Çünkü Türkiye, bu savaş olasılığına sadece ABD bağımlılığıyla değil, aynı zamanda kendi konum ve talepleriyle müdahildir. Nitekim komşu Kürtlerin devletleşmesini savaş nedeni ilan eden ve oradaki siyasal gelişmeleri askeri yollarla kontrol etmeye çalışan politikası, onun ABD ile yaşadığı anlaşmazlıkta da belirleyici bir rol oynamaktadır.
Halen kendiyle yetinmesini engelleyen Osmanlıcı ve Türkçü hayalleri yanı sıra kendi çok kimlikli gerçekliğiyle barışık yaşamaması, Türkiye'nin Irak konusunda temel handikaplarını oluşturmaktadır.
Yayılmacılık ve militarizm
Bunları aşamaması halinde demokratikleşmesinin imkansızlığı bir yana yayılmacı ve militarist savrulmalardan kendini koruması da olanaksızdır. Nitekim savaş tartışmalarında bunun somut yansımaları ile karşı karşıyayız.
Kendi Kürt sorununu ezmekte ısrar eden bir Türkiye'nin, Irak Kürtlerinin devletleşmesini kendi geleceğine bir tehdit olarak algılaması, dolayısıyla bir savaş sorunu olarak yaşaması kaçınılmazlaşıyor.
Bu da tıpkı ABD'nin Irak özgülünde gerçekleştirdiği "önleyici vuruşun" bir prototipini kendi "arka bahçesinde" denemeye yönelmesi demektir.
12 Eylül Anayasası'nın da gerisine
Oysa böylesi bir yönelim, sadece uluslar arası hukuk açısından değil kendi hukukumuz açısından da gayrı meşru. Nitekim 92. madde bunu açıkça yasaklıyor. Ama ne yazık ki sorunlarımızı çözme iradesinden yoksunluk, bizi 12 Eylül Anayasasının bile gerisine sürüklüyor. .
Bu noktada sorun sadece basit bir hukuk ihlali olmayıp ciddi bir Kürt-Türk savaşı riskini barındırmaktadır. Bunun sorumlusu ise, her halükarda dış müdahaleyi yapan olacaktır.
Risk almak ancak kendi meşru topraklarına ve vatandaşlarına yönelik saldırı durumunda kabul edilebilir.Oysa halen ne topraklarımıza ne vatandaşlarımıza bir saldırı söz konusu değildir.
Meşru zemin!
Dolayısıyla Irak'a müdahale için meşru bir zemin yoktur. Meşruiyet dayanağı olarak geriye ABD'nin kullandığı "önleyici vuruş" stratejisi kalıyor, ki bizim olası bir Irak harekatımızın meşruiyeti, ABD'nin Irak saldırısının meşruiyeti kadardır. Böylesi bir olasılıkta bizim dünya çapında ödeyeceğimiz faturanın çok daha ağır olacağı da cabası.
Bu noktada ABD müdahalesine karşı çıkarken Türkiye'nin Irak'a müdahalesini savunanların içsel tutarsızlıklarına da işaret edilmelidir. Her şey bir yana, olası bir Kürt devletleşmesini, askeri yolla engellemenin, BM hukukunu alenen ihlal etmek olacağı açıktır.
Bunun diyelim ki, "Bağdat'ın zımni muvafakati alınarak yapılması" (Mümtaz Soysal) halinde bile en küçük bir meşruiyeti olmayacaktır.
Bu durumu ne solcu bir geçmiş ne anti Amerikan duruş ne de anayasa profesörlüğü değiştiremez; izan yeterlidir. Esasen bu "önleyici müdahale" anlayışının, "suçu" ortadan kaldırmak gerekçesiyle işkenceyi savunmak gibi bir şey olduğu, dahası muhatabının kitleselliği oranında ondan çok daha büyük bir insanlık suçu olacağı da açıktır.
Irak'ta Ne Yapmaya Çalışıyoruz?
Halen Irak özgülünde izlenen siyasetin tutarlı bir açıklamasını yapabilmek olanaksızdır. Bir yandan Irak'ı parçalamaya çalışan ABD ile işbirliği yapıp diğer yandan Irak'ın bütünlüğünü korumak için askeri müdahaleyi savunuyoruz.
Bir avuç Türkmeni güçlendirmeye ve kurucu unsur yapmaya çalışırken, Irak'ın asli unsuru olan Kürtleri bu konumdan çıkarmaya ve anti demokratik Irak'taki konumundan bile geriye itelemeye çalışıyoruz.
Bu arada Türkmenlerin haklarını savunuyormuş görünürken, hak ve özgürlüklerinin gereği olarak Kürt Parlamentosunda yer alışlarını, Onu meşrulaştırmasınlar diye engelleyip, kendi devlet çıkarlarımız için can güvenliklerini riske atıyoruz. Ve bunların üzerine Kürtleri iktidarsızlaştıracağımız bir Irak'a garantör olmaya çalışıyoruz.
Türkiye çıkamayacak
Tüm bu politikalarıyla Türkiye, Irak'ın demokratikleşmesini engellemek bir yana kendi demokratikleşebilmesinin önünü daha da kapatmış olacaktır. Dahası, bir kere Irak'a girdikten sonra geri çekilmek de, söz konusu çözümsüzlük politikasıyla olanaksız olacaktır. ABD vurup düzenledikten sonra çıkacaktır, ama Türkiye çıkamayacaktır.
Nitekim halen mevcut 20 bin askerini bile geri çekememektedir. Hele ki orada bir askerimizin ölmesi halinde bu iş daha da olanaksızlaşacak, Iraktaki Kürt toprakları, Türkiye'nin demokratikleşme olasılıklarını da boğan tam bir bataklığa dönüşecektir.
Türkiye'nin savaş politikası halen ne yapıp edip Kürtlerin devletleşmesinin engellenmesi gibi negatif bir temelde biçimleniyor. Şimdilik güç dengeleri sayesinde bunu sağlıyor; ancak bu politikanın ufku, çözüm üretme yeteneği ve dünyanın gelişme eğilimleriyle bağı bulunmamaktadır.
"Kürt devleti" ve savaş gerekçesi
Savunulan statükonun bütünüyle anti demokratik olduğu, aşiret diye küçümsediğimiz Kürtlerin, Türkmen ve Süryanilerin haklarını içeren demokrasisinin bile gerisine düşen bir konum sergilediği açık. Kaldı ki kuzey Irak'ta bir "Kürt Devleti" kurulması olasılığının, devletler hukuku açısından Türkiye'nin bu savaşa katılmasına gerekçe olamayacağı da açık.
Çünkü Kürtlerin Kuzey Irak'ta bir devlet kurup kurmayacakları sorunu Türkiye'nin değil Irak'ta yaşayan Kürtler'in ve Irak halklarının kendi kaderleriyle ilgilidir. Bu olasılık karşısında TC'nin alabileceği biricik meşru tutum, Türkiye'de yaşayan Kürtler'in hak ve özgürlüklerine yönelik bir dizi demokratik düzenleme olabilir.
Aziz Nesin'in, "Bulgaristan'da Türkler Türkiye'de Kürtler" şeklindeki analojisinde de özlü olarak ifade ettiği gibi artık Türkiye, hiç olmazsa Irak ve Bulgar Türklerinin haklarını kendi Kürtlerine çok gören ve bunu sonucu komşulardaki gelişmeleri savaş önlemleriyle karşılayan konumdan vazgeçmelidir.
Mazeretler ve Tutarsızlıklar
Bu noktada BM'in, sınırların değiştirilmezliğini öngören 2(4). Maddesi gerekçe gösterilerek ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı duruş gerekçelendirilemez.
Bunu özellikle bizim yapmamız daha da komik; çünkü resmi bilincimiz, Irak sınırlarının İngilizlerce suni olarak çizildiği şeklinde biçimlenmektedir. Dolayısıyla gelinen noktada düşülen pozisyon, kendi çözümsüzlüğünün diyeti olarak bu suni sınırların savaş pahasına koruyuculuğu olmaktadır.
Kürtlerin " feodal önderlikler " peşinde gittiği gerekçesiyle ulusal realiteleri ve haklarını tanımamanın gerekçelendirilmesi de aynı şekilde, kendimizden ve Saddam'dan başkasını ikna etmeyecek bir yaklaşım. Irak'ın parçalanması halinde, Musul'un Irak'a bırakıldığı Haziran 1926 Ankara Antlaşması'nın feshi, dolayısıyla oradaki "haklarımızın" meşru hale geleceği iddiası da aynı oranda mesnetsiz.
Korku yerine sevinç
Herşeyden önce oranın bize at olduğu iddiasının, TC Osmanlı ile özdeşleştirilmeyecekse, cumhuriyet ve ulusal devlet mantığı içinde gerekçelendirilmesi olanaksızdır.
Komşunun, bizimkilerin yarısından az Kürtleri devletleşince bizdekilerin de bu doğal hayale sürüklenebileceği korkusu, halen devletin Kürt politikasını belirleyen başlıca faktör olmaktadır.
Oysa bu korkunun sorunlu karakteri bir yana, aşılması da sanılandan kolaydır: Kendi Kürtlerini tanıyan, onların kimliklerinden kaynaklı haklarını kabullenen, onları kurucu ve eşit haklı yurttaşları olarak gören, anayasal konseptini bu evrensel ve demokratik kurala göre değiştiren bir Türkiye'nin, Irak Kürtlerinin devletleşmesinden korkmak yerine, bu gelişmeden sevinç üretebileceği açıktır.
Çünkü kendinin en büyük ikinci parçasının, geçmişte suni olarak ve zoraki kendinden koparılmış parçasının haklarına kavuşmasıdır söz konusu olan.
Amasya tamimi
Üstelik böyle bir çözüm için tarihsel dayanaklarımız olduğu da anımsanmalıdır. Nitekim İ. İnönü'nün, Lozan görüşmelerinde Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak bulunduğunu belirtmesi, Amasya Tamiminin, kendi meşruiyetini, "Biz Türkler ve Kürtler olarak" kurduğu anımsansın. Bunun gerektirdiği yükümlülük ise açıktır; Türklerin, Kürtlerin ve herkesin cumhuriyeti olmak, birlikteliği inkar politikalarından arındırmak...
Dolayısıyla 2000'lerin dünyasında Musul üzerinde hakkı olduğunu düşünebilmek
için Cumhuriyetin Türkçü konseptini değiştirmesi ve kendi Kürtlerinin anayasal vatandaşlık bağlamında eşit haklarını tanımakla işe başlamak gerekmektedir. Bu politika, Türkiye'nin hem bölgede hem de dünyada elini güçlendirecek, Kürt Türk kardeşliğini gerçekleştirecek, belki de gönüllü birlikteliği getirecek biricik demokratik tavırdır.
Oysa bunu yapmayan Türkiye kendi demokratikleşmesini de engellemektedir. Demokratikleşememenin sonuçlarını ise, halen dünya insani gelişme sıralamasında 85. sıraya düşerek, ekonomik kalkınmamızı bir türlü sağlayamayarak ödüyoruz. (EA/EK)