Onu gördüğümde elinde o güne kadar sahip olmayı düşlediğim ama bir türlü sahip olamadığım şeyi, saçlı bir oyuncak bebeği tutuyordu. Gözüm yüzünden önce bebeğe kilitlenmişti. Sonra biri "Elizabet" diye seslendi ve o zaman kaldırıp başımı yüzüne baktım. Ben yaşlarda masum bakışlı bir kız çocuğuydu ama niye ismi "Elizabet"ti?
Bir an Elizabeth Taylor'u çok sevdiğini ve kendine takma isim olarak onu aldığını düşündüm ama annesi de ona Elizabet diye sesleniyordu. Sonradan öğrenecektim Ermeni olduklarını, yeni taşındığımız, anneannemle paylaşacağımız motel tipi mimariyle inşa edilmiş apartmanda aynı balkona açılan dairelerden birinde kat komşusu olduğumuzu. Ve bir süre sonra ben onunla, annem ve anneannem de annesi sevgili Valentin teyzeyle sıkı fıkı ahbap olacaktık.
Ben daha çok giderdim en köşedeki aydınlık dairelerine, anneannemin başı pek çocuk gürültüsü kaldırmazdı. Bildiğimiz, duyduğumuz masalları canlandırırdık Elizabet'le ve hep o kraliçe olurdu. Çünkü prenses yaptığımız saçlı bebek onundu. Arada abisi Numan da katılırdı oyunlarımıza ama onun sabrı fazla kaldırmazdı bizim kırıtmalı, sırıtmalı masallarımızı.
Valentin teyze kendi yaptığı ve balkon güneşinde olgunlaşmaya bıraktığı likörlerin vişnelerinden verirdi bazen. Oyunun ortasında ağzımıza attığımız alkollü vişnelerin verdiği rehavetle divanın üstünde elimizde bebekler sızdığımız çok olurdu. Neden bu kadar çok vişne likörü yapıldığını ve Elizabet'in doğum günlerine neden "isim günü" dediğini yıllar sonra Takuhi Tovmasyan'ın kitabını okurken çözecektim, isim günü ve o günlerde vişne likörü ikramı bir Ermeni geleneği imiş.
Valentin teyze güzel yürekli bir kadındı, evlerine onca gittim, bir kez asık görmedim o yüzü. Annem hasta olup bir süre yataktan kalkamadığında o uzun ortak balkondan sürükleyerek bizde olmayan çamaşır makinesini anneannemin dairesine taşımış ve tüm çamaşırlarımızı yıkayıp pakladığı gibi annem iyileşene kadar yemek taşımıştı. Ne yazık ki çok uzun sürmedi dostluğumuz, tipik Ermeni mesleği kuyumculuk işiyle uğraşan babalarının işleri bozulunca İstanbul'a göç kararı aldılar ve gidiş o gidiş
ne Elizabet'ten ne de Valentin teyzeden bir daha haber alamadım ama kalbimdeki yerlerini hep korudular.
Olga abla ikinci kat komşumuzdu. 17-18 yaşlarında dal gibi bir kızdı. Annesi Takuhi ile taşınmışlardı o daireye, onların evleri de ‘57'deki sel baskınında yıkılmıştı. Biz küçükler "Takunya teyze" diye bağırırdık kadıncağızın arkasından. Bu seslenme biçimi bilmemezlikten mi kaynaklanırdı, yoksa o yaştan başlayan bir ötelemenin göstergesi miydi şimdi akıl erdiremiyorum.
Toplaşır, Takunya isminin ne komik olduğunu söyler söyler gülerdik. Hatta daha ileri gidip Takunya'nın kardeşinin isminin "Maydanoz" olduğunu bile söyleyenler çıkardı. Olga abla ya da annesi bu yakıştırma isimden haberdarlar mıydı bilmiyorum ama ilk ip atlama derslerimi ondan aldığımı çok iyi hatırlıyorum. Sallanan ipe korkulu gözlerle bakarken Olga abla arkamdan ittirivermiş ve sonra bir-iki kural söyleyip şıpın işi ip atlama üstadı yapıvermişti beni. Çok sürmedi onların da taşınmaları, 40 yılı aşkın bir süre sonra Olga abla'yı tekrar gördüm, o dal gibi kız gitmiş yerine iri-yarı bir kadın gelmişti, söylemeseler tanıyamazdım.
Anneannemin evinin hemen bitişik dairesindeki Agavni teyzeler o apartmanda en uzun süre oturan Ermeni komşularımız oldular. Daha taşındıkları gün Agavni adı Avniye'ye dönüşmüş ve can-ciğer kuzu sarması durumları başlamıştı. Avniye adı dönüşümü benimsemek miydi, yoksa "gayrimüslimi bizden biri yaptık” anlamına mı geliyordu bilemiyorum. Yaşım bu çözümlemeyi yapmaya müsait değildi o zamanlar. Ama Avniye teyze dış görünüşüyle, konuşmalarıyla, hail tavrıyla hatta gelin-kaynana çatışmalarıyla bile o kadar bizden biriydi ki çoğunluğunu muhafazakar ailelerin oluşturduğu o kattaki insanlardan onları ayıran tek fark, ortak balkona bakan mutfak penceresinin içine fütursuzca dizilmiş şarap şişeleriydi. Köşe dairede oturan, beş vakit namazını eksik etmeyen Necmiye teyze mavi gözlerini kocaman açıp heyecandan kızararak "Her akşam içerlermiş gıı"derken, ayıplamaktan ziyade şaşkınlığını dile getirirdi. Zamanla içkileri konu olmaktan çıktığı gibi Ermeni oldukları bile unutuldu desem yeridir, öylesine kaynaşıldı.
Antuvan, Civan, Arman adındaki üç oğuldan Civan'ın Ulus'taki bir kilisede kıyılan dini nikâhına davet edildiğimizde en ön sıraya yerleşmiş başörtülü komşu teyzeler izlemeye değer bir görüntü oluşturmuşlardı.
Agavni teyze zaman içinde oğullarını birer birer İstanbul'a yolcu etti, kocası Ohannes'le yaşamaya devam etti giderek eskiyen o apartmanda, giderek yaşlanan komşularıyla. Ohannes'i öbür dünyaya yolculadıktan sonra da romatizmadan eğrilmiş bacaklarını sürükleyerek elinde iskambil destesi, her hevesliyle "tık" oynayıp bir süre daha oturdu yalnız başına. Sonra ağlaşarak vedalaştı komşularıyla ve önce İstanbul'a oğullarının yanına, sonra da öbür tarafa göçtü. Toprağı bol olsun... (NG/AS)
* Yazı ilk olarak SOLFASOL dergisinin Nisan sayısında yayınlandı.