Her şeyden evvel, televizyonlarda yoğun ilgi gören kadın programlarının, kadın hareketiyle en ufak bir ilgisinin bulunmadığını söylemeden başlarsak söze, bu programların görece birtakım kazanımlar sağladığını, kadınların kamusal alanda "temsil" edildiğini, kendilerini ifade edebildiklerini ve ev içi baskı ve şiddetin kamusal alanda ifşa edilerek, aslında kadın haklarının savunulduğunu söyleyen kimi kadın program sunucu ve yapımcılarının iddialarına açık kapı bırakmış olacağız.
Televizyonlardaki "kadın programlarının" kadınları, toplumsal cinsiyet ilişkileri örüntüsü içinde nereye oturttuğunu anlamak için, söz konusu programlara şöyle bir göz atmak ve kadın bakış açısıyla söz konusu programlar hakkında kimi kıyaslamalar yapmak kâfi.
Gerçekte, örneğin "Kadının Sesi" adlı programda, kadın temsili söz konusu mudur? Burada kadın hakları savunulmakta mıdır? Burada kadınların hangi hakları savunulmaktadır?
Yeni Türk Ceza Kanunu'nda kadınlar için nelerin öngörüldüğü tartışılmakta mıdır? Kadınlar bu programlarda neler konuşmaktadır? Ülke ve dünya sorunları, siyaset, felsefe, din, Ermeni meselesi, kadın hareketi, ev içi emek gibi konulardan söz edilmekte midir? Bu programlar birer bilinç yükseltme işlevi görmekte midir?
Program sunucusu, kadından mı, erkekten mi yanadır? Kullanılan dil, kime aittir? Bu programların baskın öznesi, erkek midir, kadın mıdır?
Tüm bu sorulara salt, "Hayır, orda kadınlar temsil edilmiyor" dersek doğru ama eksik bir cevap vermiş oluruz.
Medyanın sahiplik yapısı ve kadın özgürleşmesi
Önce bir parantez: Simone de Beauvoir'dan da biliyoruz ki, "Kadın doğulmaz, kadın olunur".
Bu söz, kadın programlarına dair kelam ederken de bize rehberlik edecektir. Çünkü kadın programlarında yapılan şey, tam da kadınlık rolünü tekrar üretmek ve pekiştirmekten ibarettir. Yukarıda sorduğumuz sorular bu bakımdan önem taşır.
Kadınların karşılaştıkları şiddet, zaman zaman pornografik bir öğe olarak veya izleyicinin röntgenci konumunu tatmin ederek sunuluyor, bu programlarda. Söz konusu programlarda kadınların günlük yaşamlarında karşılaştıkları şiddetin, zorbalığın, tacizin ataerkiden kaynaklı olduğu, zinhar tartışılmamaktadır.
Dolayısıyla içeriğinin direkt kadın haklarıyla, "kadının sesiyle" ilgisi yoktur. Evet, orada yükselen ses, "kadının" sesidir ama, programın ve programcının derdi, kadın hakları savunuculuğu değildir.
Dolayısıyla "yükselen/yükseltilen sesin" neye hizmet ettiğini sorgulamak son derece hayatidir.
Zaten bizler Pierre Bourdieu'nün "Televizyon Üzerine" yazdıklarından da biliyoruz ki, demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesi, mevcut kapitalist ilişkiler ağında kritik bir noktada konumlanan televizyonlardaki programlar tarafından yapılabilecek en son şeylerdir.
Televizyon programlarındaki esas otorite, program sunucusu, sürekli olarak "daralan zaman" ve reytingin artışı için farz olan "heyecan" ve adrenalindir.
Kadın programlarında da, örneğin Kürt meselesinin tartışıldığı programlarda olduğu gibi, reyting kaygısından dolayı spekülatif konular revaçtadır ve sunucu her zaman için "tarafsızlık" ilkesi gereği, egemen olanın yanındadır.
Medyadaki sahiplik yapısı, erkek egemen söylemin kırılması için yapılacak bir mücadele alanını zaten olanaksız kılıyor. Bunun en tipik örneği, yaklaşık üç yıl önce egemen medyanın parçası olan bir radyo programında, bir kadın aktivisti taciz edeceğini söyleyen medya "baronuna" yönelik en ufak medya tepkisinin gösterilmemiş olmasıdır.
Esasen egemen medyanın şu anki sahiplik yapısı gereği kapitalist ilişki ağının ayakta durması ve sürdürülebilirliğinin sağlanması için lazım olan görece liberal demokratik yapıdan öte bir tutum sergilemesi beklenemez.
Üstelik medyanın halihazırdaki yapısı zaten kadın emeğinin en çok sömürüldüğü, anti-demokratik ilişki ağının hüküm sürdüğü, kadının bir meta olarak kullanıldığı devasa bir alandır.
Medya, bu yapının çözülmesini her şeyden evvel "doğası gereği" istemeyecektir tabii ki.
"Başkasının Acısına Bakmak"
Bu uzun parantezden sonra, tekrar "Kadının Sesi"ne kulak verelim. Bu programlardan sonra, çok sayıda "katılımcı" kadının karşılaştığı şiddeti, aynı medyanın üçüncü sayfa haberlerinden okuyoruz.
Ne ironiktir ki; medya toplumdaki erkek şiddetini körüklerken, aynı zamanda kendi varlığının sürdürücüsü olan "haberi" de yaratmış olmaktadır. Yukarıda açtığımız parantezin önemi, bu açıdan mühimdir.
Birgül Işık'ı bu üçüncü sayfa haberlerinden biliyoruz. "Kadının Sesi" programına katıldığı için, erkek çocuğunun kurşunlarına hedef oldu. Ondan önce de üç kadın, ya kocasının, ya kardeşinin veya çocuğunun -hepsi de erkek- kurşunlarına hedef oldu ve katledildi.
Kimi kadın köşe yazarları, Birgül Işık'ın öldürülmesinden programın kendisinin sorumlu tutulamayacağını, bunun müsebbibinin yine ataerki olduğunu söylerken, iki farklı şeyden söz etmiyorlar.
Zira, "kadın programları" ile ataerki o kadar iç içedir ki; programlarda işlenen konular, erkek şiddetinin kışkırtılmasına hizmet ediyor. Susan Sontag, "Başkasının Acısına Bakmak" adlı kitabında, savaş fotoğraflarının, savaşın önlenmesine ve insanların korkunç görüntülerle karşılaşınca savaştan nefret etmelerine hizmet etmediğini söylüyor.
Oysa televizyon, şiddetin azaltılmasına hizmet edebilecek bir yapıya her zaman sahiptir. Yeter ki bu "hizmet", gerçekten yapılmak istensin. Evlerinde erkek şiddetine maruz kalan kadınların, "Türk aile yapısı gereği" programlara çıkıp neler yaşadıklarını anlatmalarının engellenmesini, elbette savunmuyoruz.
Fakat, koca dayağını "70 milyonla" paylaşan kadının, televizyon program sunucusu tarafından bir reyting yükseltme nesnesi olarak kullanılmasının, "kadının sesiyle" ilgisi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Öldü de kurtuldu!
Lafı dolandırmadan şunu söyleyelim; kocası tarafından dayak yediğini, şiddete maruz kaldığını söyleyen kadın, programdan sonra nereye gitmektedir? Programın içeriğine dair eleştirilerimiz saklı tutarak soralım; program yapımcısı şirket, şiddet mağduru kadın için bir sığınma evi tahsis etmekte midir? Ya da ona bir koruma sağlamakta mıdır?
Bunun yapılmadığını, üçüncü sayfa haberlerinden biliyoruz zaten. Peki yapımcı şirket, "Ben işimi yaptım. Kadının kendi sesini ifade etmesi için gerekli olanağı sağladım. Programımda yer verdim. Benim işim bundan ibaret. Sonrası kendisi ve kocasının meselesi" derse -ki aslında öyle diyorlar-, öldürülen "katılımcı" kadınların cinayetine kim ortaklık etmiş olur?
Peki biz "kadın hakları savunucusu" izleyiciler, bu programların aynen devam etmesini, demokrasi ve kadın hakları mücadelesinin bir gereği olarak görüyorsak, o programlarda erkek şiddetini ifşa eden ve program bittikten sonra evinden başka yeri olmayan kadınları yalnızca birer yem olarak görmüş olmuyor muyuz?
Gerçekte yaşanan, bu değil midir?
Gülay Göktürk, 19.05.2005 tarihli D.B.Tercüman gazetesindeki dudak uçuklatıcı köşesinde tam da bundan söz etmiyor mu:
"Eğer Birgül Işık kaçıp İstanbul'a gelmeseydi, televizyona çıkmasaydı, kimse provoke olmayacaktı, bizim de onun hayatından haberimiz olmayacaktı ama o yine o cehennem gibi hayatı yaşıyor olacaktı.
Kim bilir yılda kaç kadın, kıskançlık yüzünden, baskıya karşı çıktığı için, başka birini sevdiği ve boşanmak istediği için, ya da sadece boşanmak istediği için öldürülüyor. Bunların birkaçının da televizyona çıkıp derdini anlatmış olması neyi gösterir ki".
Tabii ki, Birgül Işık'ın ölmüş olmasının ne önemi var ki! O zaten hiç yaşamıyordu ki! Öldü de kurtuldu zavallıcık! Acaba "Kadın Programları"nı savunmanın yolu, yordamı bu mu olmalı?
Mesela Göktürk'ün aklında, Yasemin Bozkurt'un program yapımcısının, Birgül Işık için bir sığınma evi tahsis etmesi gerektiği fikri, neden gelmemektedir? Neden aile içindeki erkek şiddetinin ifşası için bazı kadınların ölmesi gerekiyor?
Programların içeriği: Cilve Yapmayı Öğren!
"Kadın programları", çoğunlukla ev işçisi olan kadınların televizyon izlemeye vakit buldukları ve kocalarının işte oldukları saatlerde yayınlanıyor.
Dolayısıyla bu programların asıl hedef kitlesi erkekler değil, kadınlardır. O halde bu programlar, şiddetin uygulayıcısı olan erkeklere yönelik değil.
Bu programların "bilinç yükseltme yeri" olarak adlandırılamayacak içerikte olduğunu söylemiştik. Çünkü bu programların içeriği, kadınların şiddetle baş etme yöntemleri üzerinde odaklanmaktan çok, "şiddet deneyimlerini" paylaşmaya yönelik.
Programın katılımcısı olan kadın, kocası tarafından gördüğü şiddeti anlatırken, kimileyin "kadın konuklar" kimileyin de "kadın bilirkişilerden" öğütler almaktadırlar. Bu öğütlerin, şiddete karşı mücadeleye yönelik olmadığını, bir kadın programındaki şu çarpıcı "öğütle" özetlemekten daha iyi bir yol yok; "Madem kocan seni sevmiyor ve dövüyor, sen de biraz cilve yapmayı öğreneceksin. Bakımını yapacaksın!".
Bu söz erkekler ve kozmetik sanayii için Hint kumaşı değerinde; o ayrı. Fakat aynı zamanda bu programlarda kadının ve kadına yönelik şiddetin nasıl konumlandırıldığını, cinsiyet rollerinin nasıl da şiddet mağduru çaresiz bir kadına dayatıldığını özetlemesi bakımından da mühim.
O halde lafı birkaç soru sorarak bitirmeye çalışalım; yukarıda uzun uzadıya sözünü ettiğimiz içerik ve yapıdaki TV kadın programlarını kapatarak, kimin sesi kısılmış olunuyor? Erkeklerin mi, kadınların mı?
Bu programlar, kadın izleyicileri hedeflediklerine göre, şiddetin uygulayıcısı olan erkeklere herhangi bir mesaj verilme derdi var mı? Böyle bir dert varsa, programlardan sonra katılımcı kadınların katledilmesi, bu programların yapımcılarının yöntemde bir hata yaptıklarını anlamalarına neden vesile olmuyor?
Eğer dert kadının sesini yükseltmekse, bu sesin sırf kadınların duyacağı saatlerde yükseltilmesinin anlamı ne? Henüz devam eden kimi kadın programları, şiddet mağduru kadın katılımcılar için sığınma evi tahsis etmeyi düşünmekte midirler? Bu programlarda, "cilve yapma ve kocaya güzel görünme teknikleri" de öğretilecek midir? (İA/EÜ)
* Bu yazıya katkılarından dolayı Ankara Üniversitesi Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi'ndeki (KASAUM) hocam Aksu Bora'ya teşekkür ederim.