Futbolun, insan zekasının yarattığı bu en eğlenceli, bu en zevkli oyunun, bir spor olmaktan çıkıp egemen ideolojinin yeniden üretilmesinin, toplumları afyonlamanın bir aracı haline getirileceği kimin aklına gelirdi?
Ama oldu. Bugün futbol, "manüfaktür" dönemini, sonra da iç pazara dönük endüstriyel dönemini geride bırakıp küreselleşmiş bir endüstri olarak icra ediliyor ve en gelişmişinden en az gelişmişine , tüm ülkelerde bu sanayi dalı, globalleşme hattı ve iddiasını izleyerek büyüyor. Bu, hem sermaye birikimi temelinde, yani futbolun bir sektör olarak ekonomik büyümesi , hem de futbolun toplumları yönetmenin, yönlendirmenin daha etkin bir aracı olarak gelişmesi, genişlemesi demek.
Futbol, tüm dünya genelinde 3 milyar alıcısı olan ve yaklaşık yıllık cirosu 500 milyar doları bulan bir dev global sanayidir artık...
Peter Kenyon, Manchester United Genel Müdürü durumu özetliyor:
"Sorun, bir futbol kulübü olarak mı, yoksa artık küreselleşmiş bir sporda dünya çapında tanınan uluslararası bir marka olarak mı algılandığımızı bilmektir."
Metalaşma ve futbol
Tarımsal ürünlerin, giderek sanayi ürünlerinin ihtiyaç için üretilmekten, pazar için üretilmeye evrileceği belliydi. Bunlar hızla metalaştı, ticarileşti. Ardından hizmetlerin, gayrimaddi şeylerin metalaşması, ticarileşmesi yaşandı. Müzik, basın, sinema, kitap gibi kültürel ürünlerin pazar için üretilmesini ve giderek endüstriyel çapta üretimlerinin genişlemesini, kısa sürede seyirlik sporların, bir sahne sanatı gibi metalaşması, ticarileşmesi izledi.
Futbol, tabii ki, en seyirlik , en satılabilir spordu ve en kısa zamanda, arsalardan biletle girilen stadyumlara taşındı. Oradan, gazetelerin sayfalarında beslendi, giderek elektronik medyanın, radyonun, TV'nin kucağında serpilip gelişti. Artık o "şov"un parasını sadece stadyum biletinden değil, medya üstünden kazanmak mümkün oluyordu. Giderek reklamveren için bir mecra olmayı başardı futbol.
Aile bütçesinden eğlence harcamaları için ayrılan kalemin önemli bir öğesi olmaya başlayınca artık onu tutmak kolay değildi. Tıpkı aile bütçesinin harcandığı, gıda , giyim, eğitim, sağlık gibi, eğlence harcamasının bir parçası olmayı başarınca onun da endüstriyel, giderek ulus-aşırı, global bir sanayi olmaması için hiç bir neden kalmıyordu. İşte bu noktadan sonra, mütevazı stadyumlar, dev sahne alanlarına, tribünler, yüksek gelirliler için localar, dar gelirliler için basit basamaklar şeklinde her gelir grubuna hitap eden, hayatın hiyerarşisini yansıtan, taşıyan mekanlara dönüştürüldü.
Her sektörde olduğu gibi, futbol da teknolojik her gelişmeyi massetmeyi bildi. Ekonomik büyümenin hızlanmasıyla artan reklam harcamalarından bir "mecra" olarak daha çok pay almayı, elektronikteki gelişme ile birlikte TV programlarının asli unsuru olmayı, İnternet'teki gelişmeyi paraya tahvil etmeyi, kendi iç pazarı ile yetinmeyip, kıtasal, giderek küresel organizasyonlarla "şov"u dünya pazarına taşımayı bilen bir endüstri oldu.
Seyirci geliri ile yetinmeyen futbol, elektronikteki gelişme ile TV naklen yayınları ile pazarını tüm dünyaya taşıdı. Futbol dünyasının cirosunda üçte ikilik payı olan en büyük beş ülkesi, İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya'da maç hasılatları artık gelirin sadece yüzde 21'ini oluşturuyor. Buna karşılık gelirin yüzde 79'u medya gelirleri, sponsorluk anlaşmaları ve merchandising satışlarından.
Medya patronları, aynı zamanda futbolun da patronları durumuna geliyorlar. İngiltere'de dünyanın en büyük medya patronu Rupert Murdoch'a ait BSkyB Premier League'in yayınlarını elinde tutuyor. Almanya'da ise naklen yayın hakkını Leo Kirch medya grubu öderken, bu şirketin yüzde 24'üne yine Murdoch sahip.
Barcelona kulübü bir televizyon platformu olan Via Digital ile yaptığı sözleşmeye göre 2003-2008 yılları arasında yayın haklarından 2,3 milyar frank gelir elde edecek. Buna karşılık İspanya'nın diğer lider kulübü Real Madrid ise Telefonica Media & Sogecable'la yıllık 400 milyon franka anlaşmış durumda..
Havuz sisteminde ise yayın geliri ülkedeki kulüpler arasında hak ediş sistemine göre pay ediliyor. Bazı ülkelerde gelirin çoğunluk kısmı kulüplere eşit olarak dağıtılırken bazılarında klasmandaki yer, puan vs. ölçütler bağlamında büyük kulüplere aslan payı veriliyor. Örneğin Fransa'da yüzde 73'lük bir oran kulüplere eşit olarak pay edilirken geriye kalan yüzde 27 , üç büyük kulüp Lyon, Paris Saint Germain ve Marsilya'ya ödeniyor. Bizde de benzer bir durum sözkonusu.
Televizyon kanalları ile futbol kulüpleri arasındaki ilişki sadece yayın hakları ile sınırlı değil. İngiltere'de medya devi Murdoch, Manchester United, Leeds United, Sunderland, Manchester City kulüplerinin ortaklarından. İtalya'da Victorio Cecchi Gori Fiorentina'nın, Başbakan ve medya patronu Silvio Berlusconi Milan AC'nin başkanları konumundalar. Fransa'da da pek farklı bir durum söz konusu değil: Canal +, PSG'nin (yüzde 57'si), Pathé Olympique, Lyon'un ve M6 kanalı da Bordeaux'nun ortakları arasında.
Global futbol şirketleri
Her sektörde olduğu gibi, futbolda da sektörün altyapısını, stadyumları, güvenliği vb. devlet hazırlarken, endüstriyi özel girişimciler geliştirip büyüttü, sermaye birikimini ve kârın büyük dilimini alanlar, sektöre para yatıranlar oldu. Bizde olduğu gibi, başlangıçta amatör, prestij kaygılarıyla dernek çatısı altında icra edilen endüstri, amatör ve artizanal aşamasını geride bırakınca hızla büyük sermayenin ilgi alanında endüstrileşti. Futbol endüstrisinde yaratılan "değer"den doğrudan faydalanma ana hedef olmasa da, onun sağladığı "şöhret olma", tanınmışlık, ve benzeri "dışsal ekonomiler", para babalarının sektörle ilgilenmeleri için yeterli çekiciliğe sahipti zaten.
Birçok alanda olduğu gibi, futbolda da doludizgin bir metalaşma, endüstrileşme, hatta globalleşerek endüstrileşme var. Eğlence endüstrisinin bir alt dalı olan futbol endüstrisine yapılan yatırımlar, müthiş rakamlara ulaşırken, ünlü futbol kulüpleri birer global firma olarak büyüyorlar.
Sıralama | Kulüp | Yıllık Gelir(Milyon $,2003 |
1 | ManchesterUnited | 251.4 |
2 | Juventus | 218.3 |
3 | AC Milan | 200.2 |
4 | Real Madrid | 192.6 |
5 | Bayern Munich | 162.7 |
6 | Internazionale Milan | 162.4 |
7 | Arsenal | 149.6 |
8 | Liverpool | 149.4 |
9 | NewcastleUnited | 138.9 |
10 | Chelsea | 133.8 |
11 | AS Roma | 132.4 |
12 | Borussia Dortmund | 124.0 |
13 | Barcelona | 123.4 |
14 | Schalke 04 | 118.6 |
15 | Tottenham Hotspur | 95.6 |
16 | LeedsUnited | 92.0 |
17 | SS Lazio | 88.9 |
18 | Celtic | 87.0 |
19 | Olympique Lyonnais | 84.3 |
20 | Valencia | 80.5 |
Kaynak: Sport Business Group at Deloitte
Globalleşmenin vardığı boyutları anlamak için, futbol yatırımının en önemli unsuru olan yıldız oyuncu transferlerinde de ulaşılan birkaç rakamı hatırlayalım. PSG'den Barcelona'ya transfer edilen Ronaldinho'ya 30 milyon Euro, Manchester United'dan Real Madrid'e gelen Beckham'a 25 milyon Euro, Blackburn'dan Chelsea'ya geçen Duff'a 24 milyon Euro yatırım harcaması yapılmıştı...
Bunları sadece futbolcuya yapılan yatırım gibi düşünmeyin. Özellikle Beckham örneğinde olduğu gibi, yatırım yapılan insan sermayesinden beklenen, çıkıp yeşil sahada top koşturması değil, satın alınan onun "imaj"ı aynı zamanda. O "imaj" bir marka olarak satın alan kulübe para kazandırıyor. Beckham formaları, Beckham'ın yer aldığı reklamlardan alınan paylar v.s.yapılan yatırımın geri dönüş biçimleri.
Futbol kulüplerinin iki temel yatırım kalemi var: Birincisi futbolcu ve teknik kadroya yatırım, ikincisi ise stadyuma yatırım. Yapılan yatırımlarla üretilen ürün (seyirlik futbol) yatırımcı kulübe a) Bilet geliri, b) TV yayın geliri payı, c) Stadın bir komplekse dönüştürülmesiyle rant geliri, d) Merchandise (marka kullanımı) geliri, e) Kulüp firmasının hisse senetlerini borsaya arzederek gelir sağlama gibi geri dönüşler sağlıyor.
Bir süre öncesine kadar kulüpler, futbolcuların bonservis gelirlerini de önemli bir girdi olarak kullanırlardı. Ama Bosman olayından sonra 23 yaşını aşan futbolculara sözleşmeleri bittiği an serbest olma hakkı, dolayısıyla karşı kulübün de eski kulübe para ödemeden, doğrudan futbolcu ile sözleşme yapma hakkı doğdu. Bonservis bedeli, kulüpler için bir gelir kalemi olmaktan çıktı.
Yıldız futbolcular...
Futbolun ikincil aktörleri, aslında bu iş için emek harcayan, ter döken kişiler; yani futbolcular. Onlar binlerce altyapı oyuncusu arasından sıyrılıp devasa arenalarda boy göstermek için yıllarca çalışan gençler. Stadyumlarda on binlerin, televizyon karşısında ise milyarların gözleri önünde hünerlerini sergiliyorlar. Futbolun olmazsa olmazları ama, son tahlilide sektörün emekçileri..Hepsi yıldız, hepsi zengin değil.. Önemli bir kısmı, "boşluk dolduruyor".. Flaş takım oyuncusu değiller ise, birer "konu mankeni" muamelesi görüyorlar. Yeşil sahalara çıkmak için çok emek veriyorlar, elemelerden geçip elek üstünde kalanların ömrü de çok uzun değil. 30'lu yaşları görmeye başlayınca emeklilikleri yaklaşıyor. O tarihe kadar geleceklerini kazanmak durumundalar. Sakatlık en büyük korkuları... Oynarken gelecekleri için para biriktirmek zorundalar. Çünkü sonrasında çoğu bir iş bulamıyor, başka bir mesleğe uyum sağlayamıyor. Bunalımlar başlıyor...
Global,endüstriyel futbolun ilk hedefi, yıldız futbolcu yetiştirmek, bulmak, onları bir takımda toplamak ve o takımla izleyici toplamak.. Kısaca, ne kadar yıldız futbolcu o kadar medya ilgisi, bir o kadar izlenme ve okunma payı, hepsinin sonucunda reklam aracı olarak başlı başına bir marka.
Her yıldız, farklı bir sınıfın beğenisine göre şekillendirilip paketleniyor ve pazara sürülüyor. Bekcham İngiliz seçkinlerinin; Rivaldo, Anelka, Ronaldo varoşların; George Weah, Marcel Desailly göçmenlerin temsilcisi sıfatıyla medya tarafından futbol pazarına sürüldüler. Bu isimlere onlarcasını eklemek mümkün. Bir yıldız kayar kaymaz hemen yerine yenisinin gelmesi gecikmiyor. Liberal dünyanın acımasız kuralı burada da geçerliliğini sürdürüyor: Hızla yüksel ve çok çabuk tüketil!
Yıldız futbolcular tüketilme sürecinde öncelikle kulüplerine de büyük miktarda kazanç sağlarken kendi küplerini de doldurmaya çalışıyorlar.. Dünyanın en zengin on futbolcusu ile değeri en yüksek kulüplerine bakıldığında bu rabıta açıkça görülüyor.
Forbes dergisinin 2003'teki araştırmasına göre dünyanın en çok kazanan on futbolcusu ve oynadıkları kulüpler şu şekilde sıralanıyordu:
1-David Beckham (Real Madrid) yıllık geliri 30 milyon dolar.
2-Zinedine Zidane (Real Madrid) 19 milyon dolar
3-Hidetochi Nakata (Bologna) 16 milyon dolar
4-Ronaldo (Real Madrid) 15 milyon dolar
5-Raul Gonzalez Blanco (Real Madrid) 15 milyon dolar
6-Christian Vieri (FC Internazionale) 14 milyon dolar
7-Michael Owen (Liverpool) 13 milyon dolar
8-Roy Keane (Manchester United) 12 milyon dolar
9-Luis Filipe Madeira (Real Madrid) 12 milyon dolar
10-Alessandro del Piero (Juventus) 10 milyon dolar
Görüldüğü üzere 2003'tek listede yer alan beş futbolcu, İspanyol Real Madrid takımının kadrosunda. Japon yıldız Nakata hariç diğer oyuncular da zenginler kulübünde top koşturmaktaydılar..
Futbolcunun değeri arttıkça oynadığı takımın da hem borsadaki hisseleri değer kazanıyor hem de ikincil gelir kaynaklarının getirisi artıyor. Merchandising (özellikle forma satışları) ve sponsor anlaşmalarının değeri katlanıyor.
Sport Business Group at Deloitte firmasının listesine göre ilk yirmideki kulüpler UEFA'nın lokomotifi saydığı beş ülkenin liglerinde yer alıyor.
Futbolcular ise hazır sahnede iken, yapılan kişisel teklifleri hiç boş çevirmiyor, reklam dünyasının ana mecrası olmayı ıskalamıyorlar. ABD'de 1994 yılında düzenlenen Dünya Kupası, Arjantin'in ünlü yıldızı El Pibe De Oro (Altın Çocuk)'nun son kez uluslararası arenada boy gösterişiydi. Bu nedenle bütün dikkatler Arjantin'in maçlarına ve Armando Diego Maradona'ya çevrilmişti. Tabii futbol endüstrisi bu durumdan yararlanmakta gecikmedi. Maradona attığı ve attırdığı her golden sonra aynı reklam panosunun önünde sevinç gösterileri yapıyordu. Nedeni basitti: Maradona o firmayla kupa öncesi ciddi bir rakama anlaşmıştı.
Hakan Şükür ilk Avrupa macerasından dönerken neden başarısız olduğuna dair yaptığı açıklamada şöyle diyordu: "Burada her şey para. Oyuncular attıkları gol başına sponsorları oldukları ayakkabı firmasından para alıyorlar. Bu nedenle doğru dürüst kimse pas atmıyor." Futbol endüstrisinin acımasızlığından yakınan aynı Hakan Şükür, 2002 Dünya Kupası boyunca boynunda asılı Nike logolu kolye ile televizyonların karşısına geçti. Böylece o da şikayet ettiği sisteme uyum sağlıyordu. Tıpkı Nicolas Anelka'nın 2000 yılında Real Madrid'e Şampiyonlar Ligi finalini getiren golü attığında tribünlere koşarak sponsoruna ait logolu bilekliği göstermesi gibi.
Bu noktada Avustralyalı sosyal bilimci David Rowe'un söyledikleri dikkat çekicidir:
"Sporcular, spor endüstrisi tarafından hem el üstünde tutulur hem de sömürülürler. İnceden inceye araştırılan onların emeği ve icralarıdır; yetenekleri spor piyasasında alınır ve satılır, daha fazla verimlilik arayışı peşinde bedenleri cezalandırılır, manipüle edilir ve işgale uğrar, malların ve hizmetlerin satılması ve reklamı yapılmasında onların imajları şekillendirilir ve sergilenir."
Türkiye'de endüstriyel futbol
Öncelikle futbolun ve kapitalizmin beşiği olan İngiltere'de başlayan endüstriyel futbolun, kulüpleri hızla birer küresel şirket haline dönüştürmesi süreci, kısa sürede Avrupa'nın tamamına yayılırken, 1980 sonrası dışa açılma süreci yaşayan Türkiye'de de süratle yankısını buldu ve 1980 sonrası Türkiye futbolu hızla endüstrileşti ve hatta globalleşme eğilimleri başladı, Türkiye de dışarıya yıldız futbolcu, teknik adam ihraç eder oldu.
Artık, ülkemizde de olan bitenleri, futbolu ve futbol üstünden yaşanan birçok sosyal olguyu anlamak, yorumlamak istiyorsak, futbola bu global endüstriyel sektör optiğinden bakmak gerekiyor..
1950'lerden 1980'lere, daha çok iç pazara dönük olarak gelişen kapitalizmin yarattığı sosyal dokuda gerekli gelişme zemini bulan futbol, endüstrileşme serüveninin ilk aşamasını yaşadı. İstanbul'un üç büyük kulübünde siyaset ve ekonomi dünyasının egemenleri yönetimi ellerinde tutarak, bu kitlesel "merak"ı imaja, siyasi nüfuza, biraz da paraya tahvil etmeye başladılar. Anadolu'da ise yerel siyasetçiler, belediye başkanları ve gelişen kent sanayicisi, tüccarı başkanlık koltuğu için mücadeleye tutuşurken, futbol henüz değer üreten bir uğraştan ziyade, kaynak yutan ama karşılığında siyasi nüfuz, imaj ve ekonomik nüfuz, prestij, dolayısıyla meşruiyet sağlayan bir uğraştan ibaretti. 1980 sonrası kabuk değiştiren futbol, bunların ötesinde şeyler getirecekti artık...
1980 sonrası...
1980'lerden sonraki dönem hem Türkiye kapitalizmi için milattır hem de futbol endüstrisi için. Dünya kapitalizmiyle artan entegrasyon, dış kaynağa dayalı bir ekonomik büyüme dönemini başlatırken, "ülke imajı", "ülke markası" da önem kazandı. Bu, hem dış ekonomik ilişkilerin enine boyuna derinleştirileceği dış dünya için, yabancı sermaye için, hem gelişen turizm endüstrisi için gerekliydi. Futbol, ülke tanıtımı, imajı için, ülke olarak bir "marka" olmak için tüm dünyaya etki eden bir alandı ve Türkiye futbolu seven bir nüfusa sahipti, bu araç üstünden belli hedeflere ulaşmak çok olası görünüyordu. Dahası, 12 Eylül sonrası depolitize edilen toplumda, yeni kuşağı, 1980 öncesi kuşaktan koparmada, önemli bir rol oynayabilirdi "futbolmania".
Portekiz'i yıllarca "3F" ile ,yani fado(arabesk),fiesta(eğlence) ve futbol ile yönettiğini saklamayan Salazar'ın bu formülü, biçim değiştirse de birçok ülkede etkili oldu, tabii ki bizde de...
İşe, statların zemininden, çimlendirmeden başlandı, kulüplere futbolu endüstrileştirip globalleştirmeleri için daha çok teşvik, daha çok imkan tanındı. Sermaye hareketlerine serbesti getiren düzenlemeler, futbolda işgücü ve sermaye akışlarını da kolaylaştırdı. Gelişen borsa, futbolun şirketleşmesine ve yeni kaynaklara kavuşmasına yol açarken, devletin statları büyük kulüplere 49 yıllığına kiralaması, İstanbul'un en yüksek rantlı bölgelerindeki bu yapıtlardan yüksek rantların ikramıydı aynı zamanda..
"Merkez"den sağlanan bu kolaylıkları, kısa sürede, kulüp yönetimlerinin, global futbol şirketlerini örnek alarak yaptıkları hamleler izledi.
TRT'nin yayın tekelinin kaldırılarak özel televizyonculuğun mantar gibi çoğalması, naklen yayına talip onlarca medya girişimcisi ve rekabet yarattı. Bu durum, futbolda endüstrileşme için çok önemli bir kilometre taşı oldu. Fransa'da 230 milyon $ , Almanya'da 300 milyon $, İspanya'da 285 milyon $ olan yayın geliri Türk futbolu için tam 465 milyon dolara bağlanmıştı. Bu yayın geliri lig takımları için bir havuzda toplanıp her kulübün yararlanacağı şekilde dağıtılınca kulüpler arası eşitsizlik ve kutuplaşmaya da görece bir fren umuldu. Böylece İstanbul dışında da futbol pazarının yaşaması , endüstrinin yatay ve dikey gelişmesinin önünün açılacağı sanıldı. Ama pek de öyle olmadı. Endüstriyel ve global futbol, bekleneceği gibi, yine İstanbul'un üç büyük kulübünün, biraz da dördüncü büyük sayılan Trabzonspor'un iddiası halinde kaldı. Diğer Anadolu kulüplerinin, endüstri öncesi futboldaki "konu mankeni" rolleri, bu dönemde de pek fazla değişmedi.
1990'lı yıllar boyunca , "sıcak para" ile de olsa, büyüyen Türkiye ekonomisi 2004'te 300 milyar $'lık milli gelire, kişi başına gelir de 4000 dolara ulaştı. Bu , maç biletlerini yüksek tutmanın, kombine bilet ile nakit gelirler sağlamanın imkanını da getirdi. Artan kişi başına gelir ve artan reklam harcamaları, futbol kulüplerine olağandışı kaynaklar sağladı. Bu kaynaklarla daha çok seyirci çekecek yıldız yabancı futbolcu istihdamına , dış transfere kaynak akıtan futbol endüstrisi, bu yatırımının karşılığını da almaya başladı. Kaliteli teknik adam transferleri ve yıldız futbolcu transferleriyle atbaşı giden zihniyet değişikliği, futbolda değer ve artı değer üretimini de artırdı.
Buna, AB'ye uyumun gereği çıkarılan telif yasasının kulüplere sağladığı royalti gelirleri eklendi. Birçok firmaya logoların kullanılması karşılığı lisans verilip royalti geliri alındı. Ayrıca, hisseleri IMKB'de işlem gören şirket kuruluşlarının da kaynak yaratması yolu denenmeye başladı.
İletişim sektöründeki gelişmelerden futbol endüstrisi azami yararlanma yollarını aramayı sürdürdü. FB ve BJK, Digitürk'te kendi TV kanallarını kurma ve oradan reklam pastasından daha çok pay alma çabasına girerken, bahis sektörüne giren "iddaa" gibi yeni alanlardan, kulüplere ek kaynaklar girmeye başladı. Büyük reklamverenlerin sponsorluk üstlenmeleri ise sektöre yeni kaynaklar sağladı.
FB, arayı açıyor...
Görünen o ki, "dört büyükler" arasında, global futbol endüstrisinin gereklerini anlayıp icra etmede, her kulüp aynı başarıyı gösterebilmiş değil. Bugünden geriye dönülüp bakıldığında, bunu en iyi başarmış kulübün Fenerbahçe olduğu söylenebilir. Diğer büyükler, bunu gerçekleştiremedikleri için FB ile aralarının hızla açıldığını fark etmekte, bundan dolayı da giderek büyüyecek bir krizle yüz yüze görünmekteler. Nitekim bu sezonun henüz başlarında Trabzonspor'da başlayan çözülmeyi, BJK'deki kriz izlemekte; GS'nin de hiç rahat olmadığı açık...
Fenerbahçe, son 5 yıldır istikrarlı bir yönetimle yol alıyor. Yönetimin tarihsel bir şansı da var. O da FB'nin kulüp olarak hem büyük burjuvazi içinde hem de sivil-asker bürokraside etkili olması. Bu durum, kulübe, devletçe birçok kapının açılmasını, yaptıkları yatırımların şampiyonluklar şeklinde geri dönmesinin yollarını da açıyor. Ama, her şeye rağmen, FB yönetiminin, başta Saraçoğlu Stadı'nın genişletilip büyütülmesinde önemli bir icraat başardığını, etkili bir teknik yönetim ve isabetli yabancı futbolcu transferleri yaptığını teslim etmek gerekiyor.
2003-2004 sezonunda ezeli rakip Beşiktaş'ın destabilize edilmesinde FB'nin rolü epeyi tartışıldı. FB'nin önlenemez yükselişinde bu ezeli rakibe yaşatılan krizin etkisi, elbette Türk futbol tarihinde çok konuşulacak. Çünkü o krizden sonra BJK'nin istikrar bulamadığı ortada. Ama yine de FB'nin başarısının ardında,tamamen rakiplerin başarısızlığını aramak haksızlık olur. FB, gerçekten de, maç kazanmayı bilen istikrarlı bir ekiple yol alıyor ve saha dışında da istikrarlı , kararlı , hedefleri olan, global-endüstriyel futbolun gereklerini acımasızca uygulayan bir yönetimle ilerliyor.
Buna karşılık GS, kendi yöneticilerinden Ergun Gürsoy'un şimşekleri üzerine çekme pahasına ifade ettiği gibi, FB ile yarışta geride kalıyor. Bunda. GS yönetiminin stat sorununu halledememiş olması önemli bir etken. Buradan başlayarak teknik kadroda Hagi tercihi gibi maceralar yaşayan GS, bu yıl almış göründüğü başarılı sonuçlara rağmen, Avrupa'da yok ve yarışta yorgun düşmeyeceğine dair çok güven vermiyor taraftarlarına..
Beşiktaş, 100. yılında yaşadığı parlak şampiyonluğun ardından, ikinci şampiyonluğu göğüsleyecek sanılırken önemli bir düşüş yaşamaya başladı ve o gün bugündür toparlanamadı İddia edildi ki, bu düşüş, BJK yöneticilerinden bazılarının kişisel hataları ile başlamış ve hatanın onarımında FB'den istenen yardımın diyeti olarak düşüş hazırlanmıştı. Yalanlanmayan ama gün yüzüne de çıkarılmayan bu iddialar, sonuçta yönetimi değiştirse de BJK'ye etkili bir teknik kadro ve etkili yabancı transferlerini getirmedi. İspanyol teknik adam Del Bosque ile başlayan yeni dönem, üst üste başarısızlıklarla İspanyol hocadan vazgeçilmeyi getirirken palyatif bir önlem olarak eski kaptan Rıza'dan medet uman yönetim, 2003-2004 sezonunu "idare ederek" geçirdi. Ama yeni sezona endüstriyel-global futbolun oynayacağı acımasız oyunu görmezden gelerek yine Rıza Çalımbay ile giren BJK yönetimi, Rıza'nın, global-endüstriyel futbolun teknik adamı olamayacağını görmek istemedi, işin kolayına kaçtı.
Özeti, Beşiktaşlı yazar Atilla Gökçe 19 Ekim tarihli Milliyet'teki köşesinde şöyle yapıyordu;
"Futbol, Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan o çok eski günlerin futbolu değildir artık. Yirminci yüzyılın başlarındaki futbol masum bir oyundu... Bugün adına "endüstriyel futbol " dediğimiz çok karmaşık bir alana dönüştü. Büyüklüğünüzü korumak, iddianızı sürdürmek, başarmak ve hedefe ulaşmak istiyorsanız, endüstriyel futbolun gereklerini yapacaksınız. Kulüp içinde ona göre bir örgütlenme şeması oluşturacaksınız. Futbolun teknik taktik- personel yatırım finansman sorunlarıyla başedecek üretken kadroları, uzmanları işbaşına getireceksiniz... Menajerlik sistemine döneceksiniz."
Futbol sevgisinin istismarı
Renk aşkını, kulüp taraftarlığını paraya tahvil etmeye dayanan endüstriyel futbol, taraftarın, seyircinin futboldan beklentileriyle, beklentinin kimyasıyla da oynadı. Medya aracılığıyla kışkırtılan kulüpler arası rekabet, kapitalizmin hızla yabancılaştırdığı bireylere, sorunlarından uzaklaşmanın ana kaynağı olarak seyirlik futbolu, fanatik futbol taraftarlığını, ondan sağlayacağı zevki abartılı biçimde sundu. Giderek, kitleler, kimlik, kişilik arayışlarını, tuttukları takımlarda arar oldular. Her tür sevinci de kederi de bu sığ alandan bulmaya meyilli hale geldiler. Sloganlarına bakılırsa, kulüpleriyle ağlayıp kulüpleriyle gülüyorlardı ve hiçbir aşk bunun yerini tutamıyordu. Böylesine "baştan çıkarılan" bir kitleyi futbol endüstrisi, yüksek bilet fiyatlarıyla, onlar sayesinde sağladığı reklam geliriyle istismar ederken, taraftarın beklentisi de haliyle tatmin bulmuyor... Hemen zafer, hemen sonuç istiyor. Başarısızlıklara, giderek "sıfır tolerans" gösteriyor ve takımın ayağı tökezlediğinde hemen teknik heyetin azlini istiyor, tatmin olmazsa, yönetim istifa!.. diye bağırıyor. Saldırganlaşıyor, tribünlerde terör estiriyor. Yönetim, tribün lideri dediği adamlarıyla kitleleri kontrol altında tutmaya, medyada yandaş kalemler bularak durumu idare etmeye, icraatı uzatmaya çabalıyor. Ama , bütün bunlar hiç mi hiç kolay olmuyor...
Endüstrileşen futbolla birlikte artık herkes şu noktaya şartlanmış durumda. Devir imaj devri, futbol iyice şov işi. Ve bu oyunda baş aktörün yerli malı olması, ithal mala hep tamah etmiş bu toplumda yadırganıyor, yerliye açılan kredide eli sıkı davranılıyor, en küçük başarısızlıkta kellesi isteniyor. Buna direnebilen kaç yerli hoca sayabiliriz? Burada yerli hocaların liyakati, tecrübesi , bilgisi gibi şeylerden konuşmuyoruz. Taraftar,seyirci, yerli hocanın hemen rüştünü ispat etmesini istiyor, ona zaten fazla tolerans tanımıyor, Her tür yerliye olan güvensizliği, ithale üstünlük tanıma değeri, teknik adam için de , yıldız futbolcu için de geçerli..Bu akıntıya, Fatih Terim gibi, bilgisi , karizması ve lider kimliği olan, İtalya'da teknik adamlık yapmış bir hoca bile direnebildi mi?
Benzer süreci Trabzonspor da yaşadı. Üst üste denediği yerli antrenörlere, son olarak Şenol Güneş'i ekleyen Karadenizli ekipte de işler iyi gitmeyince, kellesi ilk istenen yerli hoca oldu. Kulüp, geçen sezonun parlak performansını sürdüremedi ve hızlı bir düşüş içine girdi..Trabzon'un "dördüncü büyük" kalma iddiası ve ihtimali her geçen gün biraz daha azalıyor..
Endüstriyel futbol yarışında donanımlı ve rakipleri ile arayı açmaya başlamış olan FB'nin bu yükselişi sürer ve GS ile BJK, arayı kapatmada yetersiz kalırlarsa, geride kalan kulüp taraftarlarının "talep"inin azalacağı, bunun da kulüpleri biraz daha geriye götüreceği, ama total sektörde bir pazar daralması yaratacağı açık. Dolayısıyla, FB'nin dünya trendine uydurarak endüstrileştirdiği futbol, GS ve BJK için de yol haritası.
Böyle olunca, benim de dahil olduğum kimi fanatiklerin hoşuna gitsin gitmesin, artık o çok sevdiğimiz futbol, global endüstrinin bir alt sektörü olmaya mahkum edilmiş durumda. Bu yolda tüm fair play söylemlerine karşın , kazanmak için her yolun mübah sayıldığı ise zaten kapitalizmin bir gerçeği. Ozon tabakası delinmiş bu futbol dünyasında ne medyanın objektif haberciliği kalır ne hakemlik müessesesinin tarafsızlığı... Para, hem de çok para ve aşırı kazanma hırsının bulaştığı her şeyin temiz kalamayacağı, kalmadığı, üstelik giderek mafyalaştığı gerçeği, futbol endüstrisi için haydi haydi geçerli..
Böylesi bir iklimde, futbolu sevenlerin, o sihirli oyundan zevk alanların, bu kirletilmiş mutfaktan tiksinmeden yemek yemeleri nasıl mümkün olacak?
Tribün uyuma, futboluna sahip çık!..desek, "İyi ama nasıl?" sorusuna ne cevap verebiliriz?
Yine de insan istiyor ki, geriye yapacak bir şeyler kalmış olsun..Oynanan oyunun, dönen fırıldakların farkında olmak, ne yapılması gerektiğinin de çözümünü üretir belki... (MS/TK)
* Yazıda yer alan sayısal verilerin çoğu, Ömer Buharalı'nın Futbol Endüstrisi (Yayımlanmamış GSÜ, Dönem Ödevi) makalesinden alınmıştır.