Radikal köşe yazarı Nuray Mert, sözü geçen yazısında, bu tuhaf gazetecilik tarzının anlamı, işlevi ve daha da ötede meşruluğu üzerine konuşmakta. Önce hemen, dikkatli bir gazete okuyucusunun fark edeceği şu gerçeği hatırlatalım: Köşe yazıları genellikle, doğrudan üzerine konuştukları konuda fazla bir şey söylemezler. Bu yazılar işlevlerini, konuyu ele alış tarzları ya da daha doğrusu konuyu doğru dürüst ele almayışları ile yerine getirirler. Köşe yazısı, adeta her şeyi ve hiçbir şeyi söylemek durumundadır. Yazı karşısında okuyucunun muhakemesi değil izlenimi önemlidir.
Nuray Mertin bu yazısı da, bu ilginç mesleğin anlamı, işlevi ve meşruluğu üzerine fazla bir şey söylememekte. Ne var ki Mertin iki noktada söyledikleri son derece açıktır ve beni yazmaya teşvik eden de bunlar oldu. Birinci olarak yazar, köşe yazarlığı enflasyonudan şikayet etmeyi artık bir haksızlık olarak görmeye başladığını belirtiyor: Türkiyede köşe yazarlığının aldığı hali savunuyor değilim, bu uzun bir konu. Köşe yazarı enflasyonu olduğu da doğru, ama son zamanlarda bu sonuncusundan şikâyet etmenin haksızlık olduğunu düşünmeye başladım.(1) Yazıdaki ikinci ilginç nokta ise, Radikal köşe yazarının Batı basını ile Türk basını arasında yaptığı karşılaştırmada ortaya çıkıyor. Mert şöyle söylüyor: Evet, standardı yüksek Batı medyasında köşe yazısı kalitesi yüksek ve köşeler bize göre seyrek, ama bizim gazetelerdeki canlılık da onlarda yok.
Burada hemen belirteyim, ben iletişim ya da gazetecilik konularında uzman birisi değilim. Ama yaklaşık 24 yıldır, Mertin sözünü ettiği Batı Avrupa gazetelerinin elbette bazılarının- sürekli okuyucusuyum. Son dört yıldır da özenli bir okuyucu olarak (yani köşe yazarlarını mümkün olduğunca az okuyarak) Türk basınını izlemeye çalışıyorum. Diğer bir ifadeyle, Mertin bu yazısında sözünü ettiği iki konuyla da özel bir ilişkim var: Yabancı gazetelerin tiryakisiyim; Türkiyedeki günlük basını ise, dezenfekte edilmediğini bildiğim bir hastane koridorunda yürüyormuşçasına izliyorum. Aşağıda yazdıklarım, bu alışkanlıklarımın belirlediği bir tepki olarak da algılanabilir.
Tartışılması gereken : Köşe yazarlığı da enflasyonu da
Türkiyede köşe yazarlığı ve onun enflasyonu üzerine konuşurken, bu konuda bir öncelik sorunu olduğunu hatırlatmakta yarar var. Şöyle ki, günlük basında uygulandığı şekliyle köşe yazarlığı, onun enflasyonundan bağımsız ve öncelikli olarak sorgulanması gereken bir konu. Nuray Merte göre ise, Türkiyede köşe yazarlığının aldığı hal sorunlu, ama onun enflasyonu daha az sorunlu! Nedenini yazar şöyle açıklıyor: Özellikle genç kuşaktan bu kalabalık içinden sıyrılanları izlemek çok ümit verici. Buradan çıkartabileceğimiz sonuç, bazı köşe yazarlarının işlerini kötü yaptığı ve sorunun, iyi yapanların ortaya çıkışıyla ortadan kalkacağı.
Oysa esas sorun, bizzat gazetenin işlevini baltalayan bir yazı türünün yaygınlaşması, deyim yerindeyse kurumsallaşmasıdır. O yüzden Mertin bu yazısında yapmaya çalıştığı, bu kadar vahim bir hale gelmiş sorunu, çözüm sürecine girmiş bir ufak sorun olarak göstermekten başka bir anlama gelmiyor. Yeni ve genç köşe yazarları ortaya çıkacak ve sorun ortadan kalkacak! İnsanı gerçekten ürküten bir çözüm bu. Demek köşe yazarlarının daha gençleri ve yenileri de gelecek!
Gazetenin işlevinden söz ettik. Bu işlev, şu soru ile bağlantılıdır: Niye gazete okuruz? Cevap, gazetenin var olduğu son birkaç yüzyılda herhalde değişmedi. Gazeteyi çevremizde, ülkede, dünyada olup bitenlerle ilgili olarak bilgilenmek için okuruz. Klasik deyimiyle, haber almak için okuruz. Gazetenin birincil görevi, bu bilgilendirmedir. Gazete, haber verir. Elbette gazetede yorum, gözlem, değerlendirme, ikna, hatta kimi durumlarda propaganda da vardır, olabilir; gazeteci ve gazetecilik, bunları da yapar, ama hepsinin temelinde ve öncesinde yer alan haberciliktir.
O nedenle eğer basından konuşuyorsak, köşe yazısı enflasyonu, önce bu işlev açısından yargılanmalı. Herkes kabul eder ki günümüz Türk basını, habercilik, yani gazeteciliğin temel işlevi konusunda müthiş bir sefalet içinde. Bunu fark etmek için, mutlaka dünyada bu işi layıkıyla yapan gazetelerin okuyucusu olmak gerekmez. Aklı başında her gazete okuyucusu bunu hissedebilir. Ama sürekli bu gazeteleri okuyan ve belli bir haber/yorum formatına alışkanlık kazanmış okuyucular için şöylesi basit bir test de önerilebilir. Örneğin bir hafta boyunca, her gün okuduğunuz gazetenin sadece haberlerini okuyun ve köşe yazılarına hiç bakmayın. Daha haftaya varmadan, üç günün sonunda muhtemeldir ki, kendinizi bir süredir gazete okumamış gibi hissedeceksiniz. Çünkü hiçbir gazetenin haberciliği, ülke çapında dağıtılan bir gazetenin asgari habercilik işlevini yerine getirecek düzeyde değildir.
Bu gazetelerde yer alan haberlerin büyük çoğunluğu, Nuray Mertin cansız bulduğu pek çok yabancı gazeteye göre- olağanüstü sığdır, kısadır ve sağlıksızdır. Bunların önemli bir kısmı haber ajanslarından aktarmadır ya da onlardan özetleri ifade eder. Küçümsenmeyecek sayıda haber imzasızdır (Yani sorumlusu yoktur). Dış haberlerin büyük çoğunluğu, Batı Avrupa ya da Amerikan gazetelerindeki haber ve yorumların özetlenmesinden ibarettir ve bu iş, genellikle bu alanda eğitimsiz ve deneysiz kişilerce yapılmaktadır. Okuyucu, gazete muhabirlerinin çoğunun (bazı durumlarda tümünün) isimlerini bilmez. O yüzden altında imza da olsa, haber anonimdir. Farklı tarihlerde verdiği haberlerin karşılaştırılması yoluyla, muhabirin okuyucu tarafından değerlendirilmesi, yargılanması olanağı yoktur. Sonuçta muhabir, okuyucusuna karşı sorumsuzdur.
Oysa köşe yazarı için tam tersi bir durum vardır. Onların tümünün isimleri bilinmekte, hatta fotoğrafları sayesinde- simaları bile hatırlanmaktadır. Ancak ilginç bir şekilde bu bilinirliğine rağmen, köşe yazarı da okuyucusuna karşı sorumlu değildir. Çünkü ne denli okuyucu onu haber kaynağı olarak da algılasa- o sadece yorum yapan birisidir! Diğer yanda sadece gazetenin mizanpajı bile, orada birincil ve önemli olanın köşe yazıları olduğunu hatırlatır. Bu durumda hemen her okuyucu, köşe yazılarını, gazete materyali içinde en önemli, en özenli (yani en masraflı) ve en iyi sunulan gazete bölümü olarak görür ve sonuçta da gazetesini köşe yazarlarıyla özdeşleştirir.
Gazetelerde habercilik zayıftır ama tüm köşe yazarları, üzerlerine yeterince habercilik çalışması yapılmamış iç ve dış olaylar üzerine konuşur. Gerçekte köşe yazarlarının çoğu, üzerine konuştukları konuda okuyucularından çok daha bilgili değillerdir. Ama işleri (köşe yazarlığı) gereği, o konularda sunacak fikirleri mutlaka olmak durumundadır. Okuyucu ise, yıllardır havası kirli bir şehirde yaşayan bir vatandaşın o kirliliği hissetmemesi gibi, bu sorunları fark etmez. Yetersiz haberlerle doldurulmuş gazetede köşe yazarı yorumlarını okurken, bilgilendiğini, olan bitenden haber sahibi edildiğini zanneder. Köşe yazarının niyetlerinden bağımsız olarak bu algı yanılsaması, basının işlevine indirilmiş önemli bir darbedir. Ayrıca okuyucunun haber ve yoruma ilişkin bu karmaşası, köşe yazarına -eğer isterse, ki sık sık yaptıkları bir şeydir- okuyucusunu manipüle etmek için en temel koşulları sağlar.
Buraya kadar söylenenler şöyle de özetlenebilir : Türk basınındaki köşe yazarlarının büyük çoğunluğu gazeteci değildir. Geçmişte gazetecilik yapmış olanların da önemli bir kısmı fiilen gazetecilik yapmazlar. Ama işte gazete köşelerini tutmuş olan bu insanlar, klasik gazetecilerden çok daha etkin bir konumdadırlar. O nedenle köşe yazarlığının, klasik gazetecilik işlevinin yerine getirilmesinin önündeki önemli engellerden birisi olduğu söylenebilir.
Bir an her gün okumakta olduğumuz gazetede o köşelerin olmadığını ve onların yerine, gazetecilik konusunda eğitimli ve deneyli (okullu ya da çekirdekten yetişmiş) gerçek muhabirlerin bulunduğunu düşünelim. Bu hipotezi örneğin bir Radikal gazetesi için kafamızda canlandırmaya çalışalım. Bu gazetede her gün yazan 14-15 (hafta sonları daha da fazla) köşe yazarı var. Bir an bu köşelerin tümünün iptal edildiğini ve onların yerine, 15 yeni gazeteci/muhabirin işe alındığını düşünelim. Ama sözünü ettiğimiz, gazetede diyelim Le Mondeun muhabirleri gibi çalışacak- yetenekli, eğitimli, bir (bazen birkaç) yabancı dil bilen, o dillerdeki basını takip eden, olguları yerinde izleyen ve en nihayet aldığı ücretten şikayet etmeyen 15 gerçek gazeteci/muhabirdir. Bu 15 gazeteci, şu anda çalışmakta olan diğer gazeteci ve teknisyen kadrolarıyla birlikte Radikali, günümüzün geçerli formülüyle- AB normlarına uygun kaliteli bir gazete, bir referans gazetesi haline getirebilir. Ve böylesi bir gelişim, Türk basını için muazzam bir ilerleme anlamına gelir. Tabii bu arada, köşe yazarı gibi bir bilgi kirliliği kaynağının ortadan kalkması da, bu değişimin önemli bir yan ürünü olacaktır.
Bazen insanın aklına şöylesi bir soru düşüyor: Nasıl oluyor da köşe yazarlığı altında bu insanlar, her gün bir gazete aracılığıyla ama aslında gazetecilik yapmadan- on binlerce, yüz binlerce, bazen milyonlarca insana seslenebiliyor? Yanlış anlaşılmasın. Gazete muhabirleri de benzer sayılarda insana hitap eder. Ama muhabirlerin, gazetenin işlevi açısından ayrıcalıkları vardır. Bu konuda eğitilmişlerdir, bu alanda deney sahibidirler ve çalışmalarını kolaylaştıracak olanakları (zamanları, maaşları, gazetecilik kartları, prestijleri) vardır. Oysa günlük basının temel direğini oluşturan o dev köşe yazarları kitlesine baktığımızda, bu insanların ezici çoğunluğunda böylesi ayrıcalıklar saptanamaz.
Ama işte günlük basın, kaynak yokluğu, imkansızlıklar ve bu kalitesiz habercilik içinde kıvranıyorken her gazete, sayıları bazı durumlarda düzineyi aşan köşe yazarlarına onca yer ayırmakta ve büyük kaynaklar sağlamakta. Gazetelerimiz, son 20-25 yılda habercilik konusunda büyük ilerlemeler kaydetmediği halde, köşe yazarlığında olağanüstü bir gelişme var. Köşe yazarlarının sahip olduğu yer, onlara yapılan kaynak ayırımı, bu yazarların politik ve entelektüel etkileri... bütün bunlar sürekli olarak gelişiyor.
Yine biliyoruz ki köşe yazarlığı konusu, Türkiyenin ideolojik, siyasal ortamındaki nadir uzlaşma konularından birisi. Köşe yazarları bu kadar büyük bir iştahla (adeta bir tür bağımlılıkla) okunduğuna, ciddiye alındığına ve yaygınlaştığına göre, demek ki bu tuhaf olgu artık kurumlaşmıştır ve basın ya da gazete denildiğinde vazgeçilmez kabul edilmektedir. Son zamanlarda yayın hayatına atılan bir sol günlük gazetenin (Birgün), bir anda basın dünyamıza onlarca yeni köşe yazarı katması (bunu yaparken de habercilikte diğerlerinden üstünlüğünü kanıtlayamaması) bunun bir diğer göstergesi olmalı. Olağanüstü ideolojik, politik, kültürel çeşitlilik gösteren bir alan bu. Köşe yazarının sağcısı da vardır solcusu da, kadını da erkeği de, politiği de apolitiği de, dinsizi de islamcısı da, cahili de bilgini de, genci de yaşlısı da... Bu, adeta hiç kimseyi ihmal etmeyen bir sistemdir.
Nuray Mert yazısında, köşe yazısı için inanılmaz derecede iddialı bir tanım getiriyor: Mütevazı bir düşünce platformu.Bu yazı kategorisinin her gün milyonlarca insan üzerindeki dolaylı ve doğrudan etkileri ortadayken, onu mütevazı bir düşünce platformu olarak nitelemenin içtenliğine inanmak gerçekten zor. Ayrıca her şeyi bir yana bırakalım, köşe yazarlarının aldıkları ücretlerle, gazetelerin haber servislerinde çalışanların aldıkları ücretlerin -saat ücreti bazında- bir karşılaştırması, bu mütevazı sözcüğünün hiç de mütevazı olmadığını gösterir.
Türk basını ve köşe yazarlığının özgül evrimi üzerine birkaç söz
Türk basınında köşe yazarlığı fenomeninin nedenleri üzerine konuşurken, önce Rıfat N. Balinin kitabına atıfta bulunmakta yarar var. (2) Bali bu kitabında, 1980 sonrası Türkiyesindeki ideolojik iklim değişikliğini ve diğer şeyler yanında, bunun medyadaki yansımasını müthiş bir çarpıcılıkla sergiler. (Umulur ki bu kitap, şu anda iletişim fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmaktadır). Bali, 1980 sonrası Türk basınında köşe yazarlarının önemli yerini ve bunların adeta birer kanaat önderi olarak ortaya çıkışlarını ilginç örneklerle ortaya koyar.
Ne var ki Balinin, konunun nedenleri üzerine yaptığı bazı değerlendirmeleri, bu değerli çalışmanın belki de en başarısız bölümünü oluşturmakta. (3) Bugünkü köşe yazarı tipinin ortaya çıkışı konusunda yazar, adeta yazdıklarının bütünüyle çelişkili olduğunu düşündürecek bir tanım getirir. Ona göre günümüz köşe yazarı tipi, okur profili araştırmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. (4) İlginç bir şekilde bu konuda neredeyse tüm köşe yazarları da benzer şeyler söyler ya da söylemek ister. Buna göre bugünkü köşe yazarı, mal pazarlamada en gelişkin teknikleri kullanan basın patronları ve editörlerinin girişimci yeteneklerinin bir ürünüdür. (Ya da daha basit ve sloganvari bir deyişle: Halk/okuyucu böyle istemektedir.)
Oysa bu türden kestirme bir açıklamaya girişmeden önce, köşe yazarlığı fenomeninin nasıl bir tarihsel döneme denk düştüğünü (ki bu tam da Balinin açıklık getirdiği bir konudur) bir kez daha hatırlamakta yarar var. Bugün herkes, 12 Eylül 1980in, Türkiyenin ideolojik atmosferinde ve siyasal-sosyal yaşamında bir kopuşma noktası olduğunu kabul ediyor. 1960 ve 1970lerin sosyal hareketler, siyasal insan, Radikal muhalefet ya da toplumsal eleştiri toplumundan, son yirmi beş yılın siyasal yönden edilgen ve sindirilmiş toplumuna geçiş, her alanda muazzam dönüşümleri içerdi. Medyanın bunun dışında kalabileceğini düşünmek elbet olanaksız.
Gerçek basın ve habercilik olarak algılandığında medyanın, yurttaşların siyasal etkenliğinin oluşumunda ve bunun yeniden üretiminde muazzam bir yeri vardır. İşte 12 Eylül sonrasında siyasal alanı toplumun sadece küçük bir azınlığına açmak isteyenler, basında da önemli bir dönüşümü öngörmek durumundaydılar. 1980li yıllarda medyada başlayan tekelleşme süreci, bu dönüşüm için son derece elverişli koşullar sağladı. (5)
Yeni dönemin gazete patronları, deneyimli ve eğitimli gerçek muhabirden adeta korkmaya başladılar. Çünkü kaliteli muhabir, gazeteciliğin gerçek işlevi geri plana itilirken, sadece gereksizleşmez, zararlı da olur. İzah değil, sadece ikna ile ilgilenen bir gazete patronu ve editörü için bu türden muhabirler çözüm değil, sorun yaratır. Onun yerine her konuda konuşan ve okuyucuya bilgilendiği izlenimini veren köşe yazarı, aynı anda birkaç muhabirin işini yapıyormuş izlenimini verir. Bu yeni dönemde gazete editörleri, bir haberin nasıl sunulacağı sorununa, onun elde edilmesinden çok daha fazla zaman ve kaynak harcayacaklardır. Bir ünlü gazete editörü bunu, gazeteciliğin bir business olarak algılanması şeklinde tanımlar. (6) Kaliteli muhabirden, bol ücretli ve tercihen sığ- köşe yazarına geçişin mantığı buradadır.
Köşelerin yan ürünü: Köşe yazarı bağımlısı okuyucu
Yukarıda köşe yazılarının, okuyucu tarafından haber kaynağı olarak algılanmasının ifade ettiği çarpıklıktan söz ettik. Ama şurası da açık ki genel olarak okuyucu bu çarpıklıktan şikayetçi değildir. Köşe yazıları zevkle okunur, keyif verir, eğlendirir. Kelimenin soylu anlamında siyasetten uzaklaşmış bulunan okuyucu; gazetesini, kendisine hiçbir sorumluluk vermeyecek ya da öylesi bir sorumluluğu hatırlatmayacak tarzda okumayı tercih eder. Her şeyi tıpkı bir berber salonundaki gevezelik misali- hiçbir sorumluluk duymadan konuşmak, ona büyük bir özgürlük gibi gözükür. Bu anlamda Türkiyede köşe yazarlarının gördüğü büyük ilgi, toplumun geniş kesiminin siyasetten dışlanmışlığıyla, siyasetin bir nesnesi olarak yaşamasıyla bağlantılıdır. Ama tabii fenomen o kadar genelleşmiştir ki, siyasetle ilgilenenler de köşe yazısı tutkunudurlar, dolayısıyla onlardaki yanılsama biraz daha vahimdir.
Aslında Nuray Mertin Türk basınında olduğunu iddia ettiği canlılık, belki tam da buradan kaynaklanmakta. Bir The New York Times, The Guardian ya da Le Monde okuyucusunun, bu gazetelerdeki haberleri okurken, Türkiyeli okuyucunun köşe yazılarını okurken duyduğu heyecanı ve keyfi duyması mümkün değildir. Çünkü bu gazetelerdeki yazılar haber verir; okuyucuyu belli bir konuda bilgilendirir ve oldukça dolayımlı olarak onu, şu ya da bu şekilde tavır almaya, aktif olmaya çağırır. Bu ilişkide heyecan ya da keyif elemanlarının yüksek bir düzeyde bulunması mümkün değildir. Oysa Türkiyedeki gazete okuyucusu, köşe yazılarını okurken, bayağı hoşça vakit geçirir, adeta eğlenir.
Neil Postman televizyonuneğlenceyi, herhangi bir deneyimin temsili için doğal bir format haline getirmiş oluşundan söz eder. (7) Ona göre insan televizyonda ne izlerse izlesin, programın onun eğlenmesi ve keyif alması için yapıldığı varsayımı her şeyden önce gelir. Televizyona ait bu karakteristiğin, köşe yazarları tarafından Türk basınına taşındığı söylenebilir. Ama tabii tıpkı televizyonda olduğu gibi köşe yazısında da, bu eğlendirme olgusunun temelinde, toplumun eğlence ihtiyacına cevaptan çok (ya da en azından onun kadar) manipülasyon gayreti vardır. Sonuç olarak televizyon gibi köşe yazarlı gazeteler de, masum eğlendirme araçları değildir.
Aslında basında köşe yazarlığını bu denli öne çıkartan süreç, gazetelerin televizyonlaşması olarak da görülebilir (alıcısını okuyucuyu- pasifleştirmesi, alıklaştırması ve onun manipülasyonu anlamında). Tıpkı televizyon gibi köşe yazısı da bilgilendirmez. (8) Okuduğu köşe yazısını çok beğenen, etkilenen, ama aslında herhangi bir konuda bilgilenmeyen okuyucu, televizyon karşısındaki seyirciye benzer. Barry Sandersin televizyon karşısındaki çocuk için söylediği şu sözler, bence Türkiyeli köşe yazısı okuyucuları için de iyi bir tanımlama: Televizyon, çocuğu hareket fırsatı elinden alınmış bir tanık, konuşma yeteneğine sahip, ancak ses telleri kesilmiş güçsüz bir yaratık haline getirir.(9)
Yine Sandersin, televizyon programlarının, edebi yazı türlerinden farklı olarak kısırlığını tanımladığı şu sözlerinin, köşe yazısı ile gerçek gazete haberinin bir karşılaştırması olarak da okunabileceği kanısındayım: Televizyon karmaşık öyküler anlatmaz, aslında sürekli aynı öyküyü anlatma eğilimindedir. Program ve format kavramları bunu gerektirir. Televizyon programlarının ezici bir çoğunluğu, gerçek toplumsal anlaşmazlıkların karmaşık nüanslarına girmekten kaçınır. Her şeyi kendisine tanınan yarım ya da bir saat içinde çözümler, derleyip toplar. Gündeme getirdiği soru ne olursa olsun, program hemen yanıtını verecektir. Her programda katarsis vardır... (10)
Bu katarsis elemanı, özellikle siyasal-sosyal konular ve duyarlıklar söz konusu olduğunda, köşe yazısında bazen televizyondakinden de güçlü olabilir. Okuyucu, köşe yazısında öğrenmek istediklerini değil, söylemek istediklerini bulur. Favori yazarını okurken güler, sinirlenir, kendisini haklı bulur, hasmını argümanlarıyla yere serdiğini zanneder, öfke boşaltır ve rahatlar. Köşe yazılarına ilginin, hatta bir tür bağımlılığın kökeninde bu türden bir işlevin bulunduğu inkar edilemez. Bunun bir gazetecilik işlevi olmadığını eklemeye herhalde gerek yok.
Türk basınındaki canlılık ve yabancı basının cansızlığı
İşte eğer bu katarsis elemanlarından söz ediyorsak, bu durumda Türk basınının canlılığını inkar etmek için kör olmak gerek. Ama tabii yabancı basın deyince, genellikle oralardaki kaliteli basından söz ederiz. Yoksa canlılık konusunda Türk gazetelerini fersah fersah aşan örneklerin oralarda da bulunduğunu eklemek gerek. Okuyucu kitlesi on milyona yaklaşan İngiliz tabloid basını en başta The Sun ya da The Daily Mirror - yine beş milyona yakın okuyucusu olan Alman Bild,bu konuda sadece birkaç örnek.
Peki Nuray Mertin sözünü ettiği canlılık bu mu? Herhalde değil. Mert, gazetenin işleviyle uyumlu bir canlılıktan söz ediyor olmalı. Yukarıda o işlevi kabaca, okuyucunun çevresinde, ülkede, dünyada olan bitenlerden haberlendirilmesi olarak tanımladık. Peki habercilik açısından içler acısı bir durumda bulunan Türk basınını canlı, ama muazzam habercilik olanakları içindeki batı basınını (TheNew York Times, The Guardian, The Times, Le Monde, vb.) cansız olarak nitelemek ne anlama gelir?
Tabii, fazla bir anlama gelmez. Bu olsa olsa, her şeyin tepe taklak edilmesinin güzel bir örneğidir. Ve böylesi bir iş, bir köşe yazısında rahatlıkla yapılabilir. Gazete köşelerinde yazanların imtiyazıdır bu. Bir köşe yazarının, bu tarz büyük argümanlara gerekçe getirmesine gerek yoktur. Okuyucu, yazılmışsa bir hikmeti vardır deyip onu ciddiye almak durumundadır . Yazı, sadece bir gün ve sadece birkaç dakika içinde okunmak için yazılmıştır. İçindeki yanlışlar, abartmalar unutulur gider. Yarın bir yenisi, bambaşka bir konu üzerine konuşacaktır. Okuyucuda ise, o okuma anındaki haz dışında hiçbir şey kalmaz.
Mertin batı medyasının cansızlığı üzerine bu ilginç değerlendirmesinin tek sorunu bu da değil. Radikal köşe yazarı Batı medyasını, kaliteli köşe yazısı veya az köşe yazısı ile tanımlarken de yanlış yapmakta. Çünkü köşe yazısı dediğimiz olgu, Batı medyasının tümünde aynı boyutlarda rastlanan bir şey değil. Bu konuda son yirmi beş yılda en büyük dönüşümü yaşamış (belki de tek) ileri kapitalist ise ülke İngilteredir.
Gerçekten de İngiliz gazetelerine bakıldığında, en azından format olarak bizdeki köşe yazılarına benzer yazıların hayli bol bulunduğu görülür. Bu konuda ilginç bir değerlendirmede bulunmuş olan The Guardian ın editörlerinden Hugo Younga göre, bunların sayıları 220 dolaylarındadır. (11) Ama tabii İngiliz basınının gerek gazete gerekse okuyucu olarak devasa büyüklüğü dikkate alındığında bunun, Türkiyenin sayıları 400ü geçen köşe yazarları ile boy ölçüşmesi elbette mümkün değil. (12) Yine bizim okuyucumuzdaki köşe yazısı (ve köşe yazarı) tutkunluğunu İngiliz okuyucuda bulmak olanaksız olmalı.
Ayrıca İngiliz gazetelerindeki bu yorumcular genellikle haftanın sadece bazı günlerinde (bir ya da iki gün) yazarlar. Yine Türk basınında neredeyse sadece ekonomi köşe yazarlarına ait olan alan sınırlaması, İngiliz basınında daha yaygındır. Hastaneler, eğitim dünyası, hapishane vb. de bir köşe yazısı alanı olabilir. Öte yanda en önde gelen Fransız gazetelerinde bizdeki anlamda köşe yazısı yoktur ya da dikkati çekmeyecek kadar azdır; yazı sıklığı ise yine haftada bir ya da ikidir. Aynı şey belli başlı Amerikan gazeteleri için de söylenebilir. Bu gazetelerde gazetenin esas yükünü muhabirler üstlenir.
Aynı zamanda tarihçi kimliğini başarıyla koruyan bir gazeteci olan Timothy Garton Ash, İngilterenin bu konuda ABDden farklılığı üzerine konuşurken şöyle demekte: Çok iyi eğitim görmüş ve deneyimli her Amerikan gazetecisi, kendisini övünçle muhabir (reporter) olarak tanımlar; oysa İngilterede üniversiteyi yeni bitirmiş 23 yaşındaki her yeni yetme, köşe yazarı (columnist) ya da yorumcu (commentator) olmak istediğini söylemektedir.(13) Benzer bir değerlendirmeyi Hugo Young da yapar: Köşe yazarlarına sunulan mevki ve prestijle gazetecilere sunulanlar arasında giderek artan bir eşitsizlik olduğu kanısındayım. Habercilik, gazeteciliğin temelidir, köşe yazarlarının işiyse meddü-cezirlerden arta kalan toprağı kaldırmaya benzer: disiplinsiz, güvenilmez ve belki de, en genel anlamıyla düşünürsek, gereksiz bir iştir bu. (14)Youngın da belirttiği üzere İngilterede, Türkiyedekini hatırlatır bir tarzda, muhabirlikten köşe yazarlığına ve yorumculuğa doğru bir denge kayması yaşanmıştır.
Elbette İngilterenin bu konudaki farklı konumunun nedenleri ayrıca araştırılmaya değer. Bu konuda bir hipotez olarak, 1979 sonrası Thatcher yılları ve bu dönemde İngiliz medyasına el atan yüzyılın en büyük ve en gerici medya patronlarından biri olan Rupert Murdoch olgusu hatırlatılabilir. Rupert Murdochun 1980li yıllarda bazı İngiliz gazete ve televizyonlarını sahiplenmesi, sadece Avustralyalı bir patronun İngiltere medyasında etkin olmasından ibaret değildir. Thatcherın tam desteği ile bu sahiplenme süreci, aynı zamanda bu ülkede sendikalara karşı ilk büyük ve başarılı patron saldırılarından birini de ifade eder (ki Thatcherın desteğine, sendikalı işçi direnişlerinde baskı gücü olarak kullanılan binlerce polis de dahildir). Bilindiği gibi Thatcherizm, bir zamanlar Batı dünyasının en gelişkin sosyal güvenlik sistemlerinden birisini neredeyse tamamen yıkmıştır. Onun, benzer bir yıkımı medya da gerçekleştirmeyeceği düşünülebilir mi? İngiliz basınındaki büyük dönüşüm, önce basın çalışanlarının sendikal gücüne doğrudan bir saldırı ile başladı. Murdochun 6.000 grevci basın işçisini işten çıkarttığı bu harekatı, tarihin en büyük sendika yok etme operasyonu olarak tanımlanırken, başarısı ise, İngiliz sendikal yaşamının evriminde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. (15) Kısacası, bugünkü bol yorumculu İngiliz basını, Murdoch ve Thatcher öncesinde yoktu.
Bu değerlendirmeyi, Nuray Mertin yazısının sonunda söylediklerine değinerek bitireyim. Mert yazısını, iyi şeyler de oluyor diyerek bitirmiş. Bilmiyorum kaç okuyucu bu iyi şeyleri duyunca benim gibi biraz irkildi. Kastedilen, Türk basınında ve onun köşelerinde olan iyi şeylerdir!
Bu sözler bir ara, Türkiyede pek çok şeyin haddinden fazla kötüye gittiği dönemlerde işitilmekteydi. Kim bilir, belki de Türk basınının olumsuzlukları öylesine bir çürüme noktasına geldi ki, ona ilişkin olarak da benzer şeyler söyleniyor.
Bugünkü Türk basınına bakmak ve hem de köşelerde- iyi şeyler görmek!
Marsta mıyım acaba? (EA/EK)
____________________________________________
Dipnotlar:
1 Köşe yazarlığı, Nuray Mert, Radikal, 26.08.2004.
2. Rıfat N. Bali, Tarz-ı Hayattan Life Stylea. Yeni Seçkinler, Yeni Mekânlar, Yeni Yaşamlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
3. Yazarın bu kitabı ve bu sorun üzerine yaptığım bir değerlendirme için bkz.: 12 Eylül Türkiyesinin Kitabı, Siyasi Gazete, Aralık 2002.
4.a.g.e., s. 230.
5. Son zamanlarda yapılmış iki doktora tezinin, bu konuda ilginç gözlem ve değerlendirmelerde bulunduğunu hatırlatmakta yarar var: Gülseren Adaklı, Türk Medya Sektöründe Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri (1980-2003), Ankara Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003; ve Atilla Özsever, Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci, İmge Yayınları, Ankara, 2004.
6.Gülseren Adaklı, a.y., Ertuğrul Özkök ile görüşme.
7.Aktaran Barry Sanders, Öküzün Ası. Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999, s.136.
8.Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence Gösteri Çağında Kamusal Söylem adlı kitabında (Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994), televizyonun bu niteliğinin mükemmel bir analizini yapar.
9.Barry Sanders, a.g.e., s. 48.
10. a.y., s. 52.
11.Hugo Young, Köşe Yazarları Ne İşe Yarar?, Radikal, 29.6.2003
12.Gülseren Adaklının, Yeni Şafak köşe yazarı Şemsi Yücelin günlük tirajı 40 bini aşan gazetelere ilişkin olarak yaptığı çalışmadan aktardığına göre, günlük basında 408 köşe yazarı vardır. (a.g.e., dipnot 461).
13.Timothy Garton Ash, History of the Present. Essays, Sketches, and Dispatches from Europe in the 1990s, Vintage, 2001, s. 7.
14.Hugo Young, a.y.
15.The Economist, 4/18/98; Evening Standard, 11/12/98.