Kıbrıs'ta hemen çözümden yana olan, bu konuda Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan'ın sunduğu planı destekleyen ve bu tutumlarıyla Kıbrıslı Türklerin önemli bir bölümünün de desteğini aldıkları anlaşılan çevrelerin tutumu, ilk bakışta barış yanlısı bir görüntü vermektedir. Öyle ya, hem Türkiye'nin önünü tıkayan hem de Kıbrıslı Türkleri "canından bezdiren" 28 yıllık bir sorunu çözmek istiyorlar.
Çözümcülerin iki yüzü
Gelgelelim aynı çevrelerin önemli bir kesimi, bütün bölgeyi tutuşturacak başka bir sorun karşısında savaş yanlısıdır. Kıbrıs'ta "hemen çözüm" isteyenler, diğer taraftan Irak'a yönelik Amerikan saldırısını desteklemektedirler. Üstelik saldırıyı desteklemekle de kalmayıp, Türkiye'nin Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) yanında savaşa girmesinden de yanadırlar.
Kısaca "ver kurtulcu" diye bilinen aynı çevreler ekonomide özelleştirmecidir, ultra-liberaldir ve kamucu/toplumcu her türden projeye karşıdır. Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğini ve bir savaş hükümetine dönüşmek üzere olan Ak Parti yönetimini, "sivil toplumcu hassasiyetlerle" tuhaf şekilde desteklemektedirler.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama gerek yok. İşaret etmek isteğim şey; siyasette güçlerin aktüel dizilişinde bir sorun olduğudur; doğru bir değerlendirme yapabilmek için daha bütünlüklü bir bakışa ihtiyacımız olduğunu vurgulamaktır; klişe tezlere, çözüm önerilerine kuşkuyla yaklaşmaktır.
Statükocular gerçekte kimdir?
Diğer taraftan, Kıbrıs'ta Annan planının gerçek bir çözüm getirmediğini, adil olmadığını, orta ve uzun vadede Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarına zarar verecek sonuçlar yaratacağını söyleyenler ise, kendi içinde çeşitli bölümlere ayrılmaktadır. Yine bu kesimi de tasnif edebilmek için başka konulardaki tutumlarına bakmak gerekmektedir. Çünkü, bu kanat içinde yer alanların önemli bir kesimi, devletin geleneksel politikalarının taşıyıcılarıdır. Sola doğru açılan bir kanadı olduğu gibi, sağ ucunda ülkücülere kadar uzanan geniş bir yelpazedir.
Örneğin; Kıbrıs konusunda resmi tezlere yakın ya da paralel bir tutum içinde olanların önemli bir kesimi, Irak'ta savaşa ve Amerikan saldırganlığına karşıdır. Irak halkıyla açık bir dayanışma göstermektedirler. Bu çevreler iktisadi görüşleri bakımından halkçı, yer yer toplumcu bir çizgiye sahiptir. Yine aynı tutumun doğal bir sonucu olarak bu kesim, özelleştirmeye şiddetle karşıdır ve AB üyeliğinden yana değildir. Buna karşın, Kıbrıs'ta mevcut durumun devamından yana olan, ancak özelleştirmeci ve AB'ci olan kesimlerde bulunmaktadır.
Sol Kıbrıs'ta ne diyor?
Bütün bu kargaşanın nedenlerinden biri de solun Kıbrıs konusundaki politikasızlığıdır. Daha da kötüsü, solun uzunca bir süredir ülkeyi ve toplumu bölen, tarihsel derinliği bulunun güncel olay ve gelişmeler konusunda fikir, proje ve politika üretme yeteneğini uzunca süre yitirmesidir.
Sosyalist sol Kıbrıs konusunda ne demektedir bu belli değildir. Kuşkusuz solun geçmişinden, kendi tarihinden devraldığı tezler vardır ve bu görüşler bugünlerde de yer yer tekrarlanmaktadır. Ancak, olaylar son derece hızlanmakta, gözümüzün önünde tarih yapılmaktadır. Her tarihsel altüst oluştan sonra yaşandığı gibi, Soğuk Savaş sonrasında da dünya, dönemin hegemonik gücü ya da güçleri tarafından yeniden yapılandırılmakta, haritalar yeniden çizilmektedir. Dolayısıyla, Soğuk Savaş döneminden devralınan bütün sorunlar; yeni dengelere, ihtiyaçlara ve güç ilişkilerine göre ya çözülecek ya da yeni bir karakter kazanacaktır.
Hal böyleyken, toplum hayatındaki, siyasetteki, kültürel vb. alanlardaki iddialarını -en azından teorik düzeyde- sürdüren sol, bütün bu olup bitenler karşısında somut politikalara sahip değildir. Örneğin sol, Annan planına karşı mıdır? Değilse neden? 1963 statükosuna (yani 1974 öncesine) dönüşten mi yanadır? Böyleyse gerekçeleri nedir?
Bu sorular uzatılabilir.
Ancak, ortada daha önemli bir sorun vardır; solun politikalarını belirleyen geleneksel refleksi!. Örneğin; resmi tezlere karşı olan her proje, plan ya da politika doğrudur gibi bir yaklaşım egemendir sola. Çoğu kez durum gerçekten de böyledir ama, bu kolaycı tutum, açıktır ki, yeterli bir parametre değildir.
Liberalizm bozuyor
Sol bakımından resmi tezlerin ve Türk milliyetçiliğinin karşısında olmak doğrudur. Ama, aynı ölçüde Yunanistan milliyetçiliğine de karşı olmak gereklidir. Türkiye'nin sol entelijensiyası garip bir tutumla, bu olguyu ıskalamaktadır. Ümitsiz bir aşk yaşamaktadır. Ortada bir değil iki devlet, bir değil iki milliyetçilik vardır. Kıbrıs'ta iki kesim arasında kardeşlik ilişkilerini yeniden tesis edecek; bu arada Türk toplumunun da çıkarlarını, hakkını ve hukukunu gözeten adil ve onurlu bir çözümden yana olmak gereklidir. Değilse, Türk milliyetçiliğinden kaçış, Yunanistan milliyetçiliğinin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Sorun şuradadır; sol kendi siyasetini güncel gelişmelere bağlı olarak yeniden üretmekte zorlanmaktadır. Durum böyle olduğu için Kıbrıs sorununda da taraflardan birine eklemlenmek zorunda kalmaktadır. Oysa yapılması gereken şey, Türkiye ve Yunanistan'ın milliyetçi ve yayılmacı politikalarının karşısına kendi politikalarıyla ve çözüm önerileriyle çıkmaktır. Emperyalist Batı'dan gelen "çözüm önerilerine" kuşkuyla yaklaşmak ve bölge halklarının kardeşlik ilişkilerini geliştirecek ortak çıkar ve politikaları saptamaktır. Bu konuda Yunanistan ve Kıbrıs soluyla ortak hareket etmenin koşullarını oluşturmaktır.
Sağın edepsizliği
Hükümet değişikliğiyle sonuçlanan genel seçimlerin tozu dumanı dağıldıkça, siyasetteki netleşme daha da belirginleşmektedir. Gerçekte, Soğuk Savaş artığı bir oluşum olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) kimliği, siyasetteki çatışmanın şiddetine göre daha bir açıklık kazanmaktadır. AKP, temsil ettiği gelenek itibarıyla, Soğuk Savaş dönemindeki pozisyonunu koruyor. "Ortak bir gelecek projesi" peşinde koşanlara duyurulur!
AKP Genel Başkanı Erdoğan, Rauf Denktaş'ın Kıbrıs'la ilgili olarak "Milli davadan vaz mı geçiliyor?" geçiliyor şeklindeki sorusuna, ne alakası varsa şöyle yanıt veriyor:
"Kıbrıs milli bir davadır ve bu dava kişiye indirgenemez. Eskinin komünist militanları şimdi karşımıza millici oldu çıktılar." (Cumhuriyet-Milliyet, 29 Ocak 2003)
İşte böyle! Sıkışınca, hemen eski retorik devreye giriyor. Böylece devletin derinliklerine işaret verilmeye kalkışılıyor. Özetle; NATO'ya, ABD emperyalizmine, 6.Filo'ya karşı mücadele eden, gösteriler yapan, miting düzenleyen devrimci gençliğin üzerine 1969'da camilerden çıkıp saldıranlar eski pozisyonlarını koruyorlar. Ancak, komik durumdalar. Ya Soğuk Savaş'ın bittiğinin farkında değiller ya da son bir hamle ile düzenin muhafızlarıyla paylaştıkları ortak tarihe iltica etmeye çalışıyorlar.
Tarih sosyal bilimlerin en önemli alanıdır; sadece bugünü anlamamızı sağlamaz, geleceği de aydınlatır. Bu bağlamda kısa bir hatırlatmada yarar var: Bugünün Başbakanı Abdullah Gül, devrimci gençliğe yönelik İslami renkli saldırıların, yaygın olduğu 12 Mart öncesinde, Milli Türk Talebe Birliği'nin (MTTB) bir dönem İstanbul Bölge Başkanlığı'nı yapmıştır. Ve aynı MTTB, gerçekte bir gayri nizami harp (kontrgerilla) örgütlenmesi olan Komünizmle Mücadele Dernekleri (KMD) ile paralel çalışan bir kuruluştur. Özetle, Erdoğan'ın, "yine komünistler" lafı o kadar temelsiz değildir.
Milli irade ve Ülsever şirretliği
Sağın edepsizliğinin ve şımarıklığının başka, ama yine tipik bir örneği de "milli irade" kavramı ile kutsanan "çoğunluk" edebiyatıdır. Bunun son örneğini, 29 Ocak 2003 tarihli Hürriyet gazetesinde Cüneyt Ülsever sergiledi. Başkaları da var ama, Ülsever bu familyanın en ve en liberal kanadından olduğu için önemli. Kendisi "Liberal Düşünce Topluluğu" isimli mümtaz bir kuruluşun üyesi. Ülsever Hürriyet'teki yazısında; savaşa karşı çıkanlardan, ABD'ye tutum alanlara, özelleştirmeye hayır diyenlerden Kıbrıs'ta Annan planını reddedenlere kadar uzanan kesimlerin, seçimlerde yüzde 1-2 oranında oy aldığını, dolayısıyla onların artık bu konularda karar süreçlerini etkileme haklarının kalmadığını belirtiyor. Evet, size söz söylemek düşmez, "sesinizi kesin artık" demek istiyor. Evet tam bunları söylüyor.
Demokrat Parti (DP) de demokrasiyi aynen böyle yorumlamış ve ülkede bir çoğunluk diktatörlüğü kurmuştu. Hapishaneler gazetecilerle, öğrencilerle, aydınlarla doldurulmuştu. Öyle ya, ölçü sandıktı. Doğrular ve yanlışları belirleyecek yer orasıydı! Bir kere çoğunluğu ele geçirdiniz mi herşeyi yapardınız. Oysa sandık, doğru ya da yanlışı değil, en kaba değerlendirmeyle söylersek eğer, sadece siyasal tercihleri belirler. İnsanlar, belli tarihsel koşullarda yanlış olanı da seçebilirler; Hitler ve Naziler gibi. Serbest tartışma ortamı, baskı grupları, dernekler, meslek örgütleri, partiler, basın vb. bunun için vardır. Burjuva demokrasilerinin bile ölçüsü, azınlıkta olanların haklarını ve hukuklarını garanti etmektir. Bu tutum Türk sağının tipik şirretliğidir.
Sevsinler böyle liberalleri!
* Kuşkusuz, Kıbrıs'ta Annan planını destekledikleri halde savaşa, ya da daha doğru bir deyimle emperyalist saldırıya karşı çıkanlar elbette var. Onlara haksızlık etmek istemem. Benim işaret etmek istediğim kesimler, daha çok, Türkiye'de kamuoyu yapıcılar diyebileceğimiz büyük medya mensupları, karar vericiler ve yüksek siyaset analındaki bir kesimlerdir. (BB)