Apostolites Lapta'yı anlatıyor
"Lapta hem deniz kokusudur, hem limon ağaçlarının kokusudur... Ve elbette ışıktır Lapta... Köyün konumu nedeniyle bu ışık önemli. Kuzeye yöneliktir yönü, arkasında dağ var. Doğu-batı, kesin çizgilere sahiptir Lapta'da. Evin herhangi bir odasında, köyün herhangi bir yerinde her zaman yönünüzü bilirsiniz, orientasyonunuzu bilirsiniz."
"Güneşin nereden doğup nereden battığını bilirsiniz her zaman. Çünkü bir görüş netliği vardır Lapta'da. Lapta'dan ayrılıp da Londra'ya gittiğimde bu bakımdan sorunum olmuştu. Sürekli olarak cebimde bir pusula taşımak zorunda kalmıştım. Güneşin nereden geldiğini bilmek istemek gibi güçlü bir duyguya sahiptim çünkü... Büyük binaların yanı başında, gri bir gökyüzü altında yön duygumu yitirirdim, her zaman bir şeylerin eksik olduğunu hissederdim, cebimde hep bir pusula olurdu, o zaman tam olarak nerede durduğumu kestirebilirdim...""
"Lapta limonlarıyla tanınır, ailemiz de limonlardan gelen gelirle geçinirdi. 1.5 milyon kadar limon ihraç etmiştik, annem bugün hala limon satın almayı reddeder. "Biz milyonlarca limon ihraç etmiş bir aileyiz, şimdi gidip parayla limon mu satın alacağım?" der! Gidip limon satın alınması düşüncesini kesinlikle kabul etmez. Onun satın almayı reddettiği limonları ben alır götürürüm ona! Annemin adı Andriani. Laptalı olduğumu bildiklerinden Kıbrıslı Türk arkadaşlarım da limon getirirdi bana... Bunları anneme de götürürdüm... Ama annem bunları asla yemezdi, her zaman o limonlar orada dursun isterdi..."
Onu tanımayan yok
İki toplumlu gruplarda Meletis'i tanımayan pek az insan vardır. O, uzun yıllardan bu yana Kıbrıslı Türklerle diyaloğa inanan ve bu yüzden barış için sivil insiyatiflere katılanlardan biri... Mimarlık ve inşaat mühendisliği okuyan Meletis Apostolites, kendi evini kendi dizayn yapmış... "Pratikte evimi de kendim yaptım sayılır" diyor...
"Bu rüyalarındaki ev miydi?" diyoruz... Gülüyor, "Cebime göre yaptırdığım bir ev... Rüyalarımdaki evdir de aynı zamanda, pek çok şeyin birleşimi..." diyor.
Yarım arsa üzerine yaptığı evinin içi tümüyle açık alanlardan oluşuyor, o nedenle ilk bakışta kocaman bir ev gibi görünüyor. 52 yaşındaki Meletis Lapta'da doğmuş...
Çocukluğunun Lapta'sını nasıl hatırlıyorsun Meletis?
Lapta'dan 1974'te ayrıldım, 23 yaşlarında falandım, o nedenle Lapta'yı çok iyi hatırlıyorum. Öğrenimimin ilk bölümü Lefkoşa'daki Yüksek Teknoloji Enstitüsü'nde geçti, o nedenle normalde gençlerin yurtdışına gittiği 18-19 yaşlarından daha büyük olduğum halde Kıbrıs'taydım... Çocukluğumun Lapta'sı neredeyse herşey demek benim için... Tüm ailem ve akrabalarım aynı yerdendi, annem de babam da Laptalıydı, amcalarım falan hep Laptalıydı... Babam 1978'de öldü, annem hayattadır, iki de kızkardeşim var. Bir de erkek kardeşim vardı genç yaşta yitirdiğimiz.
Ne hatırlıyorsun Lapta'dan? Çocukluğun nasıldı?
Heyecanlı hiçbir şey yoktu çocukluğumda... Çocukluğumdan daha çevremdeki aile çevresi ve belki de ninem kaldı aklımda en çok, özellikle onun evi... Çocukluğum ninemin evinde geçtiydi, sonra yeni bir ev yaptıydı ailem, 12 yaşlarındaydım o zaman... Benim için eski ev daha güzeldi ama... Çok geleneksel bir evdi, 100 yıllık falandı.
Ben 7-8 yaşlarındayken Lapta'da yaşam, modern çağın öncesi gibiydi. Elektrik vardı ama tüm modern araç gereçlerin olmadığı bir dönemdi. O tür bir yaşam. En çok aklımda kalan bu. Televizyon yoktu, kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık, kendi oyunlarımızı kendimiz yaratırdık, Karagöz oynatırdık, aslında oradaki yaşam kendini çevrenle birlikte yaratmakla ilgiliydi.
Televizyon gelince
Lapta'ya televizyon geldiğinde, pratikte her şeyi mahvettiğini hatırlıyorum. Mahalleye televizyon geldiğinde çocukların bütün dikkatini çekmişti, bizim için özel oturma düzenlemeleri yaparlardı televizyonun önünde ve bundan sonra mahalle ve çevresindeki yaşam sanki durdu... Ninem ruhu çok zengin olan bir kadındı, kendi evinin bahçesine kendi tek kişilik özel kilisesini yaptırmıştı, garip ruhlarla uğraşırdı, kötü ruhlarla uğraşırdı...
Bu tıpkı ortaçağa bir göz atmak gibi bir duygu: dünyayı ortaçağ anlayışıyla algılardı. Aslında şanslıydım, ninem Hacımaria, Lapta ve karşıma çıkan şeyler bana sanayi dönemi öncesi Kıbrıs'ın nasıl bir yer olduğunu görme imkanı yaratmıştı. O zaman şimdi durduğum pozisyonu daha iyi anlayabiliyorum. Anlayışların nasıl değiştiğini görebiliyorum, bunun kıyaslamasını yapabiliyorum.
Gençliğin nasıl geçti? Lapta'dan Lefkoşa'ya gelip Yüksek Teknoloji Enstitüsü'ne girmiştin...
Sonraki dönem buydu evet... Lapta-Lefkoşa arası gidip geliyordum. Buraya gelmek farklıydı, sanki başka bir çağa geçmek gibi bir şeydi. Bu benim için bir tür açılımdı, tüm adayı bırakıp gitmek, dünyayı tanımak, aileyi geride bırakmak gibi gelişmem için bir hazırlık noktasıydı... Bir dönem annemle babam yurtdışındaydı, bu nedenle ninemle yalnız kalmıştım... Gençliğimde çok çarpıcı bir şey yok, karşı cinsi keşfetmek, heyecanlar, yaşamın önünde uzandığı duygusunun yarattığı heyecan...
Lefkoşa Yüksek Teknoloji Enstitüsü'nde inşaat mühendisliği okuyordum. O dönem sınıfımın neredeyse yarısı Kıbrıslı Türk gençlerdi. İlk akademik yılın 4 ya da 5. ayında bir şey oldu ve neredeyse tümü Ankara'ya gitti, geride 3-4 kişi kalmıştı. 1969-70'lerden falan söz ediyorum. Bu dönem sürtüşmelerin yeniden başladığını hatırlıyorum ve ilk siyasi girişimlerimden biri sınıfımdaki Kıbrıslı Türklerle politik düzeyde iletişim kurmakla ilgiliydi... Çok da zor bir dönemdi çünkü darbe öncesiydi, Kıbrıslı Rumlar arasında tartışmalar, sürtüşmeler vardı.
Enstitünün öğrenci derneğindeydim, demokrat duruşu olanlardan yana olduğum için tehdit de edilmiştim o dönem hükümete karşı olan güçler tarafından. Kıbrıslı Türklerle ilgili pek çok deneyimim oldu, 2-3 tane Kıbrıslı Türk kız öğrenci akademik yıl boyunca okulda kalmışlardı, öğretmenlerimizden ikisi de Kıbrıslı Türk'tü. Birisi Kürşat Bey'di, ötekisi de Hüseyin Ateşin. Ateşin bunca yıl sonra hala arkadaşım...
1974'te darbe olduğunda Lefkoşa'da mıydın, yoksa Lapta'da mı?
Okulu bitirdikten sonra herkes gibi ben de askere gitmek zorundaydım, bizde yurtdışında eğitim alacaksan önce askere gidersin. Yurtiçinde eğitim alırsan, okulun bitince gidersin askere. Aslında darbe olduğunda askerdim. Darbe sırasında askerde olduğum ve demokratların tarafından olduğum için çok acı çektim. Lefkoşa'daydı birliğimiz... BMH denen yerde...
Çok zor günler geçirdim çünkü herkes görüşlerimi ve duruşumu bilirdi. Beni, ötekilere örnek olacak biçimde cezalandırırlardı. Başkalarının bana konuşması bile cezalandırılma nedeni olabiliyordu. Darbe olduğunda Lapta'daydım, orada tutuklanmıştım.
Beni tutuklayanların bazıları sınıf arkadaşlarımdı. Daha sonra beni serbest bıraktılar çünkü askerdim ve gidip birliğime katılacaktım! Tekrar askere döndüm... Mağusa ile Trikomo (Yeni İskele) arasındaki bölgedeydi bu kez birliğim. İşgal nedeniyle askerler iki ayrı yöne gitmişlerdi, bizim grup bu bölgeye gönderilmişti, işgal kuvvetleriyle çarpışmak üzere.
Komutanlar Yunanistan'dan mıydı? Kıbrıs'tan mı?
Bizim birlikte Yunanlı komutanlar da vardı, Kıbrıslılar da vardı. Komutanlarımızdan biri ortadan kaybolmuştu, o günlerde darbecilerin bu ortadan kaybolmayla bir ilişkisi olabileceğini düşünmüştük... Ortada pek çok söylenti dolanıyordu... Ona tam olarak ne olduğunu bilmiyorum, savaştan hemen sonra Kıbrıs'tan ayrılmıştım çünkü. Bildiğim darbeye karşı olduğuydu...
Çarpışmalar sırasında tam olarak ne olup bittiğini öğrenemedik... Bir hafta boyunca ailemden herhangi bir haber alamadım, hatta birkaç gün boyunca öldüğümü de sandılar çünkü gazetenin birinde benimle aynı ismi taşıyan bir başkasının öldüğü yazılmıştı. O da askerdi ve aynı soyadını taşıyordu. Çok zor günlerdi. Benim birliğimdeki 52 kişiden 18 kişi hayatta kalabildi.
Ön saflarda mıydı birliğiniz?
Ön saflardaydık ama savaşan askerler gibi değil... Öncü birlik gibiydik, gidip mayın yerleştirirdik, bazen iki ateş arasında kalırdık. İşgalin ikinci bölümünde pek çok insan öldü... 42 kişi falan kayıptı bizim birlikten...
Yani 1974'ün Temmuz ve Ağustos aylarında hala askerdeydin?
Eylül'de ayrıldım. Zaten İngiltere'ye gitmek için herşey hazırdı önceden, üniversiteye gidecektim.
Lapta'dan son kez ne zaman ayrılmıştınız?
İşgalin ikinci bölümünden birkaç gün önceydi sanırım... 5 ya da 6 Ağustos gibi bir şeydi.
Nereye gittiniz?
Önce Trodos dağlarındaydık, sonra Lefkoşa'ya döndüğümüzde bazı akrabalarla kaldık... Uzun süre kaldık orada...
İki toplumlu çalışmalara nasıl katıldın?
Londra'da başladım... 1974'te Londra'ya gittiğimde Sarper'le tanıştım... Sarper İnce... Sarper de Kıbrıs'tan henüz dönmüştü. Üniversitede bir odada çok üzgün öylece oturuyordum, bir köşede... O kadar çok ölümden sonra gülümseyemiyordum... Ben kendim 52 kişiyi gömmek zorunda kalmıştım... Bunlar Rum askerlerdi, korkunç bir deneyimdi benim için. Londra'ya gittiğimde benim gibi odanın bir başka köşesinde üzgün üzgün oturan bir başkasını gördüm, "Kimsin?" falan diye başladık...
Sonra 1974'te aslında Mağusa'da birbirimizden 200 metre kadar uzakta olduğumuzu anladık - o surlar içindeydi, ben surlar dışındaydım... Bu da çevremizde olup bitenleri anlamaya çalışmak için bir başlangıçtı... Tüm bu çılgınlığın ortasında yani! Başka Kıbrıslı Türklerle de tanıştım. Orada mimari okuyordum. Sarper makine mühendisliği okuyordu. Ben de mühendislik okumaya gitmiştim. Sonra British Council da bize bir tür ufak burs gibi bir şey vermişti - yiyecek masrafı gibi bir şey, haftada 10-15 sterlin falan. Bu da fikrimi değiştirmeme yetti - mimarlık okumaya karar verdim. Toplam 10 yıl okudum yani...
Neden mimarlık okumaya karar verdin?
Sanırım bu benim sanatçı yönüm... Çocukken de çok resim çizerdim... Şimdi de çiziyorum... Bu çizimler hem kendini geliştirip de yaptığın ama bir de sanatsal bir yön taşıdığın için böyle çıkıyor... Lapta'da geride bıraktığım bir de pek çok resmim vardı, bunlar benim için çok değerliydi... Dizayn benim için çok önemli... Londra'da mimarlığı bitirdim, 3.5 yıl kadar Londra'da çalıştım, 4 yıl kadar da Libya'da çalıştım...
Yani İngiliz şirketleriyle toplam 7 yıl kadar çalıştım. Tümüyle şans eseri bir şey oldu. Ailemi ziyarete gelmiştim Kıbrıs'a ve bir mülakata katıldım, bana Kıbrıs Turizm Örgütü'nde çalışmak üzere Kıbrıs'a dönme imkanı tanıyordu bu iş... Birazcık zorlandım karar alırken... Yurtdışında çalışmak önüme pek çok iyi fırsatlar açıyordu. Ben de göçmendim, ailem de. Ve o dönem yurtdışında yüksek maaşlarla çalışıyordum, o nedenle bu evi yapabildim ve sahip olduğum diğer şeylere sahip olabildim. Pratikte tümü yurtdışında çalıştığım dönem kazandıklarımdan kaynaklanıyor. Ve mesleki bakımdan da çok deneyim kazandım...
Hangi yıl dönmüştün?
1985'te döndüm. Yani 12 yıl kadar yurtdışında kaldıktan sonra...
Lapta'yı ne zaman ziyaret ettin?
1992'ydi galiba ilk ziyaretim 74 sonrası. İki tarafın mimarlarıyla ilgili bir proje vardı, uzmanlıkları da geleneksel mimariydi. Kıbrıs Turizm Örgütü'nde çalışmalarımda geleneksel yapıları renove ediyordum, agro-turizm kavramını getirmeye çalıştım buraya. Geleneksel yapılar tamir edilirken ya çok kötü yapılıyordu bu ya da gelenekselliği mahvediliyordu, bundan kaygı duyuyordum. Çevreyle de ilgiliydim...
1986'da şimdi Yeşiller Partisi olarak bilinen hareketi oluşturmuştum, o partinin üyesi değilim şimdi. Bunlar nedeniyle o projeye katıldım, bir de Londra'da oluşturduğum Kıbrıslı Türklerle bağlarım nedeniyle. Ancak öncelikle, o dönem yapabileceğim en iyi şeyin bu olduğuna inanıyordum birbirimizi anlamaya yardımcı olmak için. 10 yıldır bu alandayım, bilmiyorum belki de bir tür çözüm eşikte ancak en kritik noktanın hala birbirimizle yüzleşme, birbirimizle buluşma noktası, karşındakinin ne söyleyeceğini dinlemeye hazır olma noktası olduğuna inanıyorum.
Bu iletişim ki bunun ille de siyasi düzeyde olması da gerekmez, bu önemli. Ötekinin bir düşman değil bir insan olduğunu görebilmek... Amerikalılar, İngilizler bu tür projeleri başlatıyordu, şunu da hissediyordum: onlar da birlikte yaşanıp yaşanamayacağını gözlemliyordu. Öteki tarafla buluşmak, öteki tarafın insan yönünü görebilmek... Buydu amaç. Böyle başladım. Lapta'da Kıbrıslı Türkler yaşardı, 300 kişi kadar vardı ancak 1963'te ayrılmışlardı Lapta'dan. O nedenle çocukluğumdan Kıbrıslı Türk arkadaşım olmamıştı ama Kıbrıslı Türkleri tanıyordum...
1992'de Lapta'yı gördüğünde neler hissettin? Senin için en çarpıcı olan şey neydi Lapta'yı yeniden gördüğün zaman?
Daha Lapta'ya gitmeden yalnızca oraya gideceğimi bilmek bile büyük acı çekmeme neden oluyordu. Önce Kıbrıslı Türkleri bu tarafa getirmiştik aynı gruptan ve onları gezdirmiştik. Onların deneyimi benim için sarsıcıydı çünkü onların gözüyle kendi içimde yolculuğa çıkıyordum. Pratikte Lapta'ya gitmeden önce neredeyse her gece Lapta'yı rüyalarımda görüyordum.
Üç dört kez barikata kadar gittik, bir şekilde geçemedik kuzeye çeşitli nedenlerden ötürü. Sonra Lapta'ya gideceğimiz gün sabah saat altıda kalktım yataktan, gidip Lefkoşa'da iki barikat arasındaki ara bölgede oturdum bir saat boyunca. Bu da psikolojimi gösterir herhalde! Kimseye ait olmayan o ara bölgede rahat edebilmiştim ancak o anda. 1992'de de o bölge henüz elden de geçirilmemişti, yıkık döküktü..
Bir saat oturmuştum orada, çok üzgün hissediyordum kendimi... Lapta'yı ilk görüşümde sanki bir kapı açılmış, içinden geçip gitmiştim ve geri dönmüştüm, gerçekten ne olup bittiğini anlayamadan geri dönmüşüm gibi olmuştum. Sonraları gerçekten oraya gidip gitmediğimi düşünmüştüm, çok tuhaf bir duyguydu...
Evimi görmenin yolu kaçmak
Lapta da çok sıkı bir programın parçasıydı, politika falan tartışılmıyordu, yalnızca binaları inceleyecektik. Evimin çok yakınından geçtik ama sonra dağa doğru gittik, bakmamız gereken binalara. Sonra gidip evimi görmenin tek yolunun ancak kaçmakla mümkün olabileceğini anladım.
Bu deneyim çok ilginçti. Evimi ancak gruptan kaçarsam görebileceğimi kavradığım an arkadaşlarımdan biri "Ben de seninle geleyim bari" deyiverdi... Dağın tepesinden neredeyse koşarak indim, çocukken kullandığım patikaları kullanıyordum, hissettiklerim çok tuhaftı. Bunlar normal yollar değildi, çocukken okula gitmek için kullandığım patikacıklardı.
Bir noktada durup bakmıştım, sanırım gördüğüm çöpler 1964'ten beri aynı noktadaydı! Yukarı Lapta'daki bazı evler de terkedilmişti henüz 1992'de. Tüm Lapta hem çok tanıdıktı, hem de sanki zaman donmuştu. Ninemin evine gittiğimde boştu, kapıları falan yoktu... Ninemin tek kişilik kilisesi de artık bir ahırdı. İçinde hayvanlar yoktu ancak ahırda bulunan alet edevat vardı içinde. Bir iç odamız vardı evde, içinde geleneksel eşyalar dururdu. Geleneksel dediğim örneğin saban gibi, tezgah gibi...
Evime koştum, içerde bir kadın vardı
Odada hiçbir şey yoktu. Kapı hemen hemen aynıydı... Oradan yeni evimize gittim, oraya vardığımda da sanki bir tür zirveye ulaşmıştım... Koşarak birkaç basamağı çıktım, o zaman kapının kapalı olduğunu fark ettim. Arkadaşım "İçeride bir kadın var, belki de buraya gelmek için iyi bir zaman değil" dedi. İçeriye baktığımda bir polis şapkasının orada durduğunu gördüm. Gerçekten de oraya gitmek için iyi bir zaman değildi. "Öyleyse hadi dönüp diğerlerini bulalım" dedim. Oradan ayrıldık...
Evden 50 metre kadar uzaklıkta bir kahvehane vardı, arkadaşım orada durup yaşlı bir adamla konuşmaya başladı. Sonra yaşlı adam mükemmel bir Rumca'yla bana "Sen kimsin?" dedi "Meletis misin, Kipros musun?" Bu benim için bir şoktu! Bunu hiç beklemiyordum. Yaşlı adam ailemi tanıyordu, her iki taraftan dedelerimi de tanıyordu.
Elbette ya birinin ya da ötekinin adının bana verilmiş olacağını tahmin etmişti! "Kahveye gel otur, evinde oturanlar benim oğullarımdır" dedi! Kahveye gittim, bana kahve ikram ettiler. Koşup bana fotoğraflar getirdiler, kahvehanedekiler de fotoğraflar verdiler, onları götürmemi istiyorlardı sahiplerine... Bu ilk deneyim çok canlı ve çok güçlü... Ötekilerle buluşmaya gittim, kimse hiçbir şey söylemedi. Yalnızca birisi "Lütfen programı altüst etmeyelim" demişti...
Annene Lapta'dan birkaç limon götürdüğünü hatırlıyorum bir keresinde... Bu ziyaretten miydi?
Başka bir ziyarettendi sanırım... Lapta'yı ikinci ve üçüncü kez ziyaretlerim çok farklıydı... Lapta limonlarıyla tanınır, ailemiz de limonlardan gelen gelirle geçinirdi. 1.5 milyon kadar limon ihraç etmiştik, annem bugün hala limon satın almayı reddeder. "Biz milyonlarca limon ihraç etmiş bir aileyiz, şimdi gidip parayla limon mu satın alacağım?" der! Gidip limon satın alınması düşüncesini kesinlikle kabul etmez.
Öyleyse ne yapar limon gerektiğinde?!
Onun satın almayı reddettiği limonları ben alır götürürüm ona! Annemin adı Andriani. Laptalı olduğumu bildiklerinden Kıbrıslı Türk arkadaşlarım da limon getirirdi bana... Bunları anneme de götürürdüm... Ama annem bunları asla yemezdi, her zaman o limonlar orada dursun isterdi... Lapta hem deniz kokusudur, hem limon ağaçlarının kokusudur... Ve elbette ışıktır Lapta... Köyün konumu nedeniyle bu ışık önemli.
Kuzeye yöneliktir yönü, arkasında dağ var. Doğu-batı, kesin çizgilere sahiptir Lapta'da. Evin herhangi bir odasında, köyün herhangi bir yerinde her zaman yönünüzü bilirsiniz, orientasyonunuzu bilirsiniz. Güneşin nereden doğup nereden battığını bilirsiniz her zaman. Çünkü bir görüş netliği vardır Lapta'da. Lapta'dan ayrılıp da Londra'ya gittiğimde bu bakımdan sorunum olmuştu.
Sürekli olarak cebimde bir pusula taşımak zorunda kalmıştım. Güneşin nereden geldiğini bilmek istemek gibi güçlü bir duyguya sahiptim çünkü... Büyük binaların yanı başında, gri bir gökyüzü altında yön duygumu yitirirdim, her zaman bir şeylerin eksik olduğunu hissederdim, cebimde hep bir pusula olurdu, o zaman tam olarak nerede durduğumu kestirebilirdim.
Kıbrıs'a döndüğün zaman yön duyguna yeniden kavuştun mu o zaman? Yoksa hala mı yitik o duygu?
Işık bakımından benzer konumdaki yerlere gittiğimde o çok güçlü duyguyu yeniden bulurum. Libya'ya ilk gittiğimde, Beyda şehrinin kuzeyine, burada bitkilerin ve doğanın benzer olduğunu görmüştüm, dağlar da benzerdi, ışık da benzerdi ve şoke olmuştum. O zaman ışığın ve bitkilerin aynı olduğunu, bu duygunun bundan kaynaklandığını anlamıştım. Evim deniz seviyesinden 300 metre kadar yüksekteydi, sahip olduğumuz limon ağaçları da denizden 150 metre kadar yüksekteydi. Deniz kenarında da bir parça arazimiz vardı Lapta bölgesinde...
Lapta'nın limon ağaçlarının kokusunu bulabildin mi başka herhangi bir yerde?
Aslında hayır, bulamadım. Lapta'da bütün bölgenin kokusu başka. Denizden esen yel, dağ ve limon ağaçlarının kokusu bu...
Suyu da farklı galiba biraz Lapta'nın...
Bazan bunun anılarla ilgili olduğu sanısına kapılırdım ama aslında değil, suyu gerçekten farklı...
Bundan sonra Lapta'yı birkaç kez daha ziyaret ettin... Neler hissettiydin bu ziyaretlerde?
Şunu söyleyeyim: sanırım ikinci ya da üçüncü ziyaretim benim için çok önemliydi. Yine Girne'ye, oradan da Lapta'ya gitmiştim. Çok kısa bir ziyaretti. Ninemin evine gitmiştim, çok kötü durumdaydı... Neredeyse yıkılmıştı. Yıkıntılar vardı... Tahtalar vardı... O anki duygularımı tarif edebilecek sözcük sanırım "dehşet" sözcüğü olabilir. Anılar yıkılıp gidiyordu sanki. Yıkıntıların arasında bir şeyler aradım, ninemin tezgahından bir tahta parçası buldum orada...
Bunu sanki kutsal bir tahta parçasıymış gibi geri getirdim. Ancak dehşet duygusu hakimdi bana... Sanki artık hiçbir şey yapılamazdı. Sanki bütün çocukluğum, ninemle, ailemle ilgili tüm anılar yitip gidiyordu... O ev anılarla yüklüydü, 1880'lerde yapılmıştı ev ve sanki tümü siliniyordu... En kötüsü bir daha asla bunların olamayacak olmasıydı... Evlere yeni oturanların tamirat ve tadilatlarını görürüm bazen, aynı duyguya kapılırım.
Evin yeni sakinleri, eski sakinleri tanımıyorlar, bilmiyorlar, yalnızca eve giriyorlar, kendileri için ne yapmak istiyorlarsa o evde onu yapıyorlar, o evin eski sakinlerinin anılarını düşünmeden... Bu da bende dehşet duygusu yarattı. Bir sure bu konuda bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm, belki bir ev bulmayı ve evin eski sahiplerinin anılarına saygılı biçimde nasıl tamir edilebileceğini göstermeyi düşündüm çünkü kendimi çok kötü hissediyordum.
Annan, planını Denktaş ve Klerides'e verdiği zaman ve bunu duyduğun zaman neler hissettin?
Bunu bekliyordum... Zamanlamasını da böyle bekliyordum, tümüyle AB üyeliğine bağlı olarak. Yıllardır bunun olacağını söylüyordum, bir şekilde tarafların çözüme zorlanacağını anlatıyordum. Annan planının ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyorum... Benim için bu yeni bir çağ anlamına geliyor... Biraz kuşkucuydum: Buna hazır mıyız?
Değişime hazır mıyız? Birbirimizle yüz yüze buluşup sonuçta bu planın çalışmasını sağlamaya hazır mıyız? Etrafıma bakıyordum ve çevremdeki insanların tepkilerini hissetmeye çalışıyordum. Dürüst olmam gerekirse insanların çoğunun buna hazırlıklı olduğunu sanmıyorum. Başarılı olup olamayacağımızı ancak pratik gösterecek. Ancak uygulama safhasında görülecek bunun çalışıp çalışmayacağı... Ancak bir şey söylemem gerekirse, denemeliyiz derim.
Bir bütün olarak Kıbrıslı Rumların hazır olmadığını düşünüyorum. 1977'den bu yana federasyon telaffuz edilmesine karşın, Kıbrıslı Rumların bunun ne anlama geldiğini anlamış olduklarını sanmıyorum. Bu sözcük nüfusun büyük çoğunluğu için daha çok bir slogandı... Hissettiğim bu, umarım yanlıştır. Çünkü bu olasılık şimdi önümüzde duruyor.
Herkes doğduğu yere ait
Planla ilgili benim de bazı kaygılarım vardı, örneğin göçmenlerin dönüşü konusunda. Göçmenlerle konuşuyorum ve konuşurken onların dönüşünün pek az bir olasılık olduğunu görüyorum, yüzde 1, sonraki 3 yılda yüzde 3, bu belki gerçekleşir, belki gerçekleşmez... Benim ve çevremdeki arkadaşlarımın duygusu bu... İnsan doğduğu yere aittir: ben Lapta'da doğdum, çocuklarım burada doğdu, onlar buraya aittir...
Kızım Londra'da doğdu, şimdi 21 yaşında üniversitede psikoloji okuyor, oğlum liseyi yeni bitirdi ve askere gidecek. Lapta onların babasının köyüdür, ille de onların köyü değildir. Onların yeri Lefkoşa'dır, Kıbrıs'tır... Planla birlikte kendimi bu konuları tartışır buldum... Kıbrıs Türk yönetimi altında geriye dönüş, geriye dönüşü hemen hemen imkansız kıldı...
Herhangi bir planda "Geri dönmeyeceksiniz" denmesini de neredeyse gereksiz buluyorum. İnsanlara düşünmek için bir şans verilmesi gerektiğini hissettim hep ve hissettiğim nüfusun büyük çoğunluğunun hiçbir zaman geri dönmeyeceğidir çünkü bir evleri, kurulmuş bir yaşamları var, pek çok nedenden ötürü geriye dönmeyecekler.
"İzin yok" denince başka
Ancak onlara "Hayır geri dönemeyeceksiniz" denmesi, bu durumu kötüleştiriyor. Çünkü onlar adına başka birileri karar veriyor. Kendileri karar vermiyor buna. Eğer bunlar bir şekilde değişebilirse ki bu planı değiştirmenin pek mümkün olabileceğini sanmıyorum, planın gerçek sonucundan farklı bir sonuç alınmayacaktır.
İnsan psikolojisi bakımından durum iyileştirilebilirdi böyle bir şey yapılsaydı ki benim için insan psikolojisi çok daha kritiktir, bir tür rahatlama duygusu yaratılırdı ve o zaman insanlar birbirleriyle daha anlayışlı biçimde bir araya gelebilirdi. Nüfusun büyük çoğunluğu dönmeyeceklerini söyleseler bile, "Buna izin yok" denince hemen düşmanca bir duyguya kapılıyorlar planla ilgili olarak. Belki de benzer şeyler Kıbrıslı Türkler için de geçerlidir...
Annen ne düşünüyor?
Yaşlandı şimdi, 90 yaşındadır... Anılar baskın çıkıyor, şimdi yalnızca Lapta'yı hatırlıyor. Anıları orada çünkü... Beni her gördüğünde neredeyse ilk söylediği şey "Lapta'ya ne zaman döneceğiz? Lapta'ya dönebilecek miyiz?" oluyor. "Lapta'yı görmek istiyorum ölmeden once" diyor. Ona "Hayır" diyebilmek bile çok zor,
"Bu imkansız" demek... Lapta'ya ilk ziyaretimi hatırlıyorum. Oraya gideceğimi duyunca evime gelmişti, o zaman sağlığı çok daha iyiydi... Bana küçük bir fidan verdi, bunu Lapta'daki evimizin önüne ekmemi istedi. Başlangıçta böyle birşey yapmayı reddettim. Sonra ona bunu yapamayacağımı anladım, alıp arabaya koydum fidanı. Barikata götürdüm. Ama orada bıraktım fidanı...
Yani fidancığı kuzeye geçirip ekmedin...
Yapamadım... Bizi karşılayanlara bunu söylediğimde "Fidanı getirmeliydin" dediler... "En azından bir kişiyi mutlu etmiş olurdun" dediler. Kıbrıslı Türk arkadaşlarımın da bu taraftaki köylerinde kendi evlerini ziyaretlerini hatırlıyorum, böylesi ziyaretler çok güçlü duygular yaratıyor. Çözüm ne olursa olsun, bu acıyı aşmamız gerek... Umarım ki çözüm bulunur. Bu duyguları ifade edebilmeli insanlar ki ötesine geçebilsinler. Birbirlerinin yaralarını görebilmeliler.
Öyleyse Güney Afrika'da olduğu gibi "Yeniden Yakınlaşma" veya "Uzlaşma" ya da "Gerçek Komisyonları" oluşturulması sence yerinde bir adım olur mu?
Güney Afrika'da tam olarak ne yaptıklarını bilmiyorum... Kopenhag'a kısa bir süre kaldı, bu konuları neredeyse her gün, her gece tartışıyoruz. Televizyonlarda bunu tartışıyoruz, buluştuğumuzda bunu tartışıyoruz, arkadaşlarımızla bunu tartışıyoruz. Saatler boyu tartışıyoruz... Televizyonu açtığınızda tüm kanallarda, her yerde bu konu tartışılıyor. Yunanistan kanallarında da durum böyle. Bu inanılmaz bir şey...
Pek çok insanın kuşkucu davrandığını hissediyorum, umarım ki tahmin ettiğim kadar çok sayıda değillerdir. Tereddütler içindedirler. Bunun esas nedeninin öteki tarafla ilgili deneyimleri olmayışı olduğunu düşünüyorum. Değişim ise çok büyüktür. Pek çok da önyargı vardır, "düşman" imajı, "barbar" imajı falan... Yalnızca olumsuz yönlere bakıyorlar ve pek çok insan "Bölünmüş kalalım daha iyi" diyor.
Bu bilinmeyene yönelik korkudur bence. Bu insanları tanıyorum, iyi insanlardır... Böylesi bir tepki göstermelerinin nedeni bence öteki tarafla ilgili deneyimlerinin olmayışıdır. Öteki tarafta da bir insan yüzü olduğunu anlamalıdırlar. Sizin gerçeğinizin karşıtı yalan değildir ama başka bir gerçekliktir.
Keti, Glafkos mesela, değiştiler
Bu oldukça kritik bir konudur. İki toplumlu çalışmalara katıldığım tüm o yıllar boyunca bence en önemli konu, tartıştığımız konular değildi, insanlarla tanışmaktı en önemlisi, temastı, toplumdan, yaşam biçiminden, tarihten gelen pek çok önyargıya sahip olunduğunu anlamaya başlamaktı.
Bu dönemde yapılabilecek en kritik siyasi eylem de bu temaslardı bence. İki toplumlu çalışmalara katılan pek çok insanın kendilerini tümüyle değiştirdiğine tanık oldum. Örneğin Keti, onu ben götürmüştüm toplantılara, başlangıçta nasıldı, sonra tümüyle değişti. Glafkos mesela...
Bu süreçten geçtikten sonra öteki taraftan insanların da neredeyse tıpkı kendisi gibi düşündüğünü anladı. Onun için bir açılımdı bu. Bunun kritik bir konu olduğunu düşünüyorum. İnsanların evleriyle ilgili, anılarıyla ilgili duyguları var... Bu konuları iki taraftan bir araya getirmek için mutlaka bir yol bulunmalıdır. Her iki tarafta da acıların aynı olduğunu, ihtiyaçların aynı olduğunu gösterebilmek için yapılmalıdır bu. (SU/NM)
(*) Bu röportaj dizisi Yenidüzen gazetesinde 2.12.2002'de 7 gün yayımlandı.