* Fotoğraf: Carroll MacDonald, Pixabay
Makaleyi, Prof. Dr. Taner Damcı'nın "Sağlık Ararken Aldatılmak Neden Sahte Bilimi Satın Alıyoruz?" başlıklı kitabından alıntıladık.
“Kandırılıyoruz. Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil. Eğer dikkatle bakar ve etraftaki gizli ipuçlarını akıllıca birleştirsek oynanan oyunu rahatça görebiliriz. Bedenimiz ve zihnimiz başkaları tarafından kontrol edilmeye çalışılıyor. Yaşamımızın her alanına sızan kötü niyetli, organize ve kurumsal güçler var. Çok sinsi ve acımasızlar. Bunlara dikkat etmeli, anlamalı ve engellemeliyiz. Yalnızca kendimiz değil sevdiklerimiz ve diğer insanlar için tetikte olmalı ve oyunlarını bozmalıyız.”
Pek çoğumuz bazı konularda böyle düşünüyoruz. Politik, ekonomik ve özellikle de sağlık alanlarında. Kuşkusuz dünya güllük gülistanlık ve tüm insanlar iyi niyetli değil. Ancak genel olarak hissettiğimiz güvensizlik duygusu gerçek durumun gerektirdiğinden çok yüksek düzeyde. Acaba bu güvensizlik de oluşturulmuş bir algı mı? Algıladığımız riskler ne kadar gerçek? Boyutları ve önemi gerçekten sandığımız ölçülerde mi? Tıpkı mutluluk arayışı gibi güvenlik arayışımız da dozu fazla kaçtıkça bize güvensizlik mi getiriyor?
Günümüz insanı olarak özelliklerimizden biri de kolay ikna edilebilmek ve inanmak için kanıta gerek duymamaktır. Çoğumuz için somut kanıtlardan daha çok ikna edenin yeteneği önemlidir. İkna eden, doğru olmasa da bize mantıklı gelen bir senaryo yazmışsa onu hemen satın alırız. Birisi “Bunun doğru olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Neden inanıyorsun?” dediğinde de sıklıkla, “Ama bana çok mantıklı ve inandırıcı geldi” yanıtını veririz. İçine komplo teorisi katılmış öyküler, konuşmalar, diziler, filmler çok daha büyük ilgiyle izlenir. Sadece komplo teorileriyle reyting rekorları kıran televizyon programları var. Dürüst olmak gerekirse ben de komplo teorisi içeren romanları büyük bir heyecanla bir solukta okurum. Bunların kurgu olduğunu aklımızdan çıkarmayıp gerçek yaşamımıza sızmalarına ve dünyaya bakışımızı, davranışlarımızı yönetmeye başlamalarına izin vermezsek heyecan verici, eğlendirici ve düşündürücü olabilirler. Ancak özellikle de sağlık ve beslenme alanındaki komplo teorileri masum hatta kurtarıcı gibi görünseler bile bize zarar verebilirler.
Genelde inandığımız komplo senaryolarının doğru olup olmadığını sorgulamaz ve araştırmayız. Takım tutar gibi destekleriz. Araştırmak için zahmete girmeye gerek yoktur. Çünkü sorumlu olan güçler zaten kanıtları da saklamışlardır. Bu da senaryonun bir parçasıdır. Bazen de sahte bilim yayınları ve kişisel fikir uçuşmaları kaynak veya kanıt diye önümüze konulur. Biz de inanırız.
Kaygılı zamanlarımızda bizim için karamsar komplo senaryolarının inandırıcılığı artar. Zihnimiz bunların kolayca yerleşebilmesine daha uygun hale gelir. Kaygı yeni kaygıların oluşmasını tetikler. Bir kısır döngü oluşur. Kaygılar birbirine eklene eklene “Dünyada her şey planlanmış kötülüklerden oluşuyor, sürekli kandırılıyoruz” noktasına gelinebilir. Kuşku ve aldatılma endişesi büyük bir yüktür. İnsana çok kötü hissettirdiği yetmiyormuş gibi gerçekte olmayan bir düşmanın saldırılarına karşı çaresiz savunma refleksleri uyandırır. Bu, tüm enerjimizi alır, götürür. Bir süre sonra her şeyden şüphelenen ve umutsuzca sanal düşmanlarla savaşan Don Kişot’unkine benzer bir duruma düşebiliriz. Etrafımızda bunun çok örnekleri var.
Bazılarımızın en büyük kaygısı sağlıkla ilgili komplo teorileri ve bu konudaki distopik senaryoların gerçekleşme olasılığıdır. Kendimizin ve sevdiklerimizin bunlardan etkileneceğine dair endişe duyarız. Bu kaygılar kesinlikle masum veya kişisel boyutta kalan yaşantılar ve duygular değildir. Mutlaka başkalarına da bulaşır ve önemli toplumsal etkileri vardır. Healthism, orthoreksiya nervosa gibi bu kitabın ilerleyen bölümlerinde ele alınacak güncel patolojilere zemin hazırlayan ve insanları sahte bilim ve şarlatanların kucağına atan zihinsel durumun arka planını oluştururlar. Komplo teorilerine inanmak sanılanın tersine insanı dirençli yapmaz, savunmasız hale getirir. Takıntılara, saplantılara, mutsuz olmaya, çatışmalara zemin hazırlar. Devamlı bir savaşta olma hali ve nöbet tutma hissi yaratır, insanın zihinsel performansını tüketip genel bir anlamsızlık duygusuna yol açar.
Neden son zamanlarda komplo teorileri yaşamımızda büyük yer kaplamaya başladı? Dünya mı bozuldu? Biz mi değiştik? Daha çok ikincisi. Her ne kadar günlük konuşmalarımızda hiçbir şeyin eskisi kadar iyi olmadığını söylesek de rakamlar bunun tersini söylüyor. En azından sağlık alanında. Yediklerimizin, içtiklerimizin ve sağlımızın atalarımızın zamanında daha iyi olduğunu sık sık dile getirsek de bu bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Buna da inanabilirsiniz ama asıl değişen bizim düşünce yapımız ve dünyaya bakış şeklimizdir. Komplo teorilerinin yaşantımızda bu kadar çok yer bulup dillendirilmesinin birey ve toplum olarak kendimize ait farklı sebepleri vardır.
Birincisi aşırı bireyselleşip kurumsal yapılara olan güvenimizi gittikçe kaybetmemiz. Bunun sonucu, her şeye kendi kendimize düşünüp aldatılmadan karar vermeye çalışmamız. O konuda bilgimiz olmamasına rağmen kendi düşüncemize verdiğimiz aşırı önem. Her şeyin aklımıza yatması ve ikna olmamızın gerekmesi. Bunun sonucunda doğrunun bize mantıklı gelen olduğu inancı.
Akıl yürütmek harikadır. Felsefe ve bilimin temel taşıdır. Ancak sadece akıl yürüterek yani deney ve kanıt olmadan evrensel gerçeklere ulaşma olasılığı oldukça düşüktür. Akıl yürütme bize denemek ve kanıt elde etmek için başlangıç olması ve yol göstermesi durumunda çok değerlidir. Özellikle de sağlık alanında. Örneğin tarih boyunca hastalıkların sebepleri konusunda insanlar akıl yürütmüş ve bugün bize gülünç gelen şeylere inanmışlardır. Büyük bilgeler bile hastalıkları tarihi değeri olan ancak bilimsel gerçeklikle ilgisi olmayan yöntemlerle tanımlayıp iyileştirmeye çalışmışlardır. Gerçek sebeplerin ortaya çıkması ve etkin tedavi yine insan aklının ürünü olan bilimsel yöntemle olmuştur. Büyük saygı duysak da artık hastalıkları Hipokrat veya İbni Sina’nın yöntemleriyle tedavi etmiyoruz.
Komplo teorilerinin insana mantıklı gelmesi diğer komplo teorilerine de inanmaya uygun bir zihinsel yapı oluşturur. Bu zihinsel yapıda sebepleri basit ve açık gerçekleşen olayların bile arkasında büyük ve güçlü ancak varlığı gizli bir grubun çıkarları olduğuna inanılır. Hangi konuda olurlarsa olsunlar tüm komplo teorileri benzer zeminlerde yeşerir.
Komplo teorilerine eğilimde ikinci unsur varoluşsal sebeplerdir. Yaşamın önemli alanlarında kendini eksik hisseden insanlar komplo teorilerine daha yatkın olurlar. Azınlıktaki etnik gruplara ait olmak, şişmanlık, gelir, meslek, sosyal statü gibi sebeplerden ötürü ötekileştirmelere maruz kalıyor olmak bunların çekiciliğini artırır. Politik seçimleri iktidarda olmayan, yönetime karşı olan, hakkını alamadığına inanan insanlar için komplo teorileri bir sığınak olabilir. Bu durumların sorumluluğu en azından kısmen başka güçlere yüklenerek bir kaçış yolu açılabilir. Örneğin şişman insanlar şişmanlığın en büyük sebebinin insanın yaşam biçimi ve genleri değil gıda endüstrisinin insanları şişmanlatmayı amaçlayan manipülasyonları olduğuna inanmaya daha eğilimlidir. Elbette ki komplo teorileri herhangi bir soruna hiçbir çözüm sağlamazlar. Tam tersi, gerçeği görmeyi ve olası çözümleri engelleyerek istenmeyen durumu daha da ağırlaştırırlar.
Bazen de komplo teorileri bir sosyalleşme ve aidiyet duygusuyla insanları yakalar. Senaryonun içinde yer alan karanlık ve distopik gelecek inancı ortak nokta olur. Kader ve güç birliği yapılarak tek başına baş edilemeyecek düşmanlara karşı daha kuvvetli hissedilir. İnsanları ortak ve güçlü bir düşman kadar bir arada tutan az şey vardır. Grup üyelerinin, özellikle lider konumunda olanların söylemlerine karşı sarsılmaz bir inanç ve güvenleri oluşur. Artık eskisi kadar yalnız, güçsüz ve çaresiz hissedilmez. Beslenmeyle ilgili neredeyse sınırsız sayıda komplo teorisi ve bundan kurtuluş vaat eden beslenme şekillerinin ortak nokta olduğu gruplar var. Diğer sık rastlanan örnekler UFO’lara inananlar ve büyük bir küresel savaş sonucu tüm insan uygarlığının yok olacağı kıyamet gününe hazırlık yapan gruplardır.
İnternetin yaygın olarak kullanılması komplo teorilerinin yaygınlaşıp etkinlik kazanmasını çok hızlandırdı. Çünkü internet neredeyse bedava, küresel ve büyük ölçüde denetlenmiyor. Bu özellikleriyle de çok değerli ve önemli. Ama aynı internet, tuşların arkasında ve hiçbir sorumluluk almadan ortaya atılacak her türlü fikrin yayılma aracı da olabiliyor. Özellikle komplo teorileri ve garip hatta zararlı sağlık bilgileri kolayca y ayılabiliyor. Sosyal medyada birkaç tur atıp defalarca ekranımıza düşen mesajlar bir doğruluk algısı oluşturuyor. “Ne kadar çok söyleniyorsa o kadar doğrudur” yanılgısı. Bunların aksi söylendiğinde pek çok kişi şaşkınlıkla “Ama herkes böyle söylüyor, nasıl olur?” yanıtı verir. Internet insandan insana bulaşan zararlı komplo teorilerinin, sağlık bilgilerinin ve karamsar senaryoların ara konağı işlevi görür. Üstelik sosyal medya sayfalarımıza gelen çoğu mesaj bireysel olarak bizim inanmamızla yetinmez. Etrafımıza da yaymazsak sorumlu olduğumuza dair “PAYLAŞALIM” komutuyla bize görev yükler. Komplo teorileri internette daha az sansasyonel mesajlara oranla defalarca artmış sıklık ve hızda yayılır. Hatta bunlara, büyük bir hızla çoğalıp yayılan genetik materyali olan organizmaların üreyip çoğalmasına benzedikleri için Internet Meme’leri adı verilir.
Amerikalıların yarısı en az bir komplo teorisine inanıyor. Türkiye’de yapılmış bir araştırma bulamadım ama bu oranın daha az olduğunu sanmıyorum. En yaygın senaryolar; FDA’nın (Food and Drug Administration) veya yönetimlerin aslında bilinen etkili ve doğal kanser tedavilerini ilaç firmalarının baskısı nedeniyle insanlardan sakladığı, cep telefonlarının kanser yaptığı kesin olmasına rağmen bunun toplumdan gizlendiği, CIA’nın hepatit aşısı enjeksiyonlarıyla Amerikalı siyahlara aslında AIDS virüsü aşılayarak sayılarını azaltmaya çalıştığı, küresel güçler tarafından GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) gıdalarla dünya nüfusunun kontrol altında tutulmasının planlandığı, doktorlar ve hükümetlerin otizme yol açtığı bilindiği halde aşılara izin verdiği, suların florlanmasmın aslında bir sanayi atığı uzaklaştırma yöntemi olduğu yani vücudumuzun endüstrinin çöp tenekesi yapılmaya çalışıldığını iddia edenler.
Komplo teorilerine inanıyor olmak aslında bir düşünce ve davranış kalıbını da beraberinde getirir. Bu insanların vitamin ve gıda katkılara almaya, modern tıbba güvenmemeye daha eğilimli olduğu çalışmalarla ortaya konulmuştur.
Yağmurlu bir kış akşamı ve yorucu bir günün sonunda Nişantaşı’da zar zor bulabildiğim bir taksiye bindim. Beklerken de ıslandım ve üşüdüm. İçi sigara kokan, kirli bir araçtı. Camları nemden buğulanmıştı. Bu, kokuyla birleşince içeriyi boğucu bir hale getiriyordu. Hoşuma gitmedi. “Keşke metroya yürüseydim, hem daha az ıslanır hem de daha rahat giderdim” diye düşündüm. Trafik de çok yoğundu. Belli ki en az 45 dakikayı bu arabada geçirecektim. Neyse binmiştim bir kere. Derken, telefonum çaldı. Arayan bir hastaydı. Sürücü telefonda söylediklerimi duyup “Abi doktorsun galiba, ne doktoru?” diye sordu. Söyledim. Bu kez “Abi doktorlar kanserin çaresini bulmuşlar ama kimseye söylemiyorlarmış. Sadece devlet adamlarını ve zenginleri iyileştiriyorlarmış doğru mu?” diye sordu. Bu soruya sinirlendim. “Nereden çıkardın bu saçmalığı?” gibi ters bir yanıt vermek istedim ama vazgeçtim. Bunun yerine “Arabadaki dinleme cihazını kapatırsan söylerim” dedim. Şaşırdı “Dinleme cihazı mı? Bizde öyle şeyler olmaz abi?” gibisinden bir şey söyledi. Ben de ona “Sen benden nasıl şüphelendiysen ben de senden şüphelendim. Nasılmış?” dedim. “Abi, beni yanlış anladın, öyle söylemek istemedim” dedi. Güldük. Komplo teorisine karşı başka bir komplo teorisiyle yanıt vermiş oldum. Bu kez işe yaradı. Her zaman bu sonucu verir mi bilmiyorum. Yolun geri kalan kısmında sürücüyle güzel bir sohbet yaptık.
Komplo teorilerinin yoldaşları distopya ve ütopyalar, sırasıyla karanlık ve umut dolu gelecek öngörüleridir. Oldum olası insanın içinde var olan kaygı ve umudun abartılı yansımalarıdır. Karanlık geleceklerden endişe etmek, iyi olanları dilemek elbette doğaldır. Ancak günlük ve gerçek yaşamda gerçekçilikten de fazla uzaklaşmamak gerekir. Distopya edebiyatı ve sineması 1920-1930’larda bilime, dine, toplumsal kurallar ve iyiliğe inancını yitirmeye başlamış insan prototipinin belirmesiyle ortaya çıkar. Bu, postmodernizmin yapı sökücü temellerinin atıldığı döneme denk gelir. Distopyalar bizi toplumsal değişimler hakkında uyarıp bir farkındalık yaratabilir. Ancak yaşamın tümünü şüphe, kaygı ve karamsarlığın kaplaması insanı mutsuz, zayıf ve savunmasız hale getirir. Distopik romanların iki örneği birer başyapıt olan George Orwell’in 1984 ve Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sıdır. 1984 alabildiğine karanlık bir gelecek çizerken, Cesur Yeni Dünya aslında bir distopya-ütopya karışımıdır. 1984 geri kalmış toplumların, Cesur Yeni Dünya ise Batılı demokrasilerin evrilebileceği düzeni anlatır. Her ikisi de birer kurgu harikasıdır. Onları dikkatle okumak ama bunu yaparken kurgu olduklarını unutmamak gerekir.
Ütopik senaryoların ise en yaygını transhümanizmdir. Transhümanizm akımına göre insan çok gelişmiş teknoloji ve bilimsel yöntemlerle kendi bedeni ve zihninin gelişimini hızlandıracaktır. Kendi DNA’sını değiştirip evrimini yönlendirecektir. Bu gelişim sonucunda kısa bir süre sonra artık insan olarak tanımlanamayacak, daha yüksek bir canlıya dönüşecektir. Buna insanlık sonrası (post-human) dönem denir ve bazı kaynaklarda H+ simgesiyle gösterilir. Transhümanizm insanın kadim beklentisi olan ölümsüzlük konusunda da vaatler sunar. Bilimin ölüme de çare bulacağını öngörür. Bu felsefe, bilim ve teknolojiye inanç ve bu alanlardaki ilerlemenin gittikçe hızlanmasına dayanır. Transhümanizmin kurtuluş iddiası yalnızca bilimsel, teknolojik sağlık ve biyoloji alanlarında değildir. Yaşam kalitesinin artırılması, politik eşitlik, yapay zekâ gibi konuları da kapsar. Transhümanist felsefenin kendi içinde bazıları birbiriyle çelişen hatta karşıt olan alt grupları vardır.
Din kurumlan ve inanç grupları transhümanizme şeytan gözüyle bakarlar. Beklentiler, insanın Tanrı’nın yerini alma isteği olarak yorumlanır. Transhümanizm her ne kadar ütopik akım da olsa toplum içinde ayna görüntüsü olan distopyaları körükler. Umut arttıkça bunun karşısındaki korku ve şüphe de büyür. Transhümanizm temelde ilerleme ve gelişme temalı olmasına rağmen gerçekçilikten ve günlük yaşamdan uzak ve kontrolden çıkıp korkutucu sonuçlara yol açmaya eğilimli olması nedeniyle kaygılar uyandırır. Bilime büyük bir inanç ve aidiyet duymakla beraber bilimsel bir akım sayılamaz. Kimilerine göre Hitler ve Nazilerin uyguladığı soykırımlar ve üstün ırk saplantısı transhümanist felsefenin ilk örneklerindendir.
Distopya ve ütopya kadim öğretilerin ortak düşünce yapısı olan dualizmin (ikicilik) bizim gelecek beklentilerimize yansımış halidir. Her şeyi iyi veya kötü, siyah veya beyaz, güzel veya çirkin, melek veya şeytan olarak görmeye koşullanmamızın bir sonucudur. Cennet ve cehennem kavramlarının bu dünyaya taşınmış halidir. Cennet ve cehennem bir anlamda içimizdeki umut ve kaygıların ikilemidir. Bu ikisi tarih boyunca insan topluluklarının davranışları üzerinde kontrol sağlayan en etkin yönlendiriciler oldular. Yine bu kavramlar bizim bu anı yaşamamızı ve bunun değerini anlamamızı engellerler. Kaygı-umut dengesi önemlidir ve bunu kaybedersek mutsuz oluruz. Ne aşırı kaygı insanı koruyabilir ne de yersiz bir umut mutlu edebilir. Dünyadaki tüm olaylar büyük bir sıklıkta distopik ve ütopik senaryolarda yer aldığından daha küçük salınımlarla yaşanır. Komplo teorileri pratik olarak hiç gerçekleşmez.
Komplo senaryolarındaki çok güçlü ve şeytani güçlere ne kadar inanıyorsak kurtarıcıları da o kadar yaşamımıza sokarız. Onlar zaten medyada, sosyal medyada, sözüm ona beslenme ve sağlık kitaplarında hatta arkadaşlarımız arasında ve ailemizde, bize doğru yolu göstermek üzere hazır bekliyorlardır. Bunlar çoğunlukla insana komplo teorisine inanıyor olmaktan daha büyük sorunlar getirirler. Çünkü komplo teorileri gerçek değil ama onlar gerçek ve somuttur.
Gülen bir maskeyle bizi kurtaracağını iddia eden kurtarıcılar komplo teorilerinden daha masum değildir. Korktuğumuz küresel güçlerin yetersiz bile olsa bir kontrol sistemleri varken, bizi onlardan koruma iddiasındaki, teke tek yakalandığımız kurtarıcıların yoktur. Bizi bizim izin verdiğimiz ölçüde aldatırlar. Kendimizi koruyabilecek olan da yine ve sadece kendimiziz. (TD/AS)