Ancak Kıbrıs düğümünü çözmek için toplanacak Camp David biçimi bir konferansın hem kilidi hem de anahtarı Türkiye'nin 3 Ocak 2005 Pazartesi günü Avrupa Birliği (AB) ile müzakere sürecine başlamasıdır.
Kim ne derse desin son tahlilde Türkiye, Kıbrıs meselesini çözecekse AB ile müzakerelere başlamak için çözecek.
Kıbrıs'ta çözüm dinamiği tamamen AB perspektifiyle gündeme geldi ve eğer hem ada hem Türkiye AB adayı olmasalardı bugün çözümden söz edecek birileri pek bulunmazdı.
Sürecin başlaması ile Kıbrıs'ta bulunacak kalıcı çözümün arasındaki birebir ilişki bu iki konuyla ilgili her ülke ve kurum tarafından açıkça veya üstü kapalı olarak kabul edilmiş gibi gözüküyor.
AB Komisyonu Kasım 2003 İlerleme Raporunda bu ilişkiyi menfî olarak (çözümsüzlük üyeliğe zarar verir), AB Konseyi ise müspet olarak (çözüm üyeliği kolaylaştırabilir) kayda geçirmişlerdi. 3 Kasım 2002 seçimleri akabinde hükümet daha ilk Avrupa temaslarında bu ilişkiyi dile getirdi.
Bu nedenlerden dolayı konferansın biçimi, yeri ve arabulucu veya arabulucuların milliyeti ve siyasî ağırlığı en az hedefler kadar önemli.
Göstergeler bu Camp David'in ancak AB tarafıyla olabileceği, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) gayretkeşliğinin ve Başbakan danışmanları içinde ABD'ye olan bariz yatkınlığın ise fahiş hatalara sebebiyet vereceği yönünde.
Şubat 2004 itibariyle eldeki veriler ve parametreler
AB'nin Türkiye konusunda son sözü söyleyecek olan iki çekirdek ülkesi Almanya ve Fransa müzakerelere başlama konusunda Türkiye'nin attığı tüm yasal adımlara rağmen kesin bir tavır almış değiller.
Almanya'dan gelen sinyaller olabildiği kadar müspet ise de Fransa'nın Türkiye için öngördüğü en ileri konum özel statü. 21 Mart'ta yapılacak yerel seçimlerde aşırı sağ (Le Pen) ve aşırı solun oy patlaması yapacağı konusunda herkes hemfikir.
Bu iki cenah farklı nedenlerden Türkiye'nin üyeliğine karşı. Hükümetin Parlamentodaki desteğini oluşturan iki muhafazakar parti içinde de Türkiye'yi istemeyenler ezici çoğunluğa sahip. Tüm bu unsurlar kamuoyu destekleriyle, son kararı verecek olan Cumhurbaşkanı Chirac'ı Türkiye'nin üyeliği konusunda sıkıştırıyorlar.
İlaveten, 13 Haziran'da yapılacak Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde sadece Fransa'da değil tüm 25 ülkede büyük olasılıkla "Avrupakuşkucu" partiler önemli skorlar elde edecekler. Genişlemeye zaten alerjik olan Avrupalı seçmen, sosyal politikalarda sürekli kısıtlamaya giden hükümetlere olan tepkisini Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde dile getirecek.
Bu siyasî gerilim hattı aday Türkiye'nin işini kolaylaştırmıyor. Aralık geldiğinde Kopenhag Siyasî Kriteri'ne uyum ve uygulamada kolaylıkla bulunabilecek eksikler müzakerelerin başlatılmaması için bahane oluşturabilir.
Hatta siyasî uyum eksiksiz dahi olsa özellikle Fransa'nın vereceği kararın bugün itibariyle hiç müspet çıkma garantisi yok. Pekala Türkiye'nin üyeliğinde bu denli menfî bir konumda olan AB açısından Kıbrıs'ın ne önemi var ve bilakis çözümsüzlük Türkiye'ye gönülsüz olan AB'nin işine gelmiyor mu diye sorulabilir.
Bu soruların cevabı 1 Mayıs 2004 itibariyle tüm diğer sorunlarına ilaveten bölünmüş bir adanın üyeliğiyle içinden çıkılmaz bir problem ithal edecek olan AB'nin bu yeni durumu Türkiye ile olan ilişkilerinde ne kadar sorun olarak algıladığıdır.
Bölünmüş adanın üyeliği kuşkusuz başta Yunanistan olmak üzere tüm AB ülkelerinin Türkiye ilişkilerini değişik boyutlarda etkileyecek niteliktedir. Eğer bu algılama gerçek değilse zaten ne Kıbrıs çözülür ne de AB ile müzakere başlar. İkinci bilinmeyen ise AB'nin Kıbrıs'ta çözüme karşılık müzakereleri başlatıp başlatmayacağıdır. Bu da zaten Türkiye'nin ana müzakere pozisyonudur.
Meselenin Türkiye tarafından görünüşü ise, tüm pembe beyanatlara rağmen fevkalade girift. Ankara şimdilik kendi kendine gelin güvey oluyor. Yapılan çalışmalardan, talep edilecek olan değişiklerden belki bir nebze ABD'nin haberi var ama esas muhatapların, yani Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan ve AB'nin haberi yok.
Kaldı ki çalışmalar yeni başlamış durumda ve Başbakan "Annan Planı'ndan daha basit bir metin üzerinde konuşalım" derken bu son derece karmaşık metnin baştan aşağıya gözden geçirilmesinin 1 Mayıs'a dek mümkün olmadığını bir bakıma itiraf ediyor.
Neye evet deniyor?
Her yetkili Türkiye'nin artık tek ağızdan konuştuğunu ve bir ağızdan "evet" dediğini söylüyor. Ama neye evet denildiği belli değil. Annan Planı sadece referans alınacak diyenler var, Annan Planı'nı telaffuz dahi etmeyenler var, Annan Planı üzerinde değişiklik yapılsın diyenler var, eğer değişikliklerde anlaşma olmazsa Yunan/Rum tarafı da aynı önkoşulu kabul ettiği takdirde boşlukları genel Sekreter doldursun diyenler var, anlaşma olmadan referandum olmaz diyenler var, olsun diyenler var.
Birbirleriyle özünde çelişen bu beyan ve görüşler meselenin çözümü konusunda Türkiye'den verilmeye çalışılan birlik ve beraberlik görüntüsüne rağmen ortada somut bir durumun olmadığına işaret ediyor. Sanki Başbakan'ın Beyaz Saray ziyareti vesilesiyle ABD'nin duymak istediği mesajlar verilmek isteniyor.
Nitekim Denktaş çizgisinde bulunan sivil ve askerî bürokrasi içindeki statükocu güçlerin Ankara'da yapılan iki üç toplantı sonucunda dünden bugüne tavırlarını değiştirdiklerini düşünmek Türkiye'yi hiç tanımamak demektir. Kıbrıs'ta çözüm ve AB ile müzakere ilişkisini o cenah da kuruyor, ama tersten kuruyor:
Türkiye'nin AB ile bütünleşmesini istemeyenler bugün artık Kıbrıs'ta çözümsüzlük ve statükoyu devam ettirme azmiyle son kozlarını oynuyorlar. Hükümet tüm iyi niyetine rağmen devletin tepesindeki zıt kutupları tek başına kendi çözüm iradesi etrafında birleştiremez.
Bu aşamada artık bir dış ivmeye ihtiyaç var. Ancak bu ivmenin, hükümetin baş etmek zorunda olduğu statükocu güçleri, toplumu arkasına alarak etkisizleştirecek ağırlıkta ve içerikte olması gerekiyor.
Konferanstan sonra statükocu güçlerin "Kıbrıs'ı verdiniz, karşılığında hiçbir şey elde edemediniz" sloganıyla ortaya çıkmalarını toplum nezdinde engelleyecek ağırlıkta bir perspektif çıkması gerekiyor.
ABD bu ağırlık olabilir, o perspektifi verebilir mi?
ABD desteği yarar değil zarar verir
ABD, Irak saldırısı sonucunda dünya çapında prestij kaybına uğradı. Prestijini kazanmak için bir süredir dünyanın değişik bölgelerinde kronikleşmiş siyasî ve askerî anlaşmazlıkların çözümü amacıyla son derece aktif ve ısrarcı bir rol üstlenmiş durumda.
Sudan'ın Hıristiyan güneyiyle Müslüman Hartum hükümeti arasında onyıllardır süregelen iç savaşın sona erdirilmesi için, 1948'den bu yana süren Keşmir meselesinde odaklaşan Hindistan ile Pakistan arasında barış müzakerelerinin başlatılması için ve gündemden düşmüş ancak çözülmemiş birçok başka sorunun çözümü için sarf ettiği çabaları bu yönde değerlendirmek mümkün.
Keza Kıbrıs meselesini de bu çerçeveye oturtmak ve ABD'nin son aylardaki gayretkeşliğini bu veriler ışığında değerlendirmek mümkün. Ancak ABD'nin Kıbrıs meselesinin çözüme kavuşturulması için verdiği destek ve teşvikleri değerlendirirken esas hedef olan AB üyelik müzakerelerinin başlamasını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Zira ABD'nin TSK'ya (Türk Silahlı Kuvvetleri) verilecek askerî güvencenin dışında Kıbrıs'ın çözümü karşılığında Türkiye'ye vereceği hiçbir şey yoktur.
Eğer bazı yetkililerin dile getirdiği gibi ABD aracılığıyla Kıbrıs'ta bulunacak çözüm sonrasında ABD'den AB'ye Türkiye ile müzakereleri başlatması için baskı yapması yönünde bir plan varsa bunun hüsranla sonuçlanacağını bilmek gerekiyor. ABD Türkiye konusunda AB'ye 1996'den beri baskı yapıyor.
Aralık 1997'de Lüksemburg'da sonuç vermeyen baskılar, Aralık 1999'da Helsinki'de sonuç vermiş addedilse de adaylık kararının önce Avrupa'dan kaynaklandığını unutmamak gerekiyor. Aralık 2002'de Kopenhag'da ise telkinler geri tepdiydi. Irak savaşını Avrupa'nın tüm muhalefetine rağmen gerçekleştirmiş, üstelik Kasım ayındaki seçimden yenik çıkabilecek ABD yönetiminin AB'ye, hele Türkiye'nin AB'ye üyeliği gibi nazik ve tartışmalı bir konuda hiçbir surette baskı yapma marjı yoktur.
Dolayısıyla akl-ı selim AB'nin kanatları altında toplanacak ve bütün ilgili tarafları bir araya getirecek Camp David tipi bir konferansı işaret ediyor. Çözüm ile AB ilişkisini daima arka fonda tutacak olan bu yaklaşım Türkiye açısından içeride çözüm ve değişim istemeyenlere karşı, dışarıda da AB üyeliği hedefinde muazzam bir teşvik niteliğinde cereyan edecektir.
Üstelik bu yolla Kıbrıs'ta bulunacak çözüm, AB damgasını taşıyacağından siyasî uyum ve uygulamadaki diğer tıkanmalara da ivme kazandırabilir. Konferans her fırsatta Avrupa'nın Kıbrıs meselesinin hallinde daha aktif rol almasını talep eden Yunanistan açısından da çok anlamlı olur.
AB açısından ise, Kıbrıs'ta çözümün önünü açacak bir girişimin başını çekmesi, Birlik'in dünya meselelerinin çözümünde savunduğu ve 2003 sonunda İran'ın nükleer sanayiini uluslararası denetime açmasını sağlayan barışçı ve uzlaşmacı tarzın kuvvetli bir örneğini daha oluşturur.
Eğer bu yolla Türkiye'nin üyelik yolu da açılırsa -ki hedef odur- AB 2005 yılına bu yılbaşındaki ezikliğini unutturacak bir başarıyla girmiş olacak.
AB'nin Camp David'ini Hollanda üstlenmeli
Bugün bulunduğumuz noktada ve bütün parametreleri göz önüne aldığımız zaman yapılması düşünülen konferansın tarafsız bir merci tarafından değil bilakis siyasî ağırlığı ve yaptırım gücü olan bir merci tarafından yönetilmesi gerekiyor.
Bu anlamda Yunanistan'ın hem BM'nin arabuluculuğunun devam etmesini hem AB'nin çözüm sürecinde daha aktif davranmasını istemesi çelişkidir. BM konu üzerindeki tecrübesiyle şüphesiz masada yerini almalıdır, bilgi ve birikimi kullanılmalıdır.
Ancak ağırlık noktası bugüne kadar meselenin çözümünü hep BM'ye ihale etmeyi yeğlemiş olan AB'de olmalıdır. Bu çerçevede 1 Temmuz itibariyle AB dönem başkanı olacak Hollanda bu konferans için en uygun ülke konumunda. Hollanda'nın bir önceki Başbakanı, sosyal demokrat Wim Kok da başkanlık edecek en uygun isim.
Türkiye'nin, yıl sonunda verilecek kararda Hollanda'nın arabuluculuğuna her halükarda ihtiyacı olacak. Maastricht ve Amsterdam Antlaşmalarını kendi dönem başkanlıkları esnasında kotarmayı başarmış, AB'nin kurucu üyesi Hollanda pazarlıkta son derece deneyimli bir ülke.
İnanmış Avrupacı olmalarına rağmen Felemenkler ABD'ye de her daim yakın oldular. Ülkenin bir diğer avantajı Dışişleri Bakanı, deneyimli politikacı Ben Bot'un Türkiye'nin üyeliğinin önemini kavramış olması.
Türkiye'nin, Aralık ayında verilecek kararı lehine çıkarttırmak için, hükümeti ve sivil toplumuyla önümüzdeki on ay boyunca yapması gereken birçok iş arasında en fazla ses getirecek olan kuşkusuz Kıbrıs'ın çözümü olacak. Bu fırsatı çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. (CA/NM)
* Dr. Cengiz Aktar, GSÜ öğretim üyesi