Biliyorum kolay değil. Ama başlamak hep zordur. Ve barış sahiden adaleti şiar edinmeli. Adalet yoksa, savaş için akılcı her zaman nedenler olmasa da, düşman olarak seçileni öldürmek için nedenler ileri sürülebilir. Her zaman sosyal adaletsizliğe karşı savaşılmalıdır. Belki de bu yolda ilk adım idam cezasının varlığına karşı atılmalıdır.
Benim ülkemde, yeni Başkan Néstor Carlos Kirchner 28 yıllık bir çabadan sonra nihayet "Cezasızlık Yasaları"nı yürürlükten kaldırdı.
İnsanlık tarihi bize, ekonomik açıdan güçlü olan sınıfın bedenlerinin bu güce sahip olmayanların bedenlerini acı verecek şekilde ticarete alet ettiklerini gösteriyor.
Bedenlerin tutsaklığı! Benim ülkemde, bir anne silahlı kuvvetlerin kaçırdığı kızını arıyor. Araştırma mahkemeye kadar uzanıyor, orada bir yargıç anneye bir kavanoz içinde "kızının" kesik ellerini veriyor.
Yüreği paramparça anne ellerin sevgili varlığının bedenine ait olmadığından emin, elleri kabul etmiyor ve kızının bedenin verilmesinde ısrar ediyor. Yargıç silahlı kuvvetlerin bedeni kapalı bir kutu içinde vermeyi kabul ettiğini, ama hiçbir nedenle kutuyu açamayacağı yanıtını veriyor.
Anne ısrar ediyor: "Sivil bir adli tıp uzmanının cesedi tanımasını istiyorum."
Kabul etmiyorlar. İsteğini yineliyor. Yeniden yargıç geliyor, kadına böyle bir şeye izin verilmeyeceğini anlatmaya çalışıyor. Yargıç, yargıçlığın omuzlarına yüklediği sorumluluktan, despot yönetimin keyfi emirlerine uyma zorunluluğundan söz ediyor.
Anne hemen orada Silahlı Kuvvetleri kızının cesedini tutma suçuyla yargıya başvurmak için zabıt tutulmasını istiyor. Kadın üzerine düşeni yapıyor, yasalara baş vuruyor, habeas corpus hakkını kullanıyor, yani bedenin var olduğunu doğrulamak istiyor.
Yanıt: yeni kayıplar
Yanıt gecikmiyor. Aynı aileden altı kişi daha "kayboluyor". Ama bedenler kaybedilebilir mi? Arjantin'de 30 bin kayıp var, Lübnan'da da, bütün Latin Amerika'da da kayıplar var. Burada, Türkiye'de de, Cezayir'de de. Ne canlı, ne ölü, kayıp... Biliyoruz, beden kaybolmaz.
"Gözlerimi kapatsanız..." diye haykırıyor kadın: "güneş kaybolur mu?"
Yıllar geçtikçe yargı bedenlerin kaybolamayacağını kabul etmeye başladı."Ne canlı, ne ölü", diyorlar, ve insan hakları ihlaline yeni bir kavram getiriyorlar: Kayıplar!
Anne dayatıyor: "Kızımı ben doğurdum. Sizin tabirinizle 'kaybolduğu' güne dek yanımdaydı. Kızım gerçek, kaybolamaz. Nerede?"
Kaybolan bedenler toplumun yüreğine işliyor. Kaybın yasını tutmak çok zor, daha doğrusu mümkün değil diye düşünüyorum.
Kadın bedeninin inkarı
Arjantin'deki 1977-1983 cunta yıllarında siyasi tutukluların çok özel, başka bir kaygıları daha vardı: Kadın bedeninin inkarı
Kadınların gerçek bedenleri inkar ediliyor, işkence görüyordu. İspanyolca'da "cajeta" kutu, argoda da kadının cinsel organı anlamında bal kutusu demek.
Aynı sözcüğün türevleri olana "cajeteo" "cajetear" kadının cinsel organından söz etme anlamına geliyor. Bir yandan "inatla yaşama tutunma" anlamına gelse de aydınlar, işçiler hepsi "cajetean" yani bal kutusu sohbetlerine, yokluğuna duyulan özlemi gidermek için katılıyorlar.
Hıristiyanlığın ilk çağlarında da kadının kendisi değil cinsel organı kafaları sürekli meşgul ediyordu. Bedenin bir dili vardır; konuşur. Hastalık ruhsal olarak tanımlansa da beden de acı çeker, hastalanır. Acı, ıstırap, korku adrenalini artırır. Bütün sıkıntıları beden yüklenir.
Şeflerim Dr. Mauricio Goldemberg ve Valentin Varemblit sayesinde Lanus Kliniği, Psikopatoloji bölümünde Arjantin Psikoloji ve Psikiyatri Ekolu diye bilinen çalışmalara katılma şansı yakaladım.
Bu ekolün parolası "psikolojik sorunları olan herkesin hastaneye yatırılma hakkı vardır" idi.
Hastanede, Dr. Goldemberg'in önerisine uyularak, beden ihtiyaçları ne gerektiriyorsa ona göre davranılıyordu. Bütün teknikleri bir arada kullanıyorduk. Dr. Goldemberg'in iki oğlu "kaybedildi". Dr. Valadía kaçırıldı ve haince işkenceye uğradı. Uluslararası dayanışma sayesinde kurtarıldı.
Guatemalalı Sığınmacılar
Sığınmacılar volkanik zemin üzerinde yürüdükleri için genellikle ayakları paramparça geliyorlardı. Ayaklarında basit ama dayanıklı ayakkabılar vardı, kalın tekerlek lastiğinden tabanı ayağa bağlayan deri bantlı.
Uzun ve yorucu bir yürüyüştü, gece askerler duymasın diye sessizce yürüyorlardı. Çocuklar, ses etmesinler diye tavuklarının gagalarını tutuyorlardı. Bu yolculuk geride bıraktıklarını, onların başına gelenleri düşününce daha da acı verici oluyordu. Sürekli tehlike söz konusuydu.
Kötülükler ve zalimlikler insan bedeninde iz bırakır. Ama her acı ya da hoşluk daha önce yaşanmış benzeri deneyimleri de çağrıştırır. Travmayla başa çıkmak herkes için farklıdır.
Bellek nankör değil
Öte yandan, bellek de nankör değildir, hep kötü şeyleri kaydetmez, şefkati, korumayı vb. de hatırlar. Sadece ölümün temsil edecek biri yok, yani kendi ölümümüzü yaşamadık. Bunun şiddetle bir ilişkisi var mı? Oku atacak kadar yayı gerdiğimizin bilincinde miyiz? Sınır nerede?
"Söyleyecek bir şey yok" dediğimizde de böyle, bedenler konuşuyor. Eğer sözle ifade edilse, büyük olasılıkla daha çok çığlıklar duyulacaktır. Ve işte o zaman anı, büyük olasılıkla, başka olacaktır.
Yargı ortamından önemli biri tanıklıkları dinlemenin çok yorucu olduğunu, ki bir keresinde dinlenmek için birkaç dakikalık ara istemek zorunda kaldığını söylüyordu.
Bu anlar filme çekilirse bedenin kasılmaları, hareketleri kaydedilebiliyor.. Farkında olmadan yüzler geriliyor, yorgunluktan gözler ovuşturuluyor. İnsan çekimlerde görene dek böylesine gerildiğini bilmiyor. Bu nedenle de, büyük olasılıkla ilk onarma canlanma bedende yaşanıyor.
Ayağı hissetmek
Tanıklıkları dinleyen konuşanın acılarını kendi bedeninde duyuyor; tabii ki aynı yoğunlukta değil. Dinleyici duydukları karşısında ürperiyor.
Kimi zaman işkenceye maruz kalan işkenceci gibi görülür. Yani, dinleyen işkenceciyi değil de işkenceye maruz kalanı, yani anlatanı "düşmanı" olarak görüyor. Bu durum kimi zaman tedavi de başlangıçtır.
Salvadorlular ve Guatemalalılar ülkelerinden çıkıp sınırı geçmek, Meksika'ya sığınmak için günlerce yürüyorlardı. Bu durumda doğal olarak, ve bence iyi ki öyle, bedenin acı çeken yeri ayaklar oluyordu. Bedenler unutulunca akılcı düşünce de yok oluyor, acıyan "ayaklarımı" hissetmek, "bana" gerçeği doğrulamamda yardımcı oluyor: Onlar kendileri, varlar, kayıp değiller.
Bize gelen Guatemalalılardan bazılarının ayakları çok kötü durumdaydı, çok şişmişti, taşlardan, çalılardan yarılmıştı. O acı gerçekti ve vardı. Bedenlerindeydi, kaybolan öteki bedenlerde değil, biraz sonra bu ayakları sıcak suya koyacaklar, dezenfekte edileceklerdi.
Bedene dokunmak; "kurtarmak"
Konuşmanın olağan, gündelik bir havaya girdiğini görmek çok etkileyici. Artık, ılık suyun ayakları nasıl rahatlattığından, ayaklardan, ayak parmaklarından konuşuluyor. Ve, ayak parmakları oynamaya başlıyor.
Ayaklar sudan çıkınca kurulanıyor, masaj başlıyor. Bu hastalarla ilgilenen grubumuzda masaj yapmayı bilen kimse yoktu. Ama seve seve yaptılar. Masaj yaptığım bir adam "dizkapağımın üstüne dokunma" dedi, zaten biz de sadece ayaklarına masaj yapmayı düşünüyorduk, ama bu sözlerden sonra hepsine "nereye kadar" istediklerini sorduk.
Kadınlar diz üstüne de istiyorlardı. Erkekler sadece dize kadar... Yani beden cinselliğini kazanıyordu. Arkası nasıl gelirdi, bilmiyordum. Göçmenler uyuduktan sonra hemen bir toplanarak bir değerlendirme yaptık.
Bedenlere dokunmak, "kurtarmanın" ilk adımıydı. "Kurtarmak" diye niteledik, çünkü başka nasıl adlandırabileceğimizi bilemiyorduk.
Gömmeden bırakınca!
Baskıdan yılan kadınlar, her şeylerini kaybeden kadınlar bir evi sığınak haline getirilmişti.
Kadınlar masanın etrafında toplanıp konuşuyorlardı. Sadece, içlerinden biri tezgahının karşısına oturmuş, hiç ses etmeden örüyor, örüyordu. Kimse onun tam olarak ne zaman geldiğini hatırlamıyordu.
Ne ağlıyordu, ne konuşuyordu, sadece örgüsünü örüyordu. Bana tercümanlık eden bir kadınla birlikte yanına yaklaşıyorum. Bana da örmeyi öğretip öğretemeyeceğini soruyorum. Kenara çekiliyor, oturmam için yer açıyor.
Çok özel bir örücü. Ben de ipliği elime alıyorum, ilk ilmekleri doğru atıyorum. Sonra birden birkaç ilmek atlayarak işleri karıştırıyorum. Örücü kadın avaz avaz bağırıyor, ağlamaya başlıyor.
Bozulanı düzeltmek
Çevirmen beceriksizliğime kızdığı, işini bozduğum için bağırdığını söylüyor, kızgınlığını ağlayarak gösteriyor. Örgüsü bozuldu işte. Yeniden söküp düzeltiyor ve devam ediyor.
Ailesinin öldürülmesine tanık olmuş, korkunç bir sahne. Ondan başka ailesinden herkes ölmüş. Cesetleri orada öylece bırakmışlar. Kadını sürükleyerek kamyona bindirmişler, kamyonlarla başka bir yere götürülenler "gömmeden bırakıyorsunuz" "kim gömecek onları?" diye bağırıyorlarmış.
Şimdi her şeye yeniden başlayacaktı. Benim berbat ettiğim, bozduğum örgüyü yeniden düzeltmişti. Bu bozulan bir şeyi düzeltmekte ilk deneyimiydi. Başkalarının yıktığını düzeltmeye başlamak uzun sürecek bir çabanın ilk adımı. Bozulan örgüsünü düzeltmişti, insafsızca yıkılan duygusal yaşamına bu deneyimi nasıl taşıdığını bilmiyorum. Bir daha ondan haber alamadım.
Bütün yolların kapanınca, ne yaşam deneyimleri ne dil paylaşılmayınca, yüzlerimiz birbirine hiç benzemezken, kılıklarımız farklı olduğunda, birden anlarız ki hepimiz insanız.
Annelik
Annelik nasıl tanımlanabilir, tanımlanabilirse tabii ki? (Belki de cinsiyet ayrımının tek geçerli olduğu)
Kadının bedeninden ve durumlarından yola çıkarak toplumun bir şeyler anlatmak istediği sözcükler...
Çocukluğumda kuyuya yaklaştım. Kuyunun kenarlarının ötesinde ne olduğunu görmek istiyordum. Abanıyorum, kuyunun karanlık ve derin dibinde kendi imgemi görüyorum. Narsis'inki gibi yüzeyde bir imge değildi. Derinlerde, kuyunun uzun boşluğundan sonra görünen bir imge.
Narsis'in gölün yüzeyinde gördüğü imgeyle aynı şey değil derinlikteki imge. Oradan, aşağıdan yüzüm bana bakıyordu. Ve tabii ki korktum. Bu ben miydim? Sordum kendime.
Medeia: Annelik ve tutku.
Iokaste: Annelik ve politik erk.
Hekabe: Annelik ve temiz hesaplar
Annelik paradigmasını üç annenin adıyla anmak istiyorum: Medeia, Iokaste, Hekabe.
Hekabe, Thebai'de elli çocuğunu kaybeder. Ama Poydoros sağ kalmıştır, onu dost bir krala, bir zamanlar aranırken yardım ettiği Polymestor'a, oğlunu koruması için verir. Yani Polymestor'un Hekabe'ye ödenmemiş minnet borcu vardır.
Kraliçe, bu kadın, Truva'yı kaybetmeden önce bir kutu dolusu hazineyle oğlunu bu dost bildiği kişiye, onu geleceğin kralı olarak yetiştirsin diye verir.
Hekabe, savaşın galibi Agamemnon'un tutsaklarının arasında dinlenirken bir rüya görür, rüyasında oğlu Polydoros ölmüştür, cesedi denize atılmıştır.
Olay doğrulanır. Hekabe'nin acısı sonsuzdur. Katilden öç almaya yemin eder. Hekabe ülkeyi savunurken elli oğlunun ölümüyle bu on iki yaşındaki oğlunun öldürülmesi arasındaki farkı çok iyi bilmektedir. İntikamı korkunç olur. Galip gelenin karşısında küçük düşmek umurunda değildir. Onun için önemli olan adaletin yerine gelmesidir.
Hekabe tutsaklarla konuşur ve hepsi de anlarlar onu ve hak verirler. Acısını paylaşırlar, cezalandıracaklardır.
Bunun için Polymestor iki küçük oğluyla çadırına gelmesini sağlarlar. Bir bahane bulurlar, Troya'nın geri kalan hazinelerinin yerini söyleyeceklerdir kendisine.
Hekabe'nin küçük oğlunun katili Polymestor çadıra girer. Tutsaklar pohpohlayarak küçükleri elden ele geçirirler, bir yandan da Polymestor'u hem okşarlar hem silahlarını elinden alırlar, gözleri önünde çocuklarını boğazlarlar, sonra da saçlarından çıkardıkları tokalarıyla gözlerini oyarlar ve sonra da bırakırlar gitsin.
Oğulların ölümü
Medeia ve Iokasta'nın bir ortak yanları var: Babalardan öç almak için çocuklar kurban edilir.
Soya saldırı, kökünü kurutmak. Arkada kimse kalmayacak. Oğullar babalarından sonraya kalırlar, en azından doğanın yasası böyledir, ilk doğanlar önce ölürler. Doğa bilgedir. Tersi dayanılmaz acı verir.
Ancak Iokaste ile Medeia arasında bir de fark vardır: Iokaste, oğlunu, babasını öldürdüğü için, ele verir, öldürtür. Medeia ise, erkeğinden öç almak için oğullarını kendi eliyle öldürür. Oğulları onundur, başka kimsenin olamaz.
Hekabe, bugünkü deyimle adaleti kendi eliyle yerine getiriyor. İntikamı korkunç. Polymestor'un iki küçük oğlunu gözleri önünde boğuyor ve sonra onu kör ediyor ki ömrünün sonuna dek bu imgeyle yaşasın.
Medeia, Iokaste ve Hekabe paradigma anneler. Bu konuda ne söylenebilir?
Medeia intikamı simgeliyor. Iokaste erki savunma, kraliçelikten vazgeçmeme. Hekabe, adalet tutkusu. Çocukları öldürülen annelerde bu duygulardan hangisini görüyoruz? (LB/PB/NM)
* Laura Bonaparte'nin 23-24 Ağustos 2003 günleri 15. Uluslar arası Grup Psikoterapistleri Derneği Kongresi, "Kültürlerin Kesişmesi: Grplar Nerede Buluşuyor"da yaptığı konuşmanın özetini İspanyolcadan Peral Bayaz'ın çevirisiyle yayımlıyoruz.
* Laura Bonaparte, Buenos Aires'de psikanalist ve klinik psikologu olarak çalışıyor, Arjantin'de cunta döneminde kaybedilenlerin bulunması mücadelesi veren Mayıs Alanı annelerinin öncülerinden.