Konsey kararının ikinci başlangıç paragrafı, bu bunalımın nasıl ortaya çıktığı konusunda bir saptama yapıyor. Paragraf şöyle kaleme alınmış: Güvenlik Konseyi ... "12 Temmuz 2006'da, Hizbullah'ın İsrail'e saldırısından beri, her iki tarafta yüzlerce ölü ve yaralanmaya, sivil altyapının ağır tahribatına ve yüzbinlerce kişinin yerinden edilmesine neden olan, hasmane hareketlerin artışının sürüp gitmesinden büyük kaygı duyduğunu ifade eder..."
Bu paragrafın kalbi, tüm hasmane hareketlerin başlangıç hattının 'Hizbullah saldırısı' olarak belirtilmiş olması. Bundan kasıt, bilindiği gibi, iki İsrail askerinin kaçırılması ve diğerlerinin öldürülmesi veya yaralanmasına yol açan Hizbullah baskını.
Kararın ilk işlem paragrafı da, bu başlangıç paragrafıyla birlikte okunmayı gerektiriyor. Bu da çok tartışma konusu olan ve benim de, bu sütunda birkaç defa sonuçlarını değerlendirdiğim bir paragraf. Hatırlanacağı gibi, bu paragrafta, taraflar, tüm hasmane hareketlere son vermeye çağrılırken, Hizbullah'ın 'tüm saldırılara' derhal son vermesine paralel olarak, İsrail, sadece 'saldırı niteliğindeki askeri harekâta' derhal son vermeye çağrılıyordu.
Bu ifade tarzının karşı anlamından (mefhumu muhalifinden) çıkan sonuç belliydi: İsrail'in, 'savunma' niteliğindeki askeri harekâtı sürdürmesi mümkündür. Bu, yukarıda aktardığım ikinci başlangıç paragrafıyla birlikte şöyle okunabilir: İsrail, 12 Temmuz'da maruz kaldığı Hizbullah saldırısı sonucunda, savunmaya yönelik bir askeri harekâta girişebilir ve bunu gerektiğinde sürdürebilir. Böylece son İsrail askeri harekâtı, devletlerin bir doğal hak olarak sahip olduğu kabul edilen meşru müdafaa hakkının kullanılmasının bir örneği olarak sunuluyor.
Bu harekâtın nasıl icra edildiğini hatırlayacak olursak, sormak gerekir: Acaba Konsey, meşru müdafaa hakkının icra ediliş tarzını da, örtülü olarak kabullenmiş midir? Doğrusu, bir meşru müdafaa eylemine, gerçekten de 'meşruiyet' kazandıracak bazı ölçütler var. Bunların İsrail askeri harekâtında hiçe sayıldığına dair çok güçlü belirtiler olduğu bağımsız kaynaklarca bildiriliyor. Bir meşru müdafaa harekâtında aranması gereken bu ölçütleri kısaca şöyle sıralamak mümkün: Hukukilik (pozitif hukuk dayanakları), zorunluluk (derhal kuvvete başvurmaktan başka çarenin kalmaması), ölçülülük ya da orantılılık (kuvvet kullanmanın şiddet ve derecesi bakımından), amacın sınırlı olması (maruz kalınan saldırıyı def etmeye yönelik bir eylemin ötesine geçmeme).
Bu ölçütlere uyma yükümlülüğü bir tarafa, İsrail hükümet üyeleri yaptıkları açıklamalarda, bu askeri müdahale sayesinde Lübnan hükümetinin daha da güçleneceği şeklinde görüşler ortaya koydular. Bu yaklaşım bile, başlı başına bir devletin siyasi bağımsızlık hakkının açıkça ihlâli anlamını taşır. Ama asıl tartışılması gereken sonuç, meşru müdafaa hakkının icrasında, yukarıda andığım ölçütlere uyma yükümlülüğünün sulandırılması. Böylece Konsey, 1701 sayılı kararla, meşru müdafaa hakkı bağlamında bu ölçüde genişletici bir tutumu ortaya koymuş oluyor.
Uluslararası hukukta, kuvvet kullanmaya ilişkin değerlendirmelerde ters orantılı bir ilişkinin göz önünde tutulması gerekir: Şayet 'meşru müdafaa hakkı'nın icrasını, onu meşru kılacak ölçütlerden uzaklaştıracak biçimde genişletirseniz, bu durum, devletlerin 'kuvvete başvurma yasağı'nın kapsamının daraltılması anlamına gelir. Sözün kısası, kuvvet politikalarına üstünlük tanıma eğilimi belirleyici olmaya başlar. ABD ve yakın müttefiklerinin hızla geliştirdiği bu yöndeki çabalar, bu defa BM Güvenlik Konseyi'nce de reddedilmemiş görünüyor. Hukuk, elbette değişebilir; ancak bu değişim kaba kuvvet lehineyse, sonuç değişimden çok ölümdür. (TT/EÖ)
(*) İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Hukuku dersleri veren Prof. Dr. Turgut Tarhanlı'nın bu yazısı Radikal gazetesinin 22 Ağustos 2006 tarihli sayısında yayımlandı.