Arabayla dolaşmaya çıkıyorum.
Karanlık, ıslak ve ıssız İstanbul sokakları. Terkedilmiş sanki şehir.
Issızlık hoşuma gidiyor yine de. Bomboş sokaklarda korna sesleri, küfürler olmadan dolaşmak çok güzel geliyor. Sahil yollarını kullanıyorum bir yandan boğazın muhteşem güzelliğini seyretmek için.
Yenikapı'yı geçince karanlık başlıyor deniz yerine. Demirlemiş gemilerin ışıkları da olmasa bomboş arazi sanabilir insan Marmara denizini.
Biraz dolaştıktan sonra deniz kenarında arabada çay içilecek bir yer bulup duruyorum. Benden başka kimse yok. Bir garson uykulu gözleriyle geliyor. Çay istiyorum.
Yanıma bir araba geliyor az sonra. İçinde iki erkek var. Bana bakıp konuşmaya başlıyorlar kendi aralarında, benim hakkımda konuştuklarını anlıyorum.
Polis misiniz, diyorum, nereden anladığımı soruyorlar.
Bu saatte erkekler zevk için çay içmeye deniz kenarına gelmezler İstanbul'da, diyorum. Sanki kadınlar gelirmiş gibi, diye geçiriyorum içimden de bir yandan...
"Ne kadar önyargılısınız!" diyorlar. Çok şaşırıyorum.
Önyargılarla mücadele etmeye çalışırken ben, tarafından önyargılı olmakla suçlanmak hiç hoşuma gitmiyor tabii.
"Biz de tam ülkemiz ne kadar medenileşti, kadınlar bu saatte sokağa çıkıp tek başlarına çay içmeye gelebiliyorlar buralara, diye konuşuyorduk, hoşumuza gitti sizi görmek!" diyor polis, iyice şaşırıyorum.
Dalga mı geçiyor, samimi mi, anlamaya çalışıyorum yüzüne dikkatle bakıyorum.
Başıma birşey gelse şimdi karakola gitsem, orada bana ne işin vardı bu saatte demez mi arkadaşlarınız, diye soruyorum.
"Diyen olabilir ama onlar azınlıkta artık, genç okumuş polisler demez öyle birşey, yaşlı geri kafalı olanlar der öyle; sahiden medeni bir ülke olduk artık," diyor.
Madem o kadar medenileştik neden hala töre cinayetleri işleniyor, diye soruyorum.
"Sormayın, o pek çok zaafından biri bu ülkenin," diyor.
"Eğitimle çözülecek bütün sorunlar," diye başlayınca lafa, Cem Yılmaz'ın oynadığı reklam filminde, "Eğitim şart!" demesini hatırlayıp gülüyorum.
Profesörlerin eşlerini dövdüğünü bilip bilmediklerini soruyorum.
Biliyorlar.
Sıkılıyorum tartışmaktan. Önüme dönüyorum.
Dünyanın en medeni(!) ülkelerinde her dakika kadınlar tecavüze uğrarken, sorunların eğitimle yok olacağını düşünmeleri insanların moralimi bozuyor.
Her şey değişirken, bazı şeyler ise hiç değişmezken, tek tük olsa da gece sokağa çıkmamızdan rahatsız olmayan birilerinin varlığıyla avunmaya karar veriyorum şimdilik.
Sonra fark ediyorum ki, sürekli avunacak şeyler buluyoruz aslında. Yaşamak için belki de başka çaremiz yok.
Sabah oluyor bu arada.
Kahvaltıya bir arkadaşıma gidiyorum.
Boğaz manzaralı güzel bir ev. Arkadaşım avukat, kocası doktor, yirmili yaşlarda ikisi de Boğaziçi Üniversitesinde okuyan biri kız biri oğlan iki de çocukları var.
Medeni(!) insanlar yani. İyi eğitim almışlar üstelik yaşlı ve geri kafalı değiller.
Kahvaltıyı kadınlar hazırlıyor, erkekler oturuyor.
Hayır sadece oturmuyor, sürekli bir şeyler istiyorlar kadınlardan.
Adama çayını kalkıp kendisinin almasını söylememek için kendimi zor tutuyorum.
Sonra annemlere gidiyorum.
Babam annemden su isteyince, kalk kendin al diyorum. Yetmiş beş yaşındaki babam, "Tabii, kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur," diyor.
Ben bütün gün olanların hıncımı babamdan almaya çalıştığımı fark ediyorum.
Annemin de yeterince yaşlı olduğunu söylemeye çalışıyorum ama babam anlamıyor.
Canım iyice sıkıldı.
Deniz kenarına çay içmeye gidiyorum sıkıntılarımı dağıtmak için.
Başka bir yerde duruyorum bu kez.
Bir kadın iki köpek gezdiriyor. Birinin tek bacağı yok.
Garson kadının arkasından, "Manyak karı o topal köpeği ne diye besler ki insan!" diyor.
Çay içmekten vazgeçiyorum orada.
İçinden sakat geçmeyen yazılar yazmamı söylüyor bazı arkadaşlar sürekli.
Beceremiyorum. (NG/NM)