Bu muammayı, bitimsiz med-cezirlerine nüfuz ederek açıklamaya ve onu erkek bir reason içinden romana yatırmaya yönelik takıntılı bir çaba var. İster kadın ister erkek yazarlar tarafından yazılmış olsunlar, bir haftada on binlerce baskı yapan kimi romanlar tuhaf bir erkek aklını konuşturarak, "tahammül edilebilecek kadın" ve "ebediyen uzak durulacak kadın" gibi karşıtlıklar etrafında örülmüş karakter kurguları geliştiriyorlar.
Bu romanlarda, kadınları anlama ve anlatmaya soyunan satırların arasından, kimi zaman açık seçik (Yüksek Topuklar) kimi zaman belli belirsiz bir biçimde (İsyan Günlerinde Aşk, Aldatmak) kadın cinsine yönelik köklü bir sevgisizlik dışa vuruluyor.
Aslında bu roman kadınlarının yaratılış ve betimleniş süreçlerine "karakter kurgusu" demek de bir hayli zor. Romanlardaki kadınlar derinliklerine inilememiş, içinde yer aldıkları olay örgüsü ve öyküye bir türlü tam olarak yerleştirilememiş ve bu yüzden de "gerçek" kılınamamış, sahicilikten uzak roman kişilerinden ibaretler.
Yazarlar anlaşılmaz bir sırdaşlık çabasıyla, zaman ve mekan bağlamında kendi dünyalarıyla sınırlı bir kesitten bir takım hikayeler fısıldıyorlar sanki. Bu sırdaşlık gösterisinin mânâsını açıklamayı, yirminci yüzyılın İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden roman kuramcısı ve yazar Edward Morgan Forster'a bırakalım:
Romana zarar veren şey, bir sırdaşlık havası içinde kişilere ilişkin olarak yapılan açıklamalardır, çünkü bunlar okuyucuyu kişilerden uzaklaştırıp yazarın zihnini incelemeye yöneltir. Oysa, bu sırada roman yazarının zihninde incelemeye değer pek bir şey bulunmaz, çünkü böyle anlarda zihin hiç bir zaman yaratıcı durumda değildir. "Gelin, biraz çene çalalım sizinle," derken yazarın yaratıcılık ateşi sönmeye yüz tutmuştur artık (2001: 124).
Bu yazıda, kitapları satış rekorları kıran bazı ünlü romancılarımızın tıpkı Forster'ın ifade ettiği gibi yaratıcılık ateşlerinin sönmüş olduğunu ve yazdıkları romanlar hangi dönem ve olaylara ilişkin olursa olsun, aslında, metropolde yaşayan orta ya da üst-orta sınıf kimi kadınların hikayelerinden derledikleri bir bilgiyi kulağımıza fısıldamakla yetindiklerini öne sürüyorum.
Onlar fısıldıyorlar ve biz dinliyoruz. Fısıldayarak anlatılan şeyler genellikle keyifli ve ilgi çekici olurlar. Bununla birlikte fısıldanan öykülerin, yerimizden kalkmaksızın dinlemek isteyeceğimiz kadar ilgi çekici ve akıcı olmaları onları "iyi roman" yapmaya yetmiyor, yarattıkları karakterlere de bir sahicilik kazandıramıyor.
Bu yüzden de bu sahicilik problemini açmak gerekir öncelikle. İyi bir roman ister fantastik, polisiye, bilim kurgu ya da tarihi bir roman olsun ister çağdaş dünyanın bildik atmosferine ve ilişki örüntülerine yaslansın, kendi türünün kalıpları içinde bir "sahicilik" problemi olmayan romandır.
Romanda yer alan karakterler ve onları kuşatan olay örgüsünün yarattığı bir dünyayı inandırıcı kılmayı başaran bir romandır. Örneğin Italo Calvino'nun fantastik romanında, tünediği ağacın tepesinde tam elli yıl geçiren ve orada ölen inatçı roman karakteri Baron Cosimo Piovasco di Rondo'nun sahiciliğini hiç sorgulamıyor olmamız romanın masalsı niteliğinden ötürü değildir, iyi bir roman olmasındandır. Calvino'nun tek bir satırda bile "masal bu ya..." kolaycılığına kaçmayan yaratıcı cesareti, bilgisi, titizliği ve araştırmacılığının elele vererek Cosimo için yaratmış olduğu, ağaçların üzerindeki dünyanın inandırıcılığındandır. Cosimo bu anlamda pek çok edebiyatsever için tarihi bir kişilik kadar gerçektir ve onun direngen yaşamına inanmayı seçeriz.
Bunun gibi, Gabriel Garcia Marquez'in Kolera Günlerinde Aşk romanının kadın karakteri Fermina Daza'nın ilk gençlik günlerinin büyük aşkı Florentino Ariza'ya nasıl bir anda sırt çevirerek başka biriyle evlenmeye karar verdiğini derinden anlayabiliriz.
Ya da Florentino'nun onu uzun, çok uzun yıllar boyunca uzaktan sevmekten hiç vazgeçmeyişine ve kocasını kaybeden Fermina'yı daha cenaze gününde geri almak için nasıl harekete geçtiğine de şaşırmayız.
Oysa örneğin Ahmet Altan'ın İsyan Günlerinde Aşk romanındaki önemli kadın karakterlerden biri olan Dilara'nın, isyan günlerinin o kaotik, şüpheci ve kurşuni havasının kuşatması altında kafası hiç karışmadan ve hiçbir beklentisi olmadan, dönemin cinselliğe dair kültürünün vahşi süzgecinden geçmemiş pür bir cinselliği evli bir binbaşıyla nasıl olup da bir geyşa tevekkülüyle yaşayıp gidebildiğine bir türlü akıl sır erdiremeyiz.
Karısından ayrılıp ona geldiğini söyleyen Ragıp Bey'e, gözlerinde "en küçük bir sevinç belirtisi bile" olmaksızın nasıl baktığını ve niçin onu sessizce reddettiğini de pek anlayamayız. Çünkü Dilara'nın olayların akışını inandırıcı biçimde etkileyen, kötü ya da iyi alışkanlıkları ve sağlam bir psişik varlığı yoktur.
Önemli bir roman kişisi olmasına rağmen karakter olarak bir hacmi ve ağırlığı yoktur, bu yüzden de buharlaşır gider Dilara. Onun duygusal ya da zihinsel derinliklerine inemeyiz. O zaman da Forster'ın önerdiği gibi, "bu kadınlardan ne istediğini" anlamak için, Ahmet Altan'ın zihninin derinliklerini incelemeye yönelmemiz gerekir.
Gerçekten de Ahmet Altan bu konuda incelenmeyi fazlasıyla hak eden bir edebiyat fenomenidir. Altan'ın neredeyse bütün eserlerinde ayakları yerden kesip gökyüzüne uçuran seks oyunları, fantezileri ve seks konuşmalarının sonsuz potansiyelini ortaya koymak yönünde, kabız bir edebi kıvranış vardır.
Fakat yazar, bu muhteşem cinsel yaşantılara dair bir sahiciliği roman kişilerinin dünyası içinde yaratmayı bir türlü başaramaz. Bununla birlikte, -nedense hep kendisini anlatıyor olduğu hissini veren erkek kahramanları aracılığıyla- cinselliğin ve aşk oyunlarının sonsuz bir potansiyelinin olabileceğine dair güçlü sinyaller göndermeyi çok iyi başarır.
Kadın ruhunu çok iyi anlattığı söylenen Ahmet Altan'ın Aldatmak isimli son romanında da kadın kahramanın sahici bir yaşam dünyası ve psişesi yoktur. Herhangi bir Harlequin romanının hiç bir açıklamaya ihtiyaç duymayan biçimli ve uzun bacaklı kadınları gibi salınarak gelmiş ve romanın baş köşesine yerleşmiş, Aydan isimli bir kadın vardır yalnızca.
Romanın erkek kahramanı Cem de en az onun kadar Ay'dan inme bir karakterdir. Fakat etrafta böyle film replikleriyle konuşan, ketum ve kadınların ilgisini çekmek için en iyi yöntemin kadın bedeni ve cinselliğini çok iyi tanıdığına dair sinyaller çakmak olduğunu sanan çok sayıda erkek olduğundan, Cem'i yabancılamıyoruz. Ancak romanı Ally McBeal okusaydı, "kadınların bütün arzuladıklarının 'entelektüel ve espiritüel bir penis' olduğunu sanıyorlar!" diye şaşkınlıkla haykırırdı.
II.
Kadınları anlattıklarını söylüyorlar. Hem de mutfakta çalışırken sıcak köpükler içindeki cam bir kase ellerinden fırlayıp mermer evyeye çarparak tuzla buz olduğu için donakalan kadınları... Koyu bir öfke içinde armut ve şeftali desenli, turuncu mutfak önlüklerini fırlatıp atarak, en az akılları kadar dağınık yatak odalarına koşan ve lüzumsuz yere çift kişilik olan yataklarına kapaklanarak ağlayan, ağlayan, ağlayan kadınları... Zor iş...
"Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" kadınları anlatmıyorlar çünkü. Onları anlatmaları şart da değil ayrıca. Ama şimdi, şu kocaman kahverengi gözleri yaşlarla dolu, küçük omuzları şiddetli hıçkırıklarla sarsılan kadının hüznünü nasıl anlatacaksın?
Küçük mavi bir cam kasenin kırıklarında ellerinin arasından kayıp giden gençliğini, dört bir yana saçılan kırık, kırık, kırık kalbini, büyük kentlerin mutlaka merkezi semtlerindeki ve fakat mümkün mertebe kıyıda kalmış eski apartman katlarına tıkıştırdığı hayatını -birdenbire ve artık çok geç- gördüğü için değil; niye öyle sık sık ağladığını bile seçemeyecek kadar zayıf ve yorgun düşmüş sinirleri nedeniyle, artık asla toparlayamayacağından korkarak sadece şu cam kırıkları yüzünden ağlayan kadını nasıl anlatacaksın?
Akşamın geç bir vaktinde iskele ya da otobüs duraklarından, kalabalıklardan, haksızlıklardan ve bilumum yoksulluklardan geçirerek eve getirmeyi başardığı ayaklarını, tam da eve o sessiz, karanlık, soğuk eve sokmaktan nefret, nefret, nefret ettiği için sıkı bir "anahtar kaybetme fobisi" geliştirdiğini ve anlamını bilmediği daha pek çok küçük, küçücük fobik ayrıntıya boğulmuş hayatını nasıl anlatacaksın? Zor iş... Anlatamazlar. Bunu çeşitli kısa, kontrolden kaçmayan deneme ve köşe yazılarında yapabilirler, ancak bir roman formu içinde yapamazlar. Çünkü, bir trendler cenneti olan bu ülkede bile hiç kimse, yalnızca "kadın ruhu" denilen şeyi zamanın ruhu denilen yerden geçirmeyi becerdiği için romanına ruh katmayı da başarmış olamaz. Ortaya çıkan şey olsa olsa Yüksek Topuklar'da olduğu gibi birbirleriyle ilişkilendirilmiş bir denemeler toplamı olabilir.
Murathan Mungan'ın Yüksek Topuklar adlı bu kitabının roman olarak adlandırılması; bizzat Mungan'ın sanatçı geçmişine yapılan bir haksızlıktır. Roman aracılığıyla kadınlara yapılan ise haksızlıktan öte bir şeydir. Mungan, beşinden (romanının kahramanı beş yaşında bir KADINdır) yetmişbeşine kadar bütün kadınlara duyduğu marazi nefreti iki yüz değil, üç yüz değil tam beş yüz küsur sayfaya yaydığı halde bir türlü bitirememiş gibidir. Bu yüzden de romanının yetişkin kadın kahramanına "evet ya... ben kadınları sevmiyorum" dedirtmekten kendisini alıkoyamadığı görülür. Bu kitap Mungan'ın biyografisine "siyaseten doğruluk" anlamında da bir talihsizlik olarak geçecektir. Onun kadınları ve zaaflarını anlatırken ısrarla gözardı ettiği şeyi Simone de Beauvoir'nın cümleleriyle açıklayalım.
...kadının özünde yadsımacılık vardır, kadın ihtiyatlı ve eli sıkıdır, kadında doğruluk ve titizlik kavramı yoktur, kadın ahlâk nedir bilmez, kadın en aşağılık anlamda çıkarcıdır, kadın yalancıdır, oyuncudur, hep kendisini düşünür... Bütün bu sözlerde doğru bir yan vardır. Yalnız bütün bu davranışlar kadının hormonlarından gelmediği gibi, beyin hücrelerine doğuştan da kazınmış değildir: Bunların hepsi, birer kalıp halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratılmıştır (1993: 7).
Murathan Mungan o heyula gibi kitaba her fırsatta tıkıştırdığı; müzik, edebiyat vesair kültürel alanlara değgin muazzam bir entelektüel birikime sahip olduğuna göre, Beauvoir'nın bu sözlerinin devamının nasıl geldiğini de biliyor olmalıdır.
İlk kez Pazartesi adlı kadın dergisinde yayımlanmış olan -yanlış hatırlamıyorsam- "Babasız Kızlar Balosu" başlıklı bir yazısıyla tanıdığım, özellikle "babasız kızlar geliyor, taş üstünde taş bırakmayacaklar!" mealindeki cümlesini hiç unutamadığım, Refakatçi, Haberci Çocuk Cinayetleri, Mutfak Kazaları ve Radikal yazıları demeden ne yazdıysa okuduğum ve nedense Türkiye'nin Carson McCullers'ı olmaya naçizane aday gördüğüm Perihan Mağden'e gelince... duraklamadan edemeyeceğim.
Sadece şu soruları sormak yeterli olur mu acaba? Behiye gibi duyarlı, cinfikir, akıllı, becerikli, kültürlü, hırçın, cesur... bir genç kıza kendi sınıfsal koşullarından, annesinden, mutfaktaki soğan kokusundan, kapının önünde çıkarılan ayakkabılardan böyle tiksintiye varacak denli nefret etmekten başka seçenek sunmamanın anlamı nedir?
Profesyonel metres konumundaki genç bir annenin çok daha beter dünyasında büyümüş olduğu halde, yalnızca çok güzel olduğu için inanılmaz derecede meleksi ve olgun da olan Handan'ın saçlarının, dudaklarının, bal rengi gözlerinin ve -en vurucusu -memelerinin peşinde, güzelim Behiye niçin telef edilmektedir? Ya da Behiye'yi önce anoreksik yapan sonra da bütün aklını devre dışı bırakan bu gözü kara tutkunun adı neden hiç koyulmamıştır. Behiye ve Handan bu tutkularla aynı yatağa sokulduktan sonra o bebeksi uykular hangi sahicilik içinden yeşertilmiştir.
Bütün bunlar elbette bir roman yazarının öykünün gelişimine ilişkin tercihleri tarafından özgürce belirlenebilir şeylerdir. Fakat okurların da içinde yaşadıkları toplumun eleştirisi olarak şekillenmiş bir metnin -kurmaca bile olsa-, kaçınılmaz bir biçimde ideolojik olan "dünya tasarımını" sorgulama hakları vardır. Behiye'ler için çıkış yok gibi görünüyorsa çıkışsızlığın ve kaçışın şizofrenik dünyasında en nihayetinde gidebilecekleri yere kadar gitmelerine izin vermek de bu bağlamda, yazarın, kendi yarattığı roman karakterlerine karşı olan sorumluluklarından yalnızca bir tanesidir.
İki Genç Kızın Romanı'nın finali bu sorumluluk bakımından problemli bir finaldir. Perihan Mağden Behiye ve Handan'la kendisi arasındaki ilişkiyi mesafelendirememiş; klasik bir anlatıda roman karakteri ve yazar arasında olması beklenen ideal mesafeden vazgeçerek bu iki kızın anneleri gibi davranmayı seçmiştir: Handan'ın yıllarca kendisinden haber alınamamış olan babasını Avustralya'dan getirterek kızını alıp gitmesini sağlamış ve Behiye'ye de böylece bu patolojik kenetlenmeden bir kurtulma olanağı yaratmaya çalışmıştır.
Romanın sonu bu anlamda sanki, yazar olay örgüsüyle etkileşim içinde yeterince besleyemediği Behiye karakterinden korktuğu ve artık onunla ne yapacağını bilemediği için böyle kararlaştırılmış gibidir. Bir roman yazarının bunu yapmaya; karakterlerinin yıkıcı potansiyelinin önünü yapay bir biçimde keserek onları engellemeye ve onları kurulu düzene iade etmeye hakkı yoktur oysa. Yeter ki bu yıkıcılığın sosyal ve psişik atmosferi gereğince iyi kurulmuş olsun.
Bunları düşünürken, Yeni Zelanda'da geçen ve gerçekte yaşanmış bir öyküden esinlenen Peter Jackson'ın Heavenly Creatures adlı 1994 yapımı filminin öyküsünü hatırlamamak mümkün değil.
1950'li yıllarda geçen öyküde Juliet ve Pauline adlarındaki iki küçük kızın (15-16), asık yüzlü bir dünyadan kaçarak birbirlerinin düş yaşamlarına ve kendi yarattıkları bir öykünün fantastik dünyasına patolojik bir biçimde kenetlenmeleri anlatılmaktadır.
Ebeveynlerinin bu sıradışı yakınlıkla ilgili olarak dile getirilmemiş bir lezbiyenlik kuşkusunu da içeren endişeleri ve baskıları sonucunda Pauline ve Juliet son derece trajik bir sona doğru sürüklenirler. Kurdukları iki kişilik fantezi dünyasında, bir araya gelmelerini engelleyen herkes gibi Pauline'nin annesini de düşman ilan ederler ve yıkıcılıklarını onun başını taşla ezerek öldürmeye kadar vardırırlar.
Öykünün bütününde karakterlerin kişilik özellikleri kadar onları dış dünyadan ayırarak bu tarz bir kaçışa sürükleyen bireysel ve toplumsal çevre de çok başarıyla anlatıldığı için, bu trajik son kimseye şaşırtıcı ya da fazla gelmez.
İki Genç Kızın Romanı'ndaki Behiye ve Handan'ın dünyasından bir "seri katil" tabi ki çıkamayacağı için, romanın bölümleri arasına serpiştirilmiş polisiye kurgunun bu anlamda son derece infantil ve piyasa tarzı kaldığını da not etmek gerekir. Bu kurgunun, öykünün potansiyel anlamlarını çoğaltan ya da finalin açık uçlu bir final olarak değerlendirilmesini sağlayan bir etkisi yoktur.
Mağden'in bu eklektik polisiye pasajlar kadar, tüketim toplumu ve marka düşkünlüğü eleştirisi olmaktan çıkarak tam da afilli markaları birbiri ardınca sıralamak aracılığıyla, romana fazladan bir üst-sınıf kültürü ve yaşam görgüsü katma gösterisine (kendisi "markalamacılık" demeyi seçerdi sanırım) dönüşen eğilime, kalemini nasıl kaptırdığı da ayrı bir merak konusudur.
III.
İçine aldığı her yeteneği "taş üstünde taş bırakmamacasına" bir eleştirellikten artık alıkoyan ve ürettiği eserleri "Aldatmak"la yanyana korsana düşüren sınır; bütün farklılıkları hızla tüketerek medyatiklik noktasında aynılaştıran, pop-kültür endüstrisinin sınırıdır. Ne yazık ki trend budur. Sürecin aşağıda özetlenen işleyişi, başka türlü olmaya izin vermiyor çünkü.
Önce çeşitli gazetelerin kültür sanat sayfalarında başlıyor ünlü romancının yeni romanını yazmakta olduğuna ilişkin haberler. Sonra yine gazetelerde ve sanat edebiyat dergilerinde söz konusu romanla ilgili yazılara ve ünlü yazarın boy boy egzantrik fotoğraflarına yer verilmeye başlanıyor. Haberler sıklaşıyor.
Çok geçmeden bir gün, elindeki kumanda aletiyle televizyon kanalları arasında umutsuzca zaplayan bir izleyici, hayli zamandır beklenen o ünlü romanın kitapçı raflarındaki yerini aldığını ve yazarının bu romanla ilgili kamusal alanda (!) çoktan oluşmuş bulunan ilgiyi gidermek için o kanal senin bu kanal benim dolaşmaya başladığını görüyor.
Kim demiş "yazar öldü!" diye, yazarımız artık her yerdedir; ana haber bültenlerinde, kültür sanat programlarında, reklamlarda ve sonra tartışma programlarında ama neredeyse her gün evimizin içinde... Kültür döngümüzü oluşturan fasit dairenin yarı çapı bu. Diğer yarısında ise sevgili yazarı "sevgiyle" kurcalayan eleştirmenler, köşe yazarları ya da burnundan soluyan öfkeli "tutunamamış" yazarcıklar. Yazılar, yazılar, yazılar... Romanımız bir kaç haftada on binler basıyor, korsana düşüyor, cafelerde, barlarda, işyerlerinde, bilumum mekanlarda "okudun mu?" sorusu dolaşıyor. Okuyoruz elbette. Fakat mesele bu değil. Türk edebiyatı adına en bâkir mesele, artık bu tarz romanların yazılmama ve satılmama şanslarının kalmamış olması meselesidir.
Bu yüzden bu romanlar ve yazarlarının etrafında bir sevgi halesi örüldüğü kadar bir kin ve nefret halesi de örülüveriyor. Kafasında henüz öyküsünün bel kemiği bile tam olarak şekillenmemiş bir yazar, bütün bir edebiyat alanını günaha bulayan ve onu en nihayetinde müzik gibi, sinema gibi ve en çok da televizyon gibi bir endüstriye dönüştüren bir lüksü -ne yazarsa yazsın çok satacağını biliyor olma lüksünü- kullandığı için, kimileri de ondan peşinen nefret ediyorlar: Pop-kültür endüstrilerinin hep biraz karanlığa gömülü ilişki örüntülerine eklemlenmemiş, kalemini kendi etine batırır gibi bir sahicilikle sancılar içinde yazan, yazdıklarını hangi yayıncıya ve nasıl ulaştıracağını bile kestiremeyen genç yazarlara her geçen gün kapıların biraz daha kapanmasına katkıda bulundukları için...
Bitirirken, küresel ölçekteki trendlere uygun bir yayıncılık dehası ile keşfedilerek, İngiliz edebiyatına kazandırılan Zadie Simith'in İnci Gibi Dişler romanındaki kadınlararası, sahici bir sohbetten küçük bir kesit vermek istiyorum. Smith'in çıkışı da edebiyatın trendlerine uygundu ve romanı çok sattı. Fakat O çağdaş İngiliz edebiyatının dev ismi Julian Barnes'a bile "bir romancı olarak içim kıskançlık ateşiyle kavruluyor" dedirten bir romanla çıkış yapmıştı. Yani trendlere uymanın da bir adabı olabiliyor ve köşeleri tutanlar Londra'nın banliyölerden yetişmiş bir genç kadına sevinçle geçit verebiliyorlar. Çok da iyi ediyorlar.
Irie,sana biraz öğüt vereyim mi? Seni bildim bileli kaybolmuş bir köpek gibi o çocuğun peşinde dolaşıyorsun. O bu arada herkesle, senden başka herkesle yattı. Benimle bile yattı, üstelik ben onun kahrolası kuzeniyim."
Maxine., "Benimle de," dedi. "Üstelik ben böyle eğilimleri olan biri değilim."
Seninle niçin yatmadığını hiç düşündün mü?"
"Çünkü ben çirkinim. Şişmanım. Saçlarım da kıvırcık."
"Kahrolası, hayır. Çünkü senden başka kimsesi yok. Sana ihtiyacı var. Sizin ikinizin bir tarihiniz var. Sen onu gerçekten tanıyorsun. Baksana onun aklı ne kadar karışık. Bir gün Allah aşağı, Allah yukarı diye konuşuyor, bir dakika sonra iri göğüslü sarışınlardan, Rus jimnastikçilerden, esrar çekmekten başka şey düşünmüyor. Kıçını dirseğinden ayırt edemiyor. Tıpkı babası gibi. Kim olduğunu bilmiyor. Ama sen onu tanıyorsun, en azından biraz, onun her yönünü biliyorsun. Ve onun sana ihtiyacı var. Sen farklısın."
Irie gözlerini devirdi. Bazen insan farklı olmak ister. Ama bazen de, herkes gibi olmak için, başındaki saçı bile feda etmeye hazırdır.
"Irie, bak, sen akıllı bir kızsın... bu kölevari hayranlıktan vazgeç ve yaşamaya başla, Irie. Bir kız ya da bir oğlan bul, ama kendine bir hayat kur." (çeviri Mefkure Bayatlı)
... (SÇ/BA)
* Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Sevilay Çelenk'ın incelemesi fakültenin web sitesinde yayınlandı.
Kaynaklar
de Beauvoir, S. Kadın "İkinci Cins" (sekizinci basım) çev., Bertan Onaran (İstanbul: Payel,1993).
Forster, E. M. Roman Sanatı (üçüncü basım) çev., Ünal Aytür (İstanbul: Adam, 2001).