Önce bir rapordan bahsedelim: Stern Raporu. Nicholas Stern tarafından Britanya hükümeti için hazırlanan ve küresel ısınma tehlikesine karşı alınması gereken ''Mevsim Değişikliğinin Ekonomisi'' başlıklı bu rapor, Kyoto Protokolü çerçevesinde karbon salımlarının azaltılmasını hedefleyen AB ülkelerinin ve çevre örgütlerinin tartışma gündemini oluşturan ana metin.
Bu rapor diyor ki, 2050 yılına kadar gezegenimizin atmosferindeki karbondioksit yoğunluğu 450-550 milyon partiküler madde (ppm) düzeyinde tutmak için alınacak önlemlerin maliyeti şu anda dünya ekonomilerinin ürettiği toplam gelirin sadece yüzde 1'ine ancak ulaşıyor. Bu da bugünün fiyatlarıyla 650 milyar dolar. Oysa, diyor rapor, söz konusu önlemlerin alınması gecikirse küresel ısınmadan dolayı 2050'ye değin ortaya çıkacak olan çevre felaketlerinin, bulaşıcı hastalıkların ve ekonomik kayıpların maliyeti, dünya gelirinin yüzde 3,5unu aşacak!... Hesap gayet açık, önlem alırsan maliyet, dünya gelirinin yüzde 1'i, almazsan yüzde 3,5'u..Dolayısıyla da rapor henüz çok geç olmadığını müjdeliyor. Ama, bu bedelin ödenmesi sözkonusu olduğunda "benden sonrası tufan" anlayışı hemen uç veriyor.
En fazla kirletici 20 ülke, karbon emisyonunda yüzde 80 pay sahibiler. Başta ABD olmak üzere , birkaçının dahi böylesi bir projede yer almaması , yeterli baskıyı görmemeleri ve savsaklamaları halinde bütün önlemler boşa gidebilecek.
Küresel ısınmaya karşı etkin önlemlerin alınmasını geciktiren (hatta engelleyen) önemli bir neden ise söz konusu önlemler paketinin yaptırım koşullarının yeterince açık ve caydırıcı olmayışı... Örneğin, özünde bir Avrupa projesi olarak sürdürülen Kyoto Protokolü , her ülke ve endüstriyi somut karbon emisyon kotaları ile sınırlıyor. Kyoto Protokolü, 1992 Aralık ayında imzalandı. Kyoto'ya giden yol aslında Birleşmiş Milletler'in 1992'de toplamış olduğu Rio Konferansı'nda belirlenmişti. Rio Konferansı'nda BM'nin İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (UNFCCC) imzaya açılmış ve imzalayan ülkeler gönüllülük esasına dayalı olarak çevre kirliliğine yol açan sera gazlarının etkilerini hafifletecek tedbirler almayı kabul etmişlerdi.
Kyoto Protokolü bu çerçeve anlaşmasını bir adım daha ileri götürerek, belgeyi imzalayan ülkeler için 2008-2012 yılları arasında, başta karbon olmak üzere sera gazı salımlarını 1990 düzeylerinin yüzde 5 daha da altına çekmeleri yükümlülüğünü getirdi. Kyoto'da gönüllülük esası yerine daha somut önlemler alınacaktı. Ancak, Kyoto Protokolü, söz konusu kotaların uygulanmasını karbon vergileri ve karbon ticareti gibi piyasa araçları ile sürdürmeyi planlıyor, dolayısıyla küresel ısınmayla mücadeleyi piyasanın kurallarına havale ediyor. Bu da hassasiyetleri azaltıp, problemi piyasanın inisiyatifine terk etme gibi bir zaafı doğuruyor... Çevre gibi yaşamsal bir sorunu yaptırım gücü olan halkın denetimindeki politikalarla yapmak yerine piyasa araçları ile çözmeye kalkma anlayışı birçok kimsede umudu azaltıyor. Bu Kyoto Protokolü'nün "ticari yaptırımları", kirleticilerce şu ya da bu şekilde nasılsa savuşturulur umutsuzluğu yayılıyor.
Kyoto Protokolü altında her üye ülkeye belli bir karbon emisyon kotası tahsis ediliyor ve üye ülkelerin bu kotaları kendi üreticileri arasında "paylaştırması" bekleniyor. Eğer herhangi bir üretici ya da ülke kendi kotasını aşarsa, çevreyi daha az üreten diğer ülke ya da üreticilerden karbon kotası ''satın'' alabilecek.. Yani, Kyoto Protokolü küresel ölçekte bir karbon piyasası kurulmasını öneriyor. Karbon kotaları, bir kere tahsis edildikten sonra, dünya pazarında oluşacak fiyatlarda çok kirleten ülkeler tarafından ''satın alınabilecek'' . Böylelikle pazar ekonomisinin ''etkin'' kuralları altında toplam karbon emisyonunun kontrol altına alınabilecek.
Erinç Yeldan'ın geçen mayıs ayında Cumhuriyet'teki iki yazısında da ifade ettiği gibi, Kyoto Protokolü'nün, bu "çevreci ve insancıl" yüzü, ortaya yepyeni bir pazar çıkarıyor ve uluslararası finans firmalarının ağzını sulandırıyor. Aşırı kirletenlerle az kirletenler arasında kota ticareti... Borsalarda kota ticareti eliyle kurtarılmaya çalışılan doğa ve hayatımız. Hiç güven verici geliyor mu? Kyoto Protokolü, şu an, tüm çevre duyarlılarının asli metni ama ciddi ciddi sorgulanmayı, özellikle piyasaperest yanına muhalefet şerhi düşmek gerekiyor.
Ve Türkiye
Gelelim Türkiye'nin durumuna; Türkiye BM'nin Rio'da toplanan Çerçeve Anlaşması'nı imzalamış olmasına karşın, Kyoto Protokolü'ne henüz taraf değil. Türkiye'nin Rio'da "gelişmiş/sanayileşmiş ülkeler" grubuna dahil edilerek, karbon emisyon düzeyi üzerine önemli sınırlamalar getirileceğinin anlaşılması, protokolden uzak durmasına yol açtı. Türkiye, BM'nin "Çerçeve Anlaşması"nı imzalayan, ancak aynı yıl toplanan Kyoto belgesine taraf olmayan ve dolayısıyla herhangi bir kota tahsis edilmeyen tek OECD ülkesi durumunda.
Türkiye, BM'ye sunduğu "1. Ulusal İklim Değişikliği Raporu"nda toplam sera gazı emisyonunu, 1990'da 170 milyon ton, 2004'te ise 297 milyon ton olarak açıkladı. Türkiye, 1990'da 140 milyon, 2004'te ise 242 milyon ton karbondioksit gazını (CO2) atmosfere salmış durumda.
Kişi başına düşen karbondioksit gazı (C02) emisyon miktarı ise 2004 verileriyle bakıldığında, AB ülkelerinde 9 ton, OECD ülkelerinde 11,1 ton, dünya ortalaması 4 ton iken, Türkiye'de ise 3,4 ton olarak gerçekleşiyor.
Türkiye'nin 1990'daki karbon emisyon düzeyini 2020'ye kadar üç misli artıracak olması AB müzakerelerinde çok ciddi bir sorun oluşturacak ..
Kyoto Protokolü'nde hedeflenen sera gazı emisyonundaki düşüşü sağlamak için mutlaka otomotiv, kağıt sektörü ve enerji santralleri gibi pek çok sanayi yatırımında ciddi filtreleme önlemleri alınması gerekiyor. Türkiye açısından protokole imza atmak, az 20 milyar dolarlık yatırım anlamına geliyor.
Kyoto Protokolü ile birlikte ilk adımda AB ülkelerindeki gibi kömürle ısınmaktan tümüyle vazgeçilmesi ve tamamen doğalgaza dönülmesi de gerekiyor. Yerel yönetimlerce metan gazı emisyonuna neden olan vahşi çöp depolama uygulamasının terk edilmesi, kapalı sahalarda düzenli atık bertaraf edilmesi, ulaşımda raylı taşımacılığa öncelik verilerek, petrol ve petrol ürünlerine dayalı kara taşıtlarının azaltılması zorunluluğu bulunuyor.
Raporda, "yutak alanlar" tabiriyle, sera gazını yok etmeyi başaran ormanlar sayesinde atmosferi etkilemeyen gaz değerleri de sıralanıyor. Buna göre, Türkiye'de ormanlar, 1990'da 43 milyon ton, 2004'te ise 74 milyon ton sera gazını yuttu.
Ancak Türkiye'nin sanayileşmesini sürdürmesi nedeniyle toplam sera gazı emisyon miktarında gün geçtikçe artış olması bekleniyor. Bu nedenle Türkiye, Kyoto Protokolü'nü imzalayarak, kendi sanayi gelişimini sınırlayacak bir adım atmak istemiyor.
Kyoto Protokolü bir "Avrupa" projesine dönüşmüş durumda.. Bunun anlamı şudur: Türkiye, AB üyeliği müzakereleri sürecinde, AB tarafından Kyoto belgesini bir an önce imzalayarak, kendisine biçilen kotalar dahilinde karbon emisyonlarını sınırlama yükümlülüğü ile çok yakın tarihte karşı karşıya kalacaktır. Soru şudur: Türkiye sanayisi söz konusu yükümlülükleri karşılamaya ne kadar hazırlıklıdır?
Dünya küresel ısınmaya karşı ayağa kalkıyor. Çevreci kuruluşlar, uyarı eyleminin hedefini "Tüm ülkelerin katılımıyla emisyonların hızla azaltılması, petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtların kullanımından kaynaklanan sera gazlarının stabilize edilerek, iklim değişikliğinin engellenmesi" olarak açıklıyor.
Talepler şöyle özetlenebilir:
* ABD ve Avustralya gibi bugüne kadar imza vermeyen ülkeler, Kyoto Protokolü'nü derhal imzalamalıdır.
* Türkiye sera gazı envanterini acilen çıkarmalıdır.
* Kömür, petrol gibi fosil yakıta dayalı üretim ve küresel ısınmanın artmasına neden olan yatırımlar derhal iptal edilmeli ve temiz enerji tercih edilmelidir.
Evet, hepimiz, farklı kompartmanlarda olsak da aynı gemideyiz ve yaklaşan küresel felakete, kapitalizmin, piyasanın vurdumduymazlığına karşı artık bir şeyler yapmalıyız... (MS/TK)