1992’de Diyarbakır'da Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) yargılanıp “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklanan, Bingöl’den Gebze’ye, birçok yerde cezaevlerinde kalan, 30 yıllık mahpusluğu 10 Ağustos 2022'de sona eren yazar Mizgîn Aydın, 1+1 Express’e yazdı. Yazıdan kısa bir bölümü paylaşıyoruz.
Eylülken, Musa Anter tam da bu ay vurulmuşken, ama hâlâ ve belki de tam da bu yüzden onurla ve minnetsiz sözlerle konuşmaya devam ederken ve çıkalı bir yıl, bir buçuk ay olmuşken, yıllar evvel “en yabancı dilim” dediğim bu yabancı dilimle yazayım dedim. Zira, an gelir yabancı diliniz de sızlanır, hiç yok muyum diye, malûm öğrenme sebebinden dolayı hep böyle cezalandırılacak mıyım diye.
Öncelikle, son iki yıllık, biraz “rutinleşmiş”, ama aslında dünya ve zaman titreten kısacık, yağmur yağası haberleri hatırlayalım: “Otuz yıl sonra tahliye oldu.” “Yirmi yaşında girdiği zindandan elli yaşında çıktı.” “On sekiz yaşında girdiği cezaevinden (siz yine zindan olarak okuyun) kırk sekiz yaşında çıktı.” “Şöyle dedi, böyle karşılandı.” Ya sonra? Sonrası sessizlik, görünmezlik…
Neden ve nasıl dayandılar?
Peki, ya daha sonra? Daha sonra paramparça olurken, o otuz yıllık zaman ve zamandışılık kapsülünün havaya savrularak çizdiği göçmen kuş izleri. Sonrası ve daha sonrası yok!
Peki, kim bu insanlar? Neden ve nasıl, tüm tarafların ve şahsi olarak kendilerinin de hiç öngörmediği bir hal ve zamanda, onca süre diri diri gömüldükleri o mezarlara dayandılar? Ölümlerden geçip hiçlik ve yok oluşun dansından, kapsüllenmiş zamanın hayaletlerini bile kıskandırırcasına çıkıp geldiler? Üstelik gülüyor, oynuyor, hâlâ yılmaz şarkılar okuyorlar.
Kim bu insanlar? Neden ve nasıl, onca süre diri diri gömüldükleri o mezarlara dayandılar? Sahi ya, kim bunlar? “Kimseye eğecek başımız yok!” diyerek cehennemlerde volta atan, duvarlara öfke, keder ve varoluşun çentiklerini çizen bu kadın ve erkekler aslında kim ve neyimiz olurlar?
Sahi ya, kim bunlar? Yedi bin gün ve yedi bin gece (kaç yıl eder?) her dakika, “Kimseye eğecek başımız yok!” (Yılmaz Güney) diyerek cehennemlerde volta atan, acınası duvarlara öfke, keder ve varoluşun çentiklerini çizen bu kadın ve erkekler aslında kim ve neyimiz olurlar?
Tarihin “ölümcül kimliklerinin” (Amin Maalouf), isyan ve nisyanın, hem yârdan hem serden geçişin, hayat treninden atılmış olmanın inadına, vahşi bir atın yelelerine tutunarak ta bugüne gelen bu Kürtler, ille de ve yalnızca bu Kürtler hangi homoerectus, homohabilis, homosapiens’e tekabül ederler?
“Ebedi yabancı” mı?
Şimdi onlara ne demeli? Sayısız düşünü kurmuş olmalarına rağmen, şanslarına ve bahtlarına yıkılmış bir Bastille’in o muhteşem sureti düşmemiş bu solgun müebbet mahpuslara ne demeli şimdi? İnsanlık değerleri adına utanılası olan o esaret süresinden sağ çıkmak suretiyle (sağ çıkamamış olanlara en ebedi selamlar!) Kürdün makûs talihinden bir bu eksikmişçesine, kesilmiş sonsuz cezayı, “ebed”den gelen müebbeti devirmiş olan bu insan ve Kürt türüne ne demeli?
Fırlatıldıkları, ama tam anlamıyla ait olmadıkları bu zaman ve mekân realitesinde yaşadıkları şaşkınlıklar, adapte olmaya değer bir dünya varmış gibi dayatılan adaptasyon rotalarına uymayıp kendileri gibi kalmak istemeleri, onları bu zaman boyutundaki ilk makalem “Gün batımındaki ebedi yabancı”da parmak bastığım üzere, “ebedi yabancı” kılar mı?
Yazının tamamını okumak için tıklayın.
(TY)