla Türk gladyosu, Susurluk'un aralanmamış bölümlerinin içine girdiğimizde ya da pek çok toplumsal ve siyasal olayın içine girdiğimizde çözemediğimiz meseleler buraya mı dayanıyor? Önümüzdeki dönemde herhalde bu 40 küsur yıldır var olan 82 Anayasası ile kesintisiz darbeyi, restorasyonu sürdüren sistemin arka odalarında neler yapıldığını araştırmak herhalde yine gerçek medyanın sorumluluğunda olacak.
Psikolojik savaşla ilgili olarak, gizli kapaklı işlerle ilgili olarak ortalıkta konuşulan o kadar çok konu var ki; mesela yıllar önce duyduğum bir konu var: Yeni Demokrasi Hareketi'nin bitirilişi. Toplumla ilişkiler başkanlığı tarafından yürütülen bir psikolojik propaganda ile Yeni Demokrasi Hareketi'nin bertaraf edilmesi söz konusu. Bu ve benzeri pek çok konunun cevabının kurumda olduğu ileri sürülüyor.
ÖM: Yani 'Toplumla İlişkiler Başkanlığı' diye bir başkanlık var, gizli yönetmeliklerle ülkeyi yönetiyor ve bu 'psikolojik savaş' diye adlandırılan çerçevede Türkiye içinde halka bir psikolojik savaş yöntemi uygulanıyor. Ve bunlar, Berkan'ın da söylediği gibi, açıklanmazsa, mesela Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı gibi cinayetlerin 'psikolojik harekat' kapsamında olup olmadığı da sorulur haklı olarak.
AB: Sorulur, sorgulanır. Bütün faili bilinmeyen olaylar sorgulanır, çünkü çok şey aralanmış değil. Zaman zaman çeşitli gelişmelerle, Susurluk kazası gibi olaylarla bazı şeyler aydınlanır gibi oluyor, bir süre sonra geri çekiliyor. Dolayısıyla bütünüyle bu arka planının aydınlatılması gerekiyor. Herkesin kafasında bu örgütlenmenin, yapının ürünleri konusunda duyumlar, bilgiler mevcut.
Bir ülkede ulusal güvenlik stratejisi nasıl oluşturulmalı ve kimler oluşturmalı? Bu konu üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Demokratik bir ülkede siyaset ve parti hükümetleri; ülkenin tehdit altında olup olmadığına, neyin tehdit oluşturduğuna şayet tehdit altındaysa buna nasıl cevap verileceğine karar veriyor. Yani sivil otoritedir neyin düşman olup olmadığına karar veren. Asker kesimi düşmanın oluşturduğu tehdidin iklimini ve yapısını tespit ve tarif ediyor. Biz işte bu sorunu yaşıyoruz, bizde bunun tersi yaşanıyor.
MGK, 12 Eylül Anayasası ile birlikte bir üst kabineye dönüşmüş durumda. Bu kurum darbe gibi süreçlere başvurmaksızın pek çok restorasyon girişimini hükümetlere ve parlamentoya yaptırılmasına olanak veren bir mekanizma haline geldi. 28 Şubat buna en yakın örnektir. 28 Şubat'ı bir "batılılık restorasyonu" olarak algılamamız mümkün. Bu iş için oluşturulan grubun ismi de Batı Çalışma Grubu'ydu zaten.
Atatürk'ten bu yana "batılılık" tanımı değişti
Türkiye'de MGK'nın çizgisi Atatürkçülük çağdaşlık, batılılık. Şimdi bu batılılık mevzuunda bir paradoks yaşıyorlar Türkiye'de askerler, ya da MGK diyelim. Şimdi hedef; çağdaş uygarlık ve batılılık, Kemalizm bunları söylüyor. Ancak karşınıza Avrupa Birliği meselesi çıkınca paradoks ortaya çıkıyor. Siz, Atatürk dönemi Avrupasını, batıcılığını ve modernleşme anlayışını ortaya koyuyorsunuz ve bunu hedef gösteriyorsunuz, topluma da bunu söylüyorsunuz. Bu çerçeve içerisinde bir ideoloji yazıyorsunuz.
Ancak Avrupacılık, batıcılık denilen anlayış farklılaştı. Avrupa'ya, batıya katılmak istiyorsanız mesela bazı egemenlik unsurlarından fedakarlık etmek durumundasınız. Bazı egemenlik unsurlarını bir üst organa devretmek ya da paylaşmak durumundasınız. İşte bunu yapamayınca müthiş bir çelişki yaşamaya başladılar, kendi aralarındaki çatışmanın nedenini de bunun olduğunu düşünüyorum.
AB; Kemalist devlet anlayışının kimi özelliklerinin gözden geçirilmesini gerekli kılıyor.
Şimdi siz; batıcılık, Avrupalı olmak, çağdaşlaşmak, modernleşmek gibi hedefleri ortaya koyuyorsunuz. Peki mesela 28 Şubat'ta neydi, batıcı, modern anlayışa yönelik olma düsturlarıydı. Peki, Avrupa Birliği ne? Aslında hedef. Ama değil. Hedefim Avrupa, ama egemenlik haklarımdan vazgeçmek istemiyorum. Çünkü, bunlardan taviz verirsem dayandığım ideoloji, gücüm yıpranır, çöker. İşte bu müthiş bir çelişki oldu, bu konuda kendilerini yenileyemediler. Batılılaşma hedefi konusundaki bu ikilem, bence MGK'da ve TSK'da önemli, derin kırıklıklara yol açtı, bocalıyorlar.
Mustafa Arslantunalı: Öte yandan MGK bugünkü dünyaya daha uygun bir yaklaşım belirleseydi, bu, ortadaki sorunu yine kaldırmayacaktı değil mi?
AB: Kaldırmayacaktı tabii, bu konudaki çelişki bu işi finalize etti gibi geliyor bana.
ÖM: Evet ilginç bir noktaya geldik, mesela İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu da herkes tarafından bilinen, 'açık sır' diye de söyleyebileceğimiz bu gerçeğin açıklanmasını ve bu devrin artık son bulmasını istemiş. "MGK yönetmeliği gizli olmamalı, kişilere dair bilgiler ve belgeler de yok edilmeli. Vatandaş, kendisi ile ilgili işlemlere karşı dava açma hakkını kullanmak için bu yönetmeliğin ne olup olmadığını kesinlikle bilmek durumunda," diye bir açıklama yapmış. Bütün bunlar belli ölçüde gecikmeli, arkadan gelme olduğu söylenebilecek gelişmeler ama tabii çok da önemli: Bir devrin esrar perdesinin aralanması açısından fevkalade yararlı görünüyor.
AB: Kesinlikle. Yeni yönetmelikle askeri demokrasinin en azından sonuna yaklaşıp yaklaşmadığımızı görebileceğiz. Sivil alanın, siyasetin normal gelişememesi de bu yapıdan kaynaklanıyor. Yani siyasi alan zaten dar olarak çiziliyor ve siyasi alanın "hep ve sürekli kötü" olduğuna binaen kurgulu bir yapı oluşuyor. Geçen haftaki gizli yönetmeliğin yayınlamasından beri şunları düşünüyorum: 40 yıllık 'milli güvenlik devleti'nin Türk toplumuna ne kadar maliyeti oldu? Kuşaklar kırıldı, insanlar öldürüldü. Mesela ekonomi, gelir dağılımı, bölüşüm, refah, gelişmişlik gibi süreçler üzerine maliyeti ne oldu?
ÖM: Yani sayıları 3000'in üzerinde olan faili meçhul cinayetleri bir kenara bırakıyoruz şimdilik.
AB: Yok bırakmıyoruz, bırakır mıyız? MGK'nın tüm maliyetleri; sosyal, iktisadi, moral, ahlaki, siyasal maliyetleri nedir, neler oldu? MGK'nın yaşı neredeyse benim yaşım kadar, ben MGK'sız bir dönemde yaşamamışım. Türkiye MGK'sız yönetilseydi nasıl olurdu? İnsan ister istemez bunları düşünüyor. Örneğin Türkiye AB'ye çok önceki tarihlerde katılamaz mıydı?
ÖM: Bu konuda belki iki şey ilave edebilirim. Birincisi, bu 'milli güvenlik devleti' diye tanımladığınız iklim içinde ikinci kuşak da ömrünü tamamlamak üzere; çok uzun bir süre bu. Uzun vadeli etkileri olması kaçınılmaz.
İkincisi, burada medyanın rolünün evrensel olarak ne kadar önemli olduğu sorusu ile de karşı karşıyayız. Yani bunun bu şekilde sürdürülebilmesi, üstü kapalı ve katiyen bilme hakkı alanının kapsamı dışında kalan gizli kapaklı işlerle dolu bir dönemin sürdürülmesinde medyanın herhalde çok önemli pekiştirici bir payı ve sorumluluğu da olduğu muhakkak. Medyanın bunların üzerine gitmek şöyle dursun, bunları destekleyici bir tavırda olması.
AB: Eklemleşmiş bir hali var.
ÖM: Ve bunun da üzerinde önemle durmak gerekir herhalde.
Medya suçları da sorgulanmalı
AB: Kesinlikle. En büyük yapısal düzenleme alanlarından birinin medya alanı olduğunu söyleyip dururuz, Türk demokrasisinin kalitesinin gelişmemesinin nedenlerinden bir tanesi de bu medya yapısıdır, yıllar boyu böyle devam eden ilişkiler yumağıdır.
ÖM: Yani bağımsız medya diye, artık biraz da basmakalıp bir lafa dönüşen, dillerimize pelesenk olan bu iki kelimenin demokrasi, çoğulcu demokrasi ve bizzat sivil vatandaşların hayatları açısından ne kadar hayati bir önem taşıdığı bir kez daha ortaya çıkıyor, bağımsız medya deyip geçemiyoruz yani.
AB: Tabii. Çok ilginç bir dönem, Irak müdahalesi, Irak'a asker gönderme, MGK'nın değişime uğraması, AB, vs. çok ilginç bir dönemden geçiyoruz. Yani Türkiye daha açık bir tahlil dönemine doğru ilerlerken, medyanın sorumluluğu da, medya suçları da ciddi bir şekilde gözden geçirilip, sorgulanmak durumunda.
MA: Örneğin 70'li yıllarda ya da 80'lerin başında, Türkiye'de neler olduğuna dair doğru dürüst bir araştırma yapılmış değil. Aslında karanlıkta kalan pek çok şey ortaya çıkarılabilir. Bunun kaynağı belki yine Amerika'dan gelecek, 70 ve 80'li yıllar Türkiye'sine dair Amerikan belgeleri açıklanmamıştı güvenlik sebebi ile, onlar açıklanınca herhalde pek çok kirli çamaşır ortaya dökülecektir.
ÖM: 27 Mayıs 1960 darbesinin olası karanlık yönleri ile ilgili de bir açıklayıcı bilgi gelmediği gibi, başka şeyler de var: Mesela, medyanın Irak'taki bu anormal kaosun içine asker gönderilmesini savunma amacıyla izlediği yayın politikası; köşe yazarlarının bir çoğundan böyle bir asker gönderme macerasını savunur ve gerekçelendirir yazılar görüyoruz.
Irak'ta bir ay içinde üç muazzam sabotaj vak'ası oldu: Ürdün Büyükelçiliği, BM karargahı ve Necef'te Hazreti Ali Türbesi vuruldu. Ayrıca petrol boru hatları, su şebekeleri, işgalcilere yapılan sayısız günlük saldırı...
Medyanın en azından bir kesiminde bunlardan pek, bahsetmemek, bunları "küçültmek" yoluyla işgali ve asker gönderilmesini kolaylaştırıcı diyebileceğimiz bir tavrın örneklerini görüyoruz. Ayrıca, mesela ABD'nin bu işi beceremediği, bu yüzden Türkiye'nin müdahale etmesi ve ordunun bir 'alan sosyologu' görevi yapması gerektiğini, söyleyen yazarlar var. Mesela Cüneyt Ülsever, Hürriyet'teki köşesinde Türk ordusunun Irak'ta bir 'saha sosyologu' olması gerektiğini yazdı.
MA: Enteresan bir sosyoloji anlayışı.
ÖM: Buna belki de 'sahra sosyolojisi' demeliyiz. Yani, ABD'nin "kurtarma operasyonu"nu tamamlamak için sahra sosyologları göndermek ya da mesela Milliyet gazetesinde Taha Akyol'un da yazdığı gibi, Türkiye'nin Arap dünyasına bir "somut başarı modeli" sunmak gibi bir misyonu olduğunu, bunun da Türk ordusu, TSK tarafından yapılabileceği şeklindeki yorum ve görüşler...
MA: Ama şimdi burada medyaya tek başına eleştiri yöneltmek de ne kadar doğru bilmiyorum, çünkü bu medya da bu toplumun ayrılmaz bir parçası, yani 'milli güvenlik devleti' diyorsak, 'milli güvenlik basını' da tabiatıyla olacaktır.
AB: Medya bu durumda, peki ya üniversiteler ne alemde? Irak müdahalesi ve asker gönderilmesi gibi konularda önceki yıllarda üniversitelerin bir tavrı olurdu, iç-dış toplumsal siyasal olaylara karşı tepkileri olurdu. Herhangi bir üniversitemizden bir açıklama geldi mi? Ben mi kaçırdım ?
MA: Var, türban konusunda var.
AB: Evet, bir de YÖK konusunda var. Ama Irak müdahalesi konusunda yok, 70 tane üniversite var.
ÖM: Ama yanılmıyorsam 100'ü aşkın sayıda profesörün savaşa, birinci tezkere tartışmaları sırasında ABD askerlerinin konuşlandırılmasına ve Irak'a asker gönderilmesine şiddetle karşı çıkan, gerekçelerini açıklayan profesörlerin, belli bir üniversite içindeki ya da üniversitelerdeki profesörlerin toplu açıklaması vardı.
MA: Ama kurum olarak yoktu.
AB: Yani 'ulema-yı kebir' bu konuda kurumsal bir açıklamada bulunmadı; bu da ilginç. Demek ki milli güvenlik devleti, tüm unsurları -milli güvenlik gençliği, milli güvenlik medyası, milli güvenlik üniversitesi şeklinde- kalibre etmiş zaman içerisinde, refleksler bu donanıma göre geliyor.
ÖM: Evet, Türkiye toplumunun herhalde en temel meselesi bu: Bilgilenme hakkına sahip olup, halkın kendi kaderini kendi elinde tutabilmesi, siyasal çoğulcu demokrasiyi işletebilmesi önündeki en önemli engellerden biri bu gizli kapaklı durum oluyor.
AB: Bu dönemin tamamı yaşıyor, ayaktalar. Hemen hemen hepsi de yaşıyor, medya bunları sormuyor bile, bu yapıların elemanları şu anda herkes cari yani. Ancak her şeye rağmen önümüzdeki dönemde daha geniş bir cepheden, pencereden bakılacak ve irdelenecek.
ÖM: Bu konuda tek tek, mesela Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Murat Belge, Yıldırım Türker, Kürşat Bumin gibi birçok yazar, yıllardan beri çok ayrıntılı olarak bu konuyu ele alan yazılar yazdılar. Şimdi de Radikal'in -bazı köşe yazarları hariç- hemen hemen bütün kadrosu ile bunun içine girmiş olması, olumlu bir gelişme olarak görülebilir.
AB: Kesinlikle, bu hattın daha da genişlemesi lazım. Çünkü önümüzdeki Kasım ayında yeni yönetmelik hazırlanacak, burada kamuoyunun işin içinde olması gerekiyor.
ÖM: Tamamen öyle, toplumun katılımı, insanların tartışmanın içinde olması lazım. (ÖM/MA/NM)