Ne var ki, 12 yaşındaki öğrencinin hayatına "dur ihtarı"nda bulunulması için sadece üç saat vardı. Şemdinlili küçük çoban Fevzi'de o sırada koyunlarını otlatıp, belki de köye inmeden önce son bir çay demlemek için ateş yakıyordu. Hayat son zamanlarda hep böyle sakin geçiyordu. Zaten bizler de o günlerde Yüksekova'dan Van'a, oradan da Diyarbakır, Mardin, Kızıltepe, Viranşehir, Urfa seyahatimiz boyunca, bölgedeki "ılıman" havadan söz ede durmuştuk.
Ondan bir hafta önce İstanbul'dan arabayla Yüksekova'ya kadar gelen arkadaşlarım, bölgedeki çatışmaları, ölümleri veya mayınları haber yapmaya gelmemişlerdi bu sefer. Konu, yüz dört yaşına giren babaannemin hayat hikayesini dinleyip, kaydetmekti. Aslında bölgede bir insanın yüz dört yıl boyunca hayatta kalmayı başarması bile bir mucizeydi. Kadıncağız evden pek dışarı çıkmadığı içindir ki, "dur ihtarına" maruz kalmamıştı hiç.
Öte yandan, bölgeye çatışma haberleri yerine, böyle bir mesele için gelen gazetecilerle uzun zamandır ilk kez karşılaşılıyordu. Arkadaşlarım arabayla İstanbul'dan gelirken, Van'daki Balaban kontrol noktasındaki askerler bayramlarını kutlayarak şeker ikram ettikten ve "tehlikeli" insanlar olmadıklarına kanaat getirdikten sonra "iyi yolculuklar efendim" deyip yollarına devam etmelerine izin vermişti.
Yüksekova'da onları karşıladığımda ilkin başlarından geçen bu hadiseyi anlattılar. Askerlerin bu tutumunu garipseyip, "yahu acaba askerlerin niyeti insanları şaşkınlık ve nezaket gösterisinden öldürmek mi" şeklinde şakalar yapıyorlardı.
Bu sırada Kızıltepeli öğrenci Uğur Kaymaz ve de yanı başımızdaki Şemdinli'de çobanlık yapan 19 yaşındaki Fevzi Can'ın, askerler tarafından öldürülebileceğine dair en ufak bir gösterge yoktu.
"Efendim kimliğinizi rica edebilir miyim?"
Zira, bölgede yoğun çatışmalar duralı, askerler kimlik kontrolü yaparken şeker ikram edip, yolculara 'bayramınız kutlu olsun efendim, kimliklerinizi rica edebilir miyim' demeye başlayalı beri, kimsenin aklına ölümler gelmez olmuştu.
Yüksekova şehir merkezine arabayla on beş dakikada varılabilen Karlı Köyü'ne gidebilmek için bazen saatlerce bekletildiğimiz kale şeklindeki ürkütücü polis kontrol noktası boşaltılmakla kalmamış, dozerlerle yerle bir edilmiş, yerinde otlar yeşermeye başlamıştı.
Tabii Van, Esendere ve Şemdinli yollarındaki kontrol kaleleri de ortadan kaldırılmış, yollar genişletilmiş, polis ve askerler de "iş yerlerine" çekilmişti. Dershane öğrencileri, gece saat 12'den sonra etütlerini yapmış olarak evlerine dönüyor, kimi bakkallar sabah saatlerine kadar açık kalıyordu artık.
Kulak tırmalayan panzer kornaları ve "rambo"lar tarihe karışmış, hayat gerçekten de sivil bir görünüm kazanmıştı. Her ne kadar, iki yıl önce söyleşi yaptığımız, ovada bulduğu bombanın patlaması sonucu sakat kalan Nizamettin Suel ve onun gibi yüzlerce çocuk hâlâ eski günleri hatırlatsa da, insanlar yeni bir hayat kurmak için karınca gibi çalışıyor.
Dur ihtarına uymayanlar
Derken, Yüksekova'dan ayrılıp, yukarıda sözünü ettiğimiz seyahatimize başlıyoruz. Mardin'de keyfimizi kaçıran şey, kolluk kuvvetleri değil, tarihi yapıların, çok katlı apartmanların arasında yitmeye başlaması oluyor. Kızıltepe'ye doğru hareket ediyoruz.
Kızıltepe'de yağmur yağıyor, Irak'a doğru yola çıkmaya hazırlanan kamyoncular, cadde boyunca dizilmiş bulunuyor. Sıcacık arabamızda, kamyonculardan söz ederken, bölgedeki sükuneti de konuşuyoruz. Tabii ki Kızıltepe'yi geride bırakıp, Viranşehir'de kağıt oynayan yaşlıların doluştuğu kahvehanede çay içerken, Uğur'un babasıyla birlikte "dur ihtarı"na uymadıklarından, tıpkı Uğur ve ailesi gibi bihaberdik. (Öte yandan, cinayet sonrasında Uğur'un annesi Makbule Kaymaz, kapı komşusu olan öğretmeni ve diğer tüm komşular, "dur ihtarı"nı duymadıklarını söyleyeceklerdi)
Ve eğer iki gün sonra vardığımız Ankara'da, sadece yaygın medyanın haberleriyle yetinseydik, günlerce bu cinayetten bihaber kalmaya devam edecektik. Çünkü hemen hemen tüm gazeteler, cinayet haberi her yerde konuşulmasına karşın, günlerce bu olayda bir haber değeri bulmadı.
Ayrıca AB'ye girmek için tribün terörünün engellenmesi yönünde fetva verenler, aleni cinayetler işleyenler karşısında suskunluklarını bozmayacaklarına dair ortak karar almışlardı sanki.
Aymazlık
Bir tek Anadolu Ajansı, olaydan hemen sonra malûm vali kaynaklı, "Dur ihtarına uymayan iki terörist, silahlarıyla birlikte ölü olarak ele geçirildi" şeklindeki haberi geçmişti.
AA'nın bu haberi, Uğur ve babası Ahmet Kaymaz gibi daha kaç insanın "dur ihtarına uymayan terörist" olarak lanse edildiğine dair ciddi soru işaretlerine de gerekçe oluyordu. Zira, Şemdinli'de öldürülen küçük çoban Fevzi'nin cenazesinin ailesine teslim edilmesi için de "dur ihtarına uymayan terörist ölü olarak ele geçirildi" yazılı tutanağın imzalanması şart koşuluyordu.
Oysa ne Uğur'un "dur ihtarına uymaması" söz konusuydu ne de Fevzi'nin. Çünkü biri evinin bahçesinde, babasına yardım ederken 50 cm yakınlıkta polis, diğeri de koyunlarının önünde, köye dönerken, kendisinin çoban olduğunu bilen askerlerce öldürüldü.
İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu ise "dur ihtarına uyulmadığını ve ilkokul öğrencisi Uğur'un, polislere silahla karşılık verdiğini söyleyebiliyor hâlâ.
Ancak yine de işkenceye sıfır tolerans gösteren (ki o sıfır bile işkencecilerin "işlerini" sürdürmesine yetiyor, artıyor bile) muktedirler, Uğur'un "dur ihtarına" silahla karşılık verip vermediğini araştırması için Kızıltepe'ye iki yetkili gönderiyor.
Halbuki dünya alem, polislerin, vücudunda barut kalacak kadar yakından ateş ettiğini, Uğur'un, ayağında terlik olduğunu. Ama bunların hiçbiri yetmiyor, muktedirlerin aymazlığı ve küstahlığı sürüyor. Fevzi ise Uğur'a göre daha doğuda, Irak-İran sınırındaki Şemdinli'de öldürüldüğü için, muhtemelen onun katilleri daha rahat soluk alıyor. Çünkü Fevzi cinayetinin tek tanığı dağlar ve güttüğü koyunlar.
Şeker ve kurşun
Bir hafta arayla yaşanan bu iki vak'a, sadece haberdar olabildiklerimiz. Ve her iki infaz da, yol kontrollerinde şeker ikram edip gülücükler saçan asker ve polislerin akşam mesailerinde bölgedeki halka neler yaşattığını ortaya koymak için hiç de yabana atılır örnekler değil.
Peki o halde, OHAL'de, kontrol noktalarındaki asker ve polislerin güler yüzlülüğü, nezaketi, nerden kaynaklanıyordu? Asker ve polisler tarafından ikram edilen şekerler, ortadan kaldırılan kontrol kaleleri, kimlik istenirken edilen ricalar; yere diz üstü oturtulup onlarca kurşun sıkılarak katledilen, "büyük bir insana benzeyen" Uğur, her zamanki gibi koyun sürüsüyle köye inerken, belki de sabahleyin yol kontrolünde şeker ikram eden askerlerin kurşunlarına hedef olan küçük çoban Fevzi. Madem kurşun, niye şeker? Daha doğrusu, madem şeker, niye kurşun.(İA/EÜ)