Yolumuz Şaklava'ya düştü; yolda, Türkiye sınırının yakınındaki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) askerlerini bizi uyardığı Saddam birlikleriyle karşılaşmamıştık. Şaklava'da, bir dağın eteğindeki bu güzel kasabada, Celal Talabani'yle karşılaştık. Bu tozlar içindeki iki kadının nerden geldiğini merak edip bizimle röportaj yapmayı kabul etti.
Pencerelerde cam yoktu
Nadire, pantolonuyla deodorantını bana bırakıp ertesi gün evine döndü; o sabah, Cizre'den yola çıktığımızda, akşam döneriz, diye düşünüyorduk. Talabani bana istediğim kadar kalabileceğimi söyledi, ben de birkaç hafta kaldım.
Sonraki günlerde, Talabani'yle peşmerge birliklerini Mawat'a, İran sınırındaki küçük bir kasabaya kadar izledim. Adamlarıyla birlikte, eski bir okulu karargah olarak kullanıyorlardı; lüksün olmadığı bir hayattı.
Pencerelerde cam yoktu, duvarlarda kapı yerine oyuklar vardı, hiç mobilya yoktu. Tuvaletler, dağ usulü, pek ilkeldi; varolan pek az banyo içinse, sıcak su ateş üzerinde ısıtılıyordu.
Yemek de uykuda yerde
Yerde uyuyup, yerde yemek yiyorduk; elektrik olmadığı, gaz lambalarına yetecek gaz da olmadığı için akşam erken çöküyordu. Yakıt jeneratöre gerekliydi; bu pek değerli mülk olmadan, uydu telefonu çalışmıyordu.
O zamanlar, Talabani'nin Washington'da, Londra'da, Paris'te ve Ankara'da bunca muhatabı yoktu; dünya başkentlerindeki liderler, bu kıymeti kendinden menkul gerilla önderiyle konuşmaya hazır değildi.
Kendi çevresinde, Mam Celal (Celal Amca) deniyordu ona. Günlerini büyük balkonda bir ileri bir geri yürüyerek, yardımcılarıyla bitmez tükenmez konuşmalarla geçiriyordu.
Gizliden köşede yerken
Akşamları, odasının bir köşesinde sırtını bir şilteye yaslıyordu, diğer köşede eşi Hero, üçüncü köşede koruması, dördüncü köşede de ben oluyorduk.
Türkiye'deki ve Finlandiya'daki hayatı merak ediyordu ve duyduklarını anımsamak istercesine, havaya notlar alıyordu.
Esprili ve çok iştahlı bir adamdı. Doktorunun verdiği diyete karşın, onu birkaç kez insanların kestirdikleri, günün o en sıcak saatinde, yemek yerken yakaladım.
Saddam'ın halefi olmak
Hiçbirimizin, kendinin bile, bir gün Saddam'ın halefi olacağını düşündüğünü sanmıyorum.
Talabani 13 yaşından beri Bağdat'taki yöneticiye karşı eylem içindeydi, 1970'lerin ortasında, içine doğduğu, efsanevi Molla Mustafa Barzani'nin on yıllar önce kurduğu Kürdistan Demokratik Partisi'ni (KDP) terk etmişti.
Talabani'nin Yurtsever Kürdistan Birliği (YKB), daha kentli ve solcu bir parti olarak görülüyordu; yalnızca Saddam'a karşı değil, Kürtlerin kendi feodal sistemine karşı da mücadele eden bir parti.
O gün bugündür, onu bir yandan Kürdistan'a sadık, bir yandan da hem o anın hem de o dönemin bağımsızlık olanaklarıyla ilgili epey gerçekçi biri olarak anımsıyorum.
Hem çok kararlı hem de kendi insanlarıyla mücadele etmeye hazır bir adam olarak anımsıyorum onu.
Oyunu kazandıran kart
Yıllar boyunca onlarca kez, belki de daha fazla karşılaştım onunla; bazen o denli iyimser değildi, ama Saddam'ın düşeceğinden hep emindi.
Amerikalılar Kürtleri birçok kez yüzüstü bırakmışlardı, yine de onlara bir kez daha güvenmeye hazırdı -bu kez ona oyunu kazandıracak kartı çekmişti, en azından şimdilik.
Onu orada görmek hoşuma gidiyor
Onu şimdi olduğu yerde görmek hoşuma gidiyor. Bağdat'ın bir kez daha bana anlattığı gibi bir şehir olmasını umuyorum: İçinden bir nehrin geçtiği, insanların kıyısında oturup "masquf"larının -bana Kürdistan'dayken bahsettiği Bağdat'a özel lezzet- tadını çıkardığı, güzel bir şehir.
Süleymaniye'nin, Erbil'in, Şaklava'nın ve Kürdistan'daki diğer bütün şehirlerin de şimdi olduğu gibi kalmasını umuyorum; en azından Irak'ın diğer bölgeleriyle karşılaştırıldığında huzurlu, gönenç içinde olan şehirler.
Irak'ın yeni başkanı, şansı yaver giderse, ülkeyi Sünni ya da Şii değil, ama Kürt olması sayesinde istikrara kavuşturabilir.
Hep iyimserdi
Ve, bütün bu yıllar boyunca Saddam'la, ABD ya da Avrupa'da sürgün halinde, uzaktan mücadele etmek yerine Irak'ta kaldığı için, insanların daha çok güvenini kazanabilir.
Mam Celal'le son karşılaşmamız, iki yıldan da uzun bir zaman önce, Bağdat'taydı. Mawat'taki günlerimizi anımsamıştık, gülümsüyorduk.
İyimserliğini hiç kaybetmemişti. Belki de, şu an, tam da o iyimserliğe, her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. (LR/TK)
* Leena Reikko'nun (Finlandiya Radyo ve Televizyonu Ortadoğu serbest muhabiri) bianet için yazdığı yazıyı Tolga Korkut Türkçeleştirdi.