Libya'da Geçici Ulusal Konsey'e bağlı muhalif güçlerin hiç beklenmedik bir hızla --üstelik daha birkaç hafta öncesine kadar dillendirilen iç savaşın bir pat durumunda olduğu, uzun bir zamana yayılabileceği şeklindeki yorumları tekzip edercesine- Trablus'a girmesi, Kaddafi rejiminin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Daha başta bir konuda açık olmak gerek: Kaddafi işine geldiğinde iştahla başvurmaktan çekinmediği antimperyalist demagojisine karşın uluslararası sistemin gereklerini ("teröre karşı savaş" politikalarına verdiği destekten neoliberal itikada bağlılığa ve dahası Avrupa'daki göçmen karşıtı uygulamalardaki kilit rolüne kadar) yerine getirmekten çekinmeyen bir otokrattı. Dolayısıyla onun şu ya da bu biçimde devrilmesi hayıflanacak değil, hayırla anılacak bir gelişmedir. Ancak demokrasinin tiranlık karşısındaki zaferine dair bilhassa medyada parlatılan kolaycı iyimserliğin esiri olmamak ve Kaddafi rejiminin devrilmesinin bölgede gelişmekte olan devrimci sürecin, nam-ı diğer Arap Baharı'nın mukadderatı bakımından nasıl etkileri olabileceği üzerinde düşünmek elzem.
Esasında ülkede 17 Şubat tarihinde başlayan ayaklanma, bütün farklılıklarına rağmen başlangıçta Tunus ve Mısır örneklerini andırıyordu: Otoriter bir rejime karşı bilhassa gençliğin başını çektiği sokak gösterileri, bir dizi şehirde büyük protestolar. Ancak Kaddafi rejiminin muhaliflere yönelik şiddetli saldırısı Libya'daki gelişmeleri hızla başka bir mecraya taşıdı. Tunus ve Mısır'da ordu, Bin Ali ve Mübarek'i, rejimin devamlılığını temin etmek, halk kitlelerinin daha da radikalleşmesinin önüne geçmek ve ordunun bölünmesini engellemek için feda edebilmişti. Bir anlamda diktatörlüklerin devamı ve bekası için diktatörler gözden çıkarılabilmişti. Oysa Libya'da Kaddafi ailesinin ve yandaşlarının komuta kademesinde büyük etkisinin bulunduğu ve önemli ölçüde özel kuvvetlerden ve paralı askerlerden müteşekkil ordu demek, Kaddafi demekti. Ordunun düzenin âli çıkarları için diktatörü feda edebilecek bir özerkliğe sahip değildi. Böylece Kaddafi, elinin altındaki zor aygıtını sonuna kadar kullanarak muhalefete ve sokak gösterilerine karşı vahşi bir sindirme politikasını hayata geçirmekte muvaffak oldu.
Bu, Libya'da ayaklanmanın hızla askerileşmesini beraberinde getirdi ve ülke bir iç savaşa sürüklendi. İsyanın süratle militarize oluşu, askeri mantık ve gerekliliklerin politik ve sosyal taleplerin önüne geçmesi ve isyancıların bilhassa ülkenin doğu kesimlerinde hâkim olarak uluslararası camia nezdinde tanınmayı hedefleyen alternatif bir kamu otoritesi oluşturma yoluna gitmesi, muhalefetin karakterini Tunus ve Mısır'dan farklılaştırdı. Bu alternatif kamu otoritesi ya da Geçici Ulusal Konsey'e Kaddafi rejiminde önemli kademelerde bulunmuş bir dizi figürün katılması, muhalefet içerisinde güç dengelerini etkiledi. Mesela Konsey'in dışişleri bakanı olan Ali al-İsavi, Seyfülislam Kaddafi'nin yakın çalışma arkadaşlarındandı ve ayaklanma öncesinde ekonomi bakanıydı. Geçici Konsey Başkanı Muhammed Abdülcelil, daha düne kadar adalet bakanıydı. Bu durum, yani Kaddafi döneminde devlet tecrübesi edinmiş "ehil kadroların" muhalefete katılması, başka bir deyişle Kaddafi'nin batan gemisini alelacele terk etmesi, bir yandan Geçici Ulusal Konsey'e uluslararası düzlemde muhatap alınabilir yüzler sağlarken diğer yandan muhalefetin radikal potansiyel ve imkânlarını kısıtlayan bir faktördü. Kısacası böylesi oportünist simalar muhalefetin devletlû karakterini pekiştiren ve onun radikal boyutlarını daha baştan törpüleyen bir faktör teşkil ettiler.
Müdahale süreci sekteye uğrattı
Fakat ayaklanmanın kaderini tayin eden, Libya'da gelişebilecek süreci tabir caizse akamete uğratan ve çarpıtan gelişme, Libya'da sivilleri Kaddafi rejiminin saldırılarına karşı koruma gerekçesiyle gündeme gelen emperyalist müdahale oldu. Yanlış anlaşılmasın: Emperyalist müdahale, yani NATO yönetiminde gerçekleşen ve kendisi de önemli miktarda sivil kayba neden olan hava saldırıları muhalif askeri güçlerin Trablus'a girmesinin ardındaki ana etken değildi. Muhaliflerin başarılı olmasının ardında elbette NATO'nun önemli katkısı vardı; ancak muhalif kuvvetler NATO sayesinde Trablus'a girip zafer kazanmadılar. Muhalif güçlerin hızlı zaferinin ardındaki ana etken, lojistik imkânları hızla tükenen Kaddafi rejiminin yaratmak istediği görüntünün aksine, toplumsal tabanının iyice cılızlaşmış olmasıydı. Tarih, gerçek bir halk desteğinin ve kitle mobilizasyonunun söz konusu olduğu koşullarda kendisinden çok üstün kuvvetler tarafından kuşatılmış kentlerin başarılı savunma örnekleriyle doludur. Teşbihte hata olmaz: İç savaş sırasında Franco'nun Alman ve İtalyan destekli ordusunca kuşatılan Madrid'in düşmemesinin ve kuşatmanın "No Pasaran" sloganında cisimleşen destansı bir savunmaya dönüşmesinin esbab-ı mucibesi, silah üstünlüğü değil, Madrid'i dişiyle tırnağıyla savunan halk seferberliğiydi. Oysa muhalif güçler, Kaddafi'nin iddialarının aksine, Trablus'ta kenti sokak sokak, ev ev savunan bir direniş değil, kendilerini coşkuyla karşılayan büyük halk gösterileri buldular. Kaddafi'nin askeri aygıtının lojistik nedenlerle ve demoralizasyon sonucu çözülmeye başlaması, daha evvel şiddetle bastırılmış rejim karşıtı toplumsal hiddetin yeniden dile gelmesine neden oldu. Yani Kaddafi'nin sonunu hazırlayan askeri güçler dengesinden evvel halk desteğini yitirmiş olmasıydı.
Emperyalist müdahalenin esas etkisi, Libya'da gelişebilecek bir devrimci süreci, muhalefet içerisinde Batı yanlısı ve birçoğu eski rejimin içerisinde yer almış ekibin pozisyonunu güçlendirerek sekteye uğratmasıydı. Libya muhalefetini hızla Batı yörüngesine sokması sonucunda onu yozlaştırması, onu aslında otantik bir halk hareketi olmaktan çıkarmasıydı. Kaddafi rejiminin devrilmesinin ardından emperyalist güçler ülkedeki durumu hızla stabilize etmeye, şu ya da bu biçimde açığa çıkmış siyasal enerjiyi (yerel komiteler, gençlik grupları vs.) kendi çıkarları doğrultusunda soğurmaya çalışacaklar. NATO müdahalesi onlara bu gücü ve meşruiyeti veriyor. Elbette Libya muhalefeti bütünüyle Batı yanlısı kuklalardan oluşmuyor. Muhalefetin NATO desteğine rağmen bir kara müdahalesine sürekli olarak mesafeli yaklaşması, en azından şimdilik Libya topraklarında bir NATO üssünün oluşturulmasına izin verilmeyeceği şeklinde beyanatlarda bulunulması bunun bir göstergesi. Ancak yine de müdahale emperyalist merkezlere Libya'nın geleceği üzerinde söz sahibi olma kudretini veriyor. Dahası, aynı merkezlere Arap Baharı'nın mukadderatı üzerinde de etkide bulunma, gelişmeleri kendi lehlerine çekme imkânını veriyor.
Emperyalizme rağmen ve ona karşı
Libya, Arap Baharı tabiriyle ifade edilen devrimci sürece yönelik ilk doğrudan emperyalist müdahaleydi. Müdahalenin önemli bir saiki Arap coğrafyasında gelişen devrimci süreci ve onun açığa çıkardığı kontrol edilmesi güç gelişmeleri denetlemek, onlar üzerinde söz sahibi olabilmekti. Mümkün mertebe gelişen devrimci süreci sekteye uğratmak ya da denetim altına almak için bir fırsattı. Emperyalist güçler şimdi bu fırsatı elbette kullanacak. Zafer sonrasında iç çelişkiler gündeme gelse de Batı yanlısı unsurların hâkim bir pozisyon elde edeceği ve yakın gelecekte karşımıza muhtemelen sınırlı bir parlamenter demokratik rejime sahip, yani liberal-demokratik makyajlı, Batı yanlısı neoliberal bir siyasal yapılanma çıkacağı tahmin edilebilir. Mısır ya da Tunus'ta yaşandığı gibi devrimci süreci daha da ileriye götürmeye dönük bir kitle muhalefeti, süreci radikalleştirecek aşağıdan bir basınç muhtemelen söz konusu olmayacaktır. Böyle bir muhalefet, yani aşağıdan gelişecek bir demokratik ve sosyal muhalefet, ancak Batı yanlısı elitin devlet aygıtını yeniden inşa etmekte başarısız olması ve iç ihtilaflara gömülmesi halinde söz konusu olabilir. Bu ihtimalin ne kadar gerçekçi olduğunu yaşayarak göreceğiz.
Hasılı Libya, Arap devrimci sürecinin emperyalist müdahalece çarpıtılmış, sekteye uğratılıp saptırılmış bir örneği. Emperyalist merkezlerin Libya'daki halk ayaklanmasının açığa çıkardığı radikal potansiyelleri denetimleri altına alma çaba ve başarısının bölgede gelişen sürece nasıl etkide bulunacağını göreceğiz. Kaddafi'nin düşmesi, mesela Suriye'de de bir askeri müdahale özleyenlerin ellerini kuvvetlendiren bir örnek işlevi görebilir. Emperyalist müdahale, Irak'ın işgali zamanında olduğu gibi, "demokratikleşmenin" ana mecrası olarak yeniden popülerlik kazanabilir. İyimser bir ihtimal, hiç değilse kısa vadede, Kaddafi rejiminin çözülmesinin Arap Baharı'na olumlu bir itkide bulunması, mücadele eden kitleleri cesaretlendirmesi olabilir. İlk elde Yemen ve Suriye rejimlerinin işinin Libya'dan sonra daha da zor olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak unutmayalım, emperyalist güçler, bölgedeki etki ve güçlerini zayıflatması muhtemel bir devrimci süreci bu şekilde denetimleri altına alarak soğurmanın faydalarından istifade edecekler. Bölgeyi saran yangını kontrol altına alabilmek için elde edecekleri her kazanımı, sadece Libya'nın değil, genel olarak bölgenin yeniden yapılandırılmasında tayin edici olmak gayesiyle bir sıçrama tahtası olarak kullanacaklar. Dolayısıyla ve bitirirken basit bir gerçeği ısrarla tekrar etmekte yarar var: Bölgede gelişen halk ayaklanmaları ancak emperyalizme rağmen ve ona karşı başarılı olabilir. Söz konusu halk hareketleri ancak böyle ezilenler açısından anlamlı ve kalıcı kazanımlara yol açabilir.
Not: Yukarıda yazılanlar, yani Libya'da yaşananların güçler dengesinde nasıl değişimleri imlediğini tartışmak, her taşın altında emperyalist "master plan" ve dizayn girişimleri arayanlar için pek bir anlam ifade etmeyecektir elbette. Mısır'da, Suriye'de ya da Libya'da yaşananları zaten daha baştan Ortadoğu'yu dizayn etme amaçlı bir büyük emperyal planın parçası olarak değerlendirenler açısından Libya'da yaşananların devrimci sürece, süregiden ayaklanma ve kitle hareketlerine nasıl etkide bulunabileceği afaki bir soru olacaktır. Neticede her yerde hazır ve nazır kadir-i mutlak emperyalizm anlayışı emperyalizme karşı reel mücadelenin yerini aldığında, somut siyaset ve mücadeleden kaçış ya da feragatin meşrulaştırımı, başka bir deyişle kılıfı halini alıyor maalesef. (FB/AS)