Taksici yolu uzatmak istercesine, "Niye Tunus'tan gitmiyoruz" diye soruyor. Bense kısa yolu tarif ediyorum. Bu sırada arka koltuktaki arkadaşlarım kendi aralarında Kürtçe konuşmaya devam ediyorlar.
Arkadaşlarım, taksiye bindikleri için Türkçe konuşmaları gerektiğini düşünmediler, ben de öyle düşünmedim. Şoför, hafif bir trafik karmaşası yaşanır gibi olunca, uzun yola sapmaya girişti.
Arkadaşlarımla sohbeti kesip "kaptan, şuradan gidelim lütfen" dedim. Cümlemi "lütfenle" bitirdiğime, iki arkadaşım şahittir. Fakat şoför, "tamam hocam, ben yolu bilmiyor muyum!" diye bağırdı.
Şoförün bu tepkisi karşısında neye uğradığımızı şaşırdık. "Niye bağırıyorsunuz, ne hakkınız var bağırmaya" dedim. "Ben burayı bilmiyor muyum, sen mi göstereceksin bana yolu!" "Nasıl yani, zorunuza mı gidiyor yolu göstermem" dedim.
"Zordan filan söz etme kardaş. Senin Türkçen kıt, yetmez..."
Şoförün üçüncü cümlesinin bu olduğuna arkadaşlarım şahittir.
Cesur fakat ürkek
Taksicinin "Senin Türkçen kıt" lafını işittikten sonra, bizim Kürtçe konuşmamızın kendisini sinirlendirdiğini anladım. Yıllardır Türkçe konuşuyor, yazıyor, çiziyorum. Türkçe'min kıt olduğunu da ömür billâh kabul etmem.
Zaten ipler, taksicinin son cümlesiyle birlikte kopmuş oldu. Biz üç kişiydik, o tek. Bizim kavga etmeye niyetimizin olmadığını, taksinin kapısını kapatıp uzaklaştığımızda anlayacaktı, fakat gayet cesur ve kavgaya hazırlıklı görünüyordu buna rağmen...
Kendisini şikâyet edeceğimi söylediğimde, "git, kime şikâyet edersen et" yanıtını alacağımı biliyordum.
Toplasanız üç kilometre etmeyen beraberliğimiz, büyük bir kavga ve hakaret dolu sözlerle bitti. Şoför gardını almış, üç kişiye karşı kavgaya tutuşabileceğini göstermeye çalışıyordu.
Taksi şoförünün beni küçümser edayla, sık sık "senin Türkçen yetmez" deyişi hâlâ gözlerimin önünde. Fakat dayak yeme ihtimalini de hesaba katmış olan şoförün korku dolu bakışlarını da anımsıyorum.
Üç müşterisine kafa tutmuş olmanın ürkekliği yanında, cesur ve vakur edası bir hayli ilgi çekiciydi. Bu edayı kimden, nereden cesaret alarak sergilediğini anlıyordu, biliyorum.
Fakat üç kilometrelik "yoldaşlığımızın" bu şekilde son bulmuş olmasını, şoförün neden Kürtçe konuşmamızı hazmedemediğini anlamış değildim. Bu beni hayretlere düşürdü açıkçası.
Tıpkı daha evvel gazete bayiindeki adamın Özgür Gündem'i önüme fırlatması, bir bakkalın, Kürt olduğum için üzerime yürümesi, bir kasiyer kadının hakaretamiz tavırları karşısında kapıldığım şaşkınlık hissi gibi bir şeydi hissettiğim.
Politik ve apolitik şaşkınlık?
Taksiden indikten sonra, nezaketen, tartışmaya en ufak şekilde dâhil veya müdahil olmayan arkadaşlarıma sorduğum tek soru, "neden?"di.
Ben ne yaptım ki bu adama? Niye böyle davrandı ki? Niye kendisini şikâyet edeceğimi söylediğimde, en ufak bir geri adım atmadı?
İşte bu noktada, eve gelip telefon ederek hayretler içinde olayı aktardığım arkadaşlarımla anlaşamadım bir türlü. Hepsi de, şaşırmamın son derece yersiz olduğunu, çünkü bu tür olayların münferit olmadığını söylediler, ağız birliği etmişçesine.
Oysa ben, politik anlamda da şaşırıyordum, apolitik anlamda da. Kürtçe konuştuğum için taksicinin beni taciz edişine, sesini yükselterek, istese beni dövebileceğini göstermeye çalışmasına şaşırdım... Şu soru çok mühim; şaşırmadan nasıl değiştireceğiz?
Muğla, Moskova
Taksiciyle yaşadığımız olaydan üç kadar saat sonra göz gezdirdiğim gazetelerde gözüme ilk çarpan, Muğla Üniversitesi'nde Arapça konuşurken, Kürtçe konuştuğu sanılarak bıçaklanan öğrenci haberi oldu ne yazık ki.
Sonra da geçen gün sabahleyin, radyodan dinlediğim "BBC Türkçe Servisi"nin, Moskova'da gündelik faşizmin yaygınlığına dair haberini anımsadım. Muhabir, haberini okumaya mealen şöyle başlıyordu:
"Adam yolun ortasında kararsız bir biçimde bekliyordu. Yeşil ışık yanıyordu fakat adam adımını atar atmaz, şoförün gaza basacağını çok iyi biliyordu. Şoför ve yaya tetikteydi. Yaya hareket ederse, Rus şoförün kendisini ezeceğini biliyordu..."
BBC muhabiri, Moskova'da farklı milletten insanların birbirine omuz atmasının son derece sıradan hale geldiğini de söylüyor ve ekliyordu, "Moskova kaldırımlarında herkes karşıdan gelecek omuzlar için gardını almış durumda..."
Moskova Ankara'ya çok yakın
Diyeceğim şudur, ben Moskova gibi bir Ankara'da yaşamak istemiyorum. Omuz atılmak istemeyen herkesi, beni anlamaya çağırıyorum. Çünkü, ironik olacak ama Moskova'nın buraya gelmesi çok uzak bir ihtimal gibi görünmüyor. "Sokaktaki vatandaş", kendi hukukunu icra etmeye başladı.
Adana'da bir TRT muhabiri, "öylesine" öldürüldü ve ülke ayağa kalkmadı. Urfa'da, iki gün üst üste girişimde bulunduğu halde, "intihar etmediği için" bir genç linç edilmek istendi.
İstanbul'da bir kadın tecavüze uğradı. Kimse bu olay karşısında dehşete düşüp sokağa dökülmedi, bunun hesabını sormadı. Şemdinli'de derin devlet ortaya çıktı, fakat kimse sokağa çıkmadı, içişleri bakanı istifa bile etmedi! Bu suskunluk sarmalı, neyin işareti acaba?
Kürdüyle, Arabıyla, uzun saçlısıyla...
BBC muhabiri, Moskova'daki gündelik faşizme dair haberini okurken, Rusya'da herkesin bu durumdan rahatsız olduğunu fakat rahatsız olanların da başkalarına omuz atmaktan geri durmadığını söylüyor, kimsenin sokaklara çıkıp yükselen faşizmi protesto etmediğini aktarıyordu.
Benzer bir suskunluk sarmalı Türkiye için de geçerli. Oysa eşcinseliyle, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla, Kürdüyle, Arabıyla, Çerkesiyle, yaşlısıyla, uzun saçlısıyla, aynı kaldırımlarda yürüyor, aynı taksilere biniyoruz. (İA/KÖ)