Bu tartışma demokrasi güçlerine, kendi seçeneklerini güncelleştirmek açısından hem uygun bir atmosfer hem de ağır bir sorumluk yüklüyor. Konuya ilişkin sapla samanı birbirinden ayırmak, birbirine karşı tahkimat yapan bu iki egemen gücün toplumu kendilerine yedeklemeye yönelik girişimleri karşısında, konuya ilişkin kendi bilinç düzeyimizi yükseltmek ve demokratik bir muhalif birikim oluşturmak açısından laikliği tekrar tekrar tartışmak durumundayız.
Örneğin Diyanet'in tahkimi politikasının salt AKP'ye ilişkin bir duyarlılık değil aynı zamanda bir devlet politikası olduğunu, Anayasada öyle yazıyor olmasına rağmen Türkiye'nin gerçek bir laiklikten uzak olduğunu, dolayısıyla laikliğin korunmaktan çok kazanılması gereken bir düzlem olduğunu anımsamaya bugün her zamankinden çok gereksinimimiz bulunmaktadır.
Bunu başarabildiğimiz orandadır ki, bu kördöğüşü içinde laiklik dahil gerçek bir
demokratikleşmenin inşasına toplumsal bir özne yaratabiliriz. Aksi taktirde kendimizi korusak bile toplumun bu sermayesi, medyası, iktidar gücüyle birbiriyle kayıkçı dövüşü yapan güçlerden birine yedeklenmesini engellemek şansına sahip olamayacağız.
Laiklik demokrasinin diğer tüm alanları gibi, bir hegemonya aracı olarak kullanılması, kurumlaştırılması ve sahiplenilmesi gereken ihmal edilemez bir alan oluşturmaktadır. Bu ciddiyeti içinde yaklaştığımızda toplumcu güçlerin laiklik politikası oluşturması ve uğrunda ciddi bir mücadele yürütmeleri gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, bu alan Cumhuriyetin kuruluşundan beri toplumsal saflaşmaları belirleyen alanlardan birini oluşturmaktadır. Daha önemlisi şeriatçı hareketin devletin hegemonyasından çıkıp ciddi bir toplumsal güç ve tehdit haline gelmeye başladığı 90'lı yıllardan itibaren, solun toplumsal tabanı şeriatçı harekete düşünsel birikimlerinin ise devlete yedeklenmesini sağlayan, dolayısıyla gerçek bir demokratikleşmenin toplumsal bir özne elde etmesini olanaksızlaştıran etkin bir faktör oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu alanda sözü olmayanların diğer alanlarda da bertaraf olmaları, en azından bu alanın sunduğu hegemonya ve demokratik kazanımların dışına düşmesi kaçınılmazdır.
Cumhuriyet Osmanlı monarşisine karşı cumhuri rejimi, monarşisine karşı da laikliği kurumlaştırma yönelimiyle tarihimizde önemli bir ilerleme hamlesi oluşturmuştur. Bununla birlikte aşağıdan yukarıya etkin bir toplumsal temel üzerinde biçimlenmediğinden yeni devlet de tıpkı önceki gibi toplumun üstünde, onu kendine göre kalıba döken bir konumda biçimlendi.
Bunun sonucunda tebaalıktan yurttaşlığa, kulluktan birey olmaya geçiş ciddi zaaflarla malul kaldı. Cumhuriyet egemenleri İtihat ve Terakki'den devraldıkları yönetim mirası ve bölünme korkularıyla her şeyi kontrol altında tutmaya yönelik bir totaliter kurumlaşma içinde oldular.
Bu yönelim içinde tüm farklı aidiyetleri Türkleştirme ve bu bağlamda gözden çıkarılmış gayrı Müslimleri dışlayıcı bir siyaseti dinsel araçla tahkim etmeyi de temel bir devlet siyaseti olarak belirlediler. Özetle din, bizzat laik cumhuriyet tarafından Türk kimliğini tamamlayıcı ve Türkleştirmeyi tahkim eden temel bir yapıştırıcı güç olarak kullanılacaktı. Bu bağlamda İslam'ın Sünni/Hanefi/Maturidi mezhebi resmi mezhep olarak sahiplenilecek ve topluma "bizim dinimiz" olarak şırınga edilecek ve bunun dışında kalanların
asimilasyonu yoluna gidilecekti (Ayrıntılı bilgi için bkz. Milliyetçilik Türkiye'nin Çıkmazı, E. Aydın).
Yine bu çerçevede teokratik/şeriatçı eğilimlere karşı dini kontrol altında tutmak ve dünyevileştirmek yanı sıra tüm Türkiye halkının dini inancını tektipleştirmek fonksiyonuyla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın devlet eliyle kurumlaştırılması yoluna gidilecekti.
Tüm bu yönelimler daha en baştan Türk laikliğini problemli bir alan haline getirecek, daha sonraki süreçte niye demokratikleşemediğimiz sorusunun temel yanıt alanlarından birini oluşturacaktı.
Cumhuriyetin yine de laik duyarlılığı belirgin olan ilk dönemi sonrasında, Soğuk Savaş bağlamı içinde dinin toplumsal kontrol aracı olarak kullanımı ve dinci örgütlenmelerden siyasal bir aktör olarak yararlanılmasında ciddi bir artış olacaktı. 12 Eylül sonrası ise bu politika, içerde solun ezilmesinden doğan toplumsal boşluğu doldurmak ve ABD'nin Yeşil Kuşak politikasının tamamlayıcı faktörü olarak iyice gemi azıya aaldı. Özetle rejimin krizi ve eşitsizlik arttıkça dine yapılan yatırımlar da arttı.
Devlet tektipleştirmeci politikasının sonucu ve artan çelişkilerin toplumsal tepkilere dönüşmemesi için İslamcılığı bizzat besleyip büyüttü, onunla ulusal ve uluslararası ittifaklar yaptı. Fethullah Gülen gibi aktörler bu politikanın sonucunda devasa güçlere ulaştılar ve iç politikada olduğu gibi dış politikada da devletin etkin araçları olarak işlev gördüler. Dinin toplumdaki etkisinin büyümesi, devletin bu yönlendirmeleri yanı sıra, insanların ekonomik ve siyasal özgürleşmelerinin tümüyle olanaksızlaştırıldığı, fakirleşmenin, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve tabii baskının arttığı bir dönemde insanların çaresizlikle dine yönelme eğilimlerince de beslenip büyüdü.
Kriz ve baskılar toplumun tevekküle, dine yönelmesini güçlendirdi. Her şey iyi gidiyordu; ta ki bu İslamcılık belli bir güce ulaşıp denetimden çıkarak devletin sözde laikliğine tehdit oluşturabilecek denli etkin bir güce dönüşene kadar. İşte bu noktada 28 Şubat başlayacaktı. Nasıl ki önceki politikalar devletin toplumu denetleme kapsamında biçimlendiyse 28 Şubat da aynı saikle biçimlenecekti.
Geriye dönüp toplu bir değerlendirme yapacak olursak, ucube bir laiklikle
karşı karşıya olduğumuzu ve bunun asli nedeninin de diğer tüm düzenlemelerde olduğu gibi devletin toplumsal kontrol kaygısının belirleyici olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda toplumun tektipleştirilmesi kararlılığının gayrı Müslimlere yönelik bir dizi hak ihlalini kaçınılmazlaştırması bir yana, Türkiye Müslümanlarında din dışı laik bir kültür ve kimlik gelişimini de engelleyecekti.
Evet Cumhuriyet dini dünyevileştirdi, ama toplumsal kontrol aracı ve Türklüğü tamamlayan kimlik olarak koruduğu, dahası büyüttüğü ve yaygınlaştırdığı için, toplumun çoğunluğu "mümin-kâfir", "hak mezhep-bâtıl" ayrımını aşamadı. Gayrı Müslimler Türkleştirmenin veya göçe zorlanmanın hedefi olurken, çoğu Bektaşi olan Balkan göçmenleri ve Anadolu Alevileri Sünnileştirmenin sistematik hedefi oldular. Örneğin laik bir devletin vatandaşıyla olan bağı ve vatandaşlık bilgileri açısından gizli tutulması gereken dini kimlik nüfus cüzdanlarında özellikle yazıldı. Bu sayede devletle her muhatap olunan durumda, askerde, maliyede, dışişlerinde, memur alımlarında, poliste yurttaşın kontrolü ve resmi din dışındakilerin baskılanması sağlandı.
Doğan her çocuğun kimliğine "İslam" yazdıran bir devlet aklının laikliğinden söz edilemeyeceği açıktır. Daha sonra nüfus cüzdanlarındaki mezhep belirlemesi kalkıp Aleviler kısmen rahatladıysalar da gayrı Müslimlere yönelik ayrımcılığın kimlik bilgilerinde sürdürülmesine devam edildi. Dergahları kapatılan ve ibadet mekanları olan cemevleri kurmaları yasaklanan Alevilere yönelik asimilasyon ise, ibadet mekanı olarak camiye, dini bilgi mekanı olarak Diyanet'e mahkum edilerek, köylerine cami yapılıp imam atanarak, daha sonra zorunlu da kılınacak olan resmi din derslerine zorlanarak sürdürüldü.
Eşitsizliğin olabildiğine keskin, farklı aidiyetlerin realite olduğu Türkiye'de rejim, modern kültür, bireyleşme, demokratikleşme, egemenliğin kayıtsız şartsız yurttaşa ait olması koşullarında toplumun kontrolünü mümkün görmediğinden, İslam'ın bir toplumsal kimlik olarak yaygınlaştırılmasını bir devlet politikası haline getirdi ve uyguladı. Krizi derinleştikçe polisini memurunu Türk İslam sentezine göre eğiten, Diyaneti devasa boyutlarda büyüten, Hıristiyanları resmen, Alevileri gayrı resmi olarak devlet memuru yapmayan, olanları terfi ettirmeyen, ettirdiklerini ajanlaştıran bir zihniyetle laik bir kültürün toplumda egemen norm haline gelemeyeceği açıktır.
Tüm bu gerçekler ışığında devlet aklının laikliğinden değil, laikliği de toplumun kontrolü için kullanmasından söz edilebilir. Oysa laik bir devlet yurttaşlarının inanç tercihlerine karışmayacağı gibi onlar karşısında eşit bir mesafede durur. Dolayısıyla mevcut uygulama dini yurttaşlık tanımlamasının içine sokarak ötekine karşı Türk ve Müslüman bir kimliği
kamusal bir düzeyde sahiplenerek demokratikleşmeyi olanaksızlaştırdığı gibi laikleşmeyi de olanaksızlaştırmıştır.
Bu kamusal politika, Osmanlı döneminde olduğu gibi yurttaşın Müslümanlığı kamusal kimlik olarak kabullenmesini sağlamıştır. Durum buyken AKP Başkanının Türkiye'yi laik olarak değil, "modern bir İslam devleti" olarak tanımlamasında şaşılacak bir şey olamaz; çünkü devletin doğası bu kavrama daha uygun düşmektedir ve tabii bu durumun değiştirilmesi, 28 Şubat zihniyetine yedeklenme eğilimlerine karşı Türkiye'nin gerçekten laik bir devlet haline getirilmesi için toplumsal ve siyasal çaba harcanması gerektiğini göstermektedir.(EA/NK)