Elbette burada sözünü ettiğimiz olgu, her türden basın ve yayın organları değil, yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası ölçekte etkili, büyük ve belli bir sermaye gücüne yaslanan iletişim araçlarıdır. Kuşkusuz gazeteler ve diğer iletişim organları geçmişte de önemli bir güçtü.
Ancak, insanlığın geçtiği bu tarihsel dönemeçte medyanın ulaştığı gücü geçmişle kıyaslamak mümkün değildir. Bugün medya, gücü ve iktidarı elinde tutanların en etkili ideolojik aracıdır. Başka bir açıdan bakılırsa, güce ve iktidara ulaşmanın vazgeçilemez alanıdır.
Günümüzde insanlarının bilinçleri kuşatılmış, toplum adeta bir akıl tutulmasına uğramıştır. Çünkü; her gün, her saat, her dakika gazete sayfalarından, televizyon ekranlarından, radyo antenlerinden bilgi, haber ve imaj aktarılır. Teslim alınır insan. Sokaktaki insan adına davranış kalıpları oluşturulur, değer yargıları üretilir, yaşamın anlamı değerlendirilir, olaylar yorumlanır.
Onlara nasıl düşünecekleri, neyi yüceltecekleri, kimleri mahkum edecekleri, nasıl giyinecekleri, hangi müziği dinleyecekleri, nelerin iyi ya da kötü olduğu yazıyla, görüntüyle ve sözle iletilir. Bu öyle bir güçtür ki, sadece medya patronları kullanmaz onu; şöhretli bir gazeteci bile giderek büyük bir güç, tek başına bir kurum haline gelebilir. Hatta kimi zaman sıradan bir muhabir bile büyük bir etkinlik kazanabilir. Tüketim yönlendirilir. Ve.. ve.. hükümetler tayin edilir.
Neden TV ya da gazete kurulur?
Bu nedenle yükselen, iktidardan pay isteyen, gücün ve servetin yeniden paylaşımını talep eden her kişi, kesim, grup, çevre ve sınıf günümüzde basın sektörüne girmeye çalışmaktadır. Ve yine bu nedenle, son yıllarda Türkiye'de medyanın mülkiyet yapısı ve sermaye bileşimi hızlı bir şekilde değişmektedir. Kara ya da kayıtdışı para sahipleri, mafya, büyük iş çevreleri hem meşruiyet kazanmak hem de ekonomik ve siyasal bir sıçramayı gerçekleştirmek için medyaya yatırım yapmaya çalışmaktadır.
Medya bir güç ve iktidar konumuysa eğer, kaçınılmaz olarak karşımıza çıkan kavramlardan biri de vicdan olacaktır. Çünkü, başka birçok meslekten farklı olarak gazetecilik faaliyetinin malzemesi insandır. Bu, somut bir insandır üstelik. Yani bir durum ve bir eylem içindeki insan... Dolayısıyla gazetecilik mesleğinin malzemesi toplumdur. Bu nedenle, çok fazla bilince çıkarılmasa da, gazetecilikten beklenen şey toplumun vicdanı olmasıdır. Bu beklenti aslında gazetecilik mesleğinin de en kısa tanımıdır. Peki medyanın vicdanı var mıdır?İşte burada biraz durmak gerekiyor.
Bir korsan hikayesi
Eğer dar tanımıyla vicdan, merhametli olmak, başkalarının hakkını gözetmek ve adil davranmaksa; bu çerçevede medyanın genel tutumunu yansıttığı için seçtiğim iki örnek işimizi kolaylaştırabilir. Örneklerden ilki biraz eski. Bir uçak kaçırma olayı. Bazılarınız hatırlayacaktır, 29 Ekim 1998 günü, Adana-Ankara seferini yapan bir Türk Hava Yolları uçağı kaçırılmıştı. Uçağı kaçıran kişi (yaygın tanımıyla hava korsanı), Sofya'ya gitmek istiyordu.
Ancak, pilot ve polisin yanıltmasıyla uçak Sofya yerine Ankara Esenboğa Havalimanı'na indirildi. Bütün televizyon kanalları kesintisiz olarak canlı yayın yaptı. Bu yayınlar sırasında tam bir komedi yaşandı. "Hava korsanı" silahlıydı ve elinde bir de bomba olduğu söyleniyordu. Yani yolcuların hayatları kesin bir tehdit altındaydı. Durum böyle olduğu halde son derece sorumsuz, reyting kaygısının egemen olduğu, insan hayatları üzerinden acımasız bir rekabetin yaşandığı bir yayıncılık gerçekleştirildi yaklaşık 4 yıl önce.
Yolcuların cep telefonlarıyla bağlantı kuruldu. Operasyondan hemen önce cep telefonunu uçağa sızmayı "başaran" bir polis açtı ve operasyon yapılacağını belirterek aranmamasını istedi. Kuşkusuz yaşanan olay tartışmasız bir "haber"di ve izleyicilere doğru, sorumlu ve dikkatli bir şekilde iletilmesinde hiçbir sakınca yoktu.
Ancak, o gece yapılan yayınlarda ne gazetecilik etiğinden söz edilebilirdi ne de sorumluluğundan. Sonuçta "hava korsanı" pazarlık uzatılarak oyalandı ve sabaha karşı Özel Harekat polislerince düzenlenen bir operasyon sonucu öldürüldü. Ertesi gün bütün gazeteler ve televizyon kanalları, haberi, "polisin büyük bir başarısı" olarak verdi.
Manyak!
İlk bakışta gerçekten de ortada bir başarı vardı. Yolcular burunları bile kanamadan kurtarılmış ve "korsan" öldürülerek etkisiz duruma getirilmişti. Medya, bu operasyonun başarısız olması halinde ortaya çıkacak sonucu hiç tartışmadı. Bir katliam ihtimalini hiç değerlendirmedi. Oysa dünyada bunun örnekleri dünyada oldukça fazlaydı.
Tam bu sırada bir gazeteci, birazda provakatif bir amaçla, İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) bir yöneticisine mikrofonu uzattı ve olayı nasıl değerlendirdiğini sordu. Söz konusu yönetici de, dünyadaki bütün insan hakları savunucularının söylemesi gereken şeyi söyledi ve olaydan tamamen bağımsız olarak polisin eylemciyi öncelikle sağ yakalaması gerektiğini, yasal ve insani açıdan bunun daha doğru olacağını belirtti. Ertesi gün Hürriyet gazetesi dokuz sütuna atılmış "Manyağa bak!" manşetiyle çıktı.
"Manyak" olan İHD yöneticisiydi elbette! İnsanların hayatlarını tehdit eden, onları elindeki silah ve bombayla her an öldürebilecek bir "terörist" nasıl sağ yakalanabilirdi? Amaç polisin büyük başarısını gölgelemekti. Zaten İnsan Hakları Derneği, "Terörist Hakları Derneği" haline gelmişti. Onlarca masum yolcunun yerine bir silahlı eylemciyi savunuyordu vb. Gazetenin genel yayın yönetmeni ve köşe yazarı Ertuğrul Özkök, bu manşeti ve gazetenin aldığı tutumu savunan tam iki makale yazdı.
Kaçırılan uçaktaki insanların hayatlarının bir tehdit altında olduğu ve kurtarılmaları gerektiği doğruydu. Ancak, öldürmek bu görevin bir parçası değil, ancak istenmeyen sonucu olabilirdi. Bırakın bu durumu uluslararası hukuk bakımından değerlendirmeyi, ulusal hukuk içinde bile savunmak mümkün değildir.
Ulusal hukuk normlarına göre bile polisin işi, "suçluları" öldürmek, yargılama imkanını ve hakkını ortadan kaldırmak ve bir anlamda verilmemiş bir idam hükmünü infaz etmek değil; zanlıları sağ yakalayarak mahkemeye çıkarmaktır. Bir gazeteye ve o gazeteyi yöneten bir iletişim uzmana bu temel hukuk ilkesinin hatırlatılmasına tahammül bile edememesi nasıl açıklanabilir? Yanıtı basittir aslında; bu tutum, kalabalıkların ilkel duygularının istismarı, vasata teslimiyet ve insafsız bir tiraj avcılığıdır.
Savaş ve vicdan
İkinci örnek ise henüz çok sıcak; savaş! Kahramanlarımız yine Hürriyet gazetesi ve onun Genel Yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök. Bu şöhretli gazeteci, 6 ve 7 Şubat 2003 tarihli yazılarında, önce "Şahin" olmanın çok da kötü bir şey olmadığını, yırtıcı kuşların havada uçtuğu bir dönemde güvercin olmanın "aptallık" sayılacağını anlatıyor. Ve ardından sözü hemen "milli çıkarlara" getiriyor. Oysa, savaşa karşı çıkmanın insani ve ahlaki nedenlerini bir kenara bıraksanız bile; olası savaşın, Irak'tan sonra belki de en çok Türkiye'nin "milli çıkarlarına" zarar vereceği biliniyor.
Türkiye'nin karşı çıkması halinde, bölgedeki savaş olasılığının sıfıra yakın bir orana düşeceğini, neredeyse bütün stratejistler öne sürdüğü halde, Özkök ve gazetesi "savaşın kaçınılmazlığı" tezini ısrarla işliyor. Aynı gün, aynı gerekçelerle AKP hükümeti de "müttefiki ABD ile ortak hareket edeceğini" açıklıyor. Ve insanın aklına ister istemez Amerikan hükümetinin kamuoyu oluşturmak amacıyla gazeteciler için ayırdığı 200 milyon dolar geliyor. Pazarlık insan hayatları üzerinden yapılıyor, vicdan satılıyor.
İçeride hassas dengeler üzerinde yürüyen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin, iktidar kaynağını esas olarak dışarıda, daha çok da Washington'da aradığı anlaşılıyor. Daha da önemlisi AKP liderlerinin çok önceden ABD'ye bir dizi angajmanda bulunduğu ortaya çıkıyor. Bu olguyu herkesten çok Özkök biliyor. Ama, Özkök ve gazetesi hep iktidarda olmak, her zaman yukarıda durmak ve hep kazanana oynamak istiyor. Dün MHP'yi parlatan Özkök, o nedenle bugün de AKP'yi pazarlıyor. Bu nedenle türbanlı AKP'li hanımlara Davos tepelerinden şirinlikler yapılıyor.
Ve Özkök, sık sık yaptığı gibi ısrarla gerçeği tersine çevirmeye çalışıyor. O bunu yaptıkça gazetecilik mesleği hiç olmadığı kadar kirleniyor. Özkök, savaş karşıtlarını, solun etkisinde kalmak ve "romantik" olmakla suçluyor. Savaş biraz daha yaklaşınca, barış eylemcilerine söyleyecekleri söz de dağarcıklarında hazır bekliyor: Manyaklar!
Medyanın ekonomi politiği ve 'milli çıkar'
Türkiye'de medya, devletten, iktidarlardan ve sermayeden hiçbir zaman bağımsız olamadı. Kendisini okuyucusuna ve topluma karşı değil, devlete ve güç odaklarına karşı sorumlu hissetti. Hissetmenin de ötesinde dolaysız bağlar içinde oldu. Kendisini iktidarın ve sermayenin bir parçası olarak gören medya, "adil davranmak, tarafsız olmak ve diğerlerinin hakkını gözetmek" yerine, ister istemez kendisini devletin, mahkemelerin, polisin, ordunun yerine koydu ve onun adına davrandı.
Bütün bunlar yapılırken, "kamu yararı" ya da "milli çıkarlar" gerekçe gösterilmiyor mu, işte o zaman bitiyor insan! Üstelik, gazetecilik faaliyeti ile "milli çıkarlar" her zaman örtüşmeyebilir. Hatta çoğu kez bunlar çelişebilir de. Çünkü, "milli çıkar" tanımı kişilere, toplumun değişik sınıflarına, inanç gruplarına ve devlete göre değişebilir. Durum böyle olunca, neyin "milli çıkar" olduğunu belirlemede bir de taktir sorunu çıkıyor ortaya. Sahi kim taktir edecek? Ordu mu, devlet büyüklerimiz mi, kim? Medyaya ne dersiniz?
Neyse, herhalde kimse medyadan, "bu kalpsiz dünyanın kalbi" olmasını beklemiyor. Ancak, her türlü ideolojik-politik konumlanışın ötesinde, medyadan adil, tarafsız ve merhametli davranmasını istemek hem mümkün hem de artık bir zorunluluktur. (MY/NM)