Zaman: 8 Mart 2000, Saat 09.00 civarı
Çağla: "Bugün 8 Mart mitingi var, gelmek ister misin" -diyerek bildiriyi uzatır-
(bu kız akıllı biri bence, gelir herhalde)
İlkay: "HAYIR"
(ateşli olduğunuz kadar akıllısınız da ama bu iş eylemle değil, bol bol okumakla olur)
Çağla: (Allah allah bi dakka) "Neden?"
İlkay: "Ben inanmıyorum eylemlerle bir çözüme varılacağına."
Çağla: "Ben de böyle cevaplarla bir yere varılacağına inanmıyorum"
(bi dakka ya, neden acaba? Neyse, eyleme geç kalacağım) "Konuşalım ama mutlaka!"
Nasıl başlasak diye çok düşündük. Farklı öz tarihlere sahip olan iki kadın olarak, ortak bir yazı yazmak başlangıçta epey güç geldi açıkçası.
Birinci sınıfta, Çağla üniversitedeki feminist çalışma içinde aktif yer alırken, İlkay, eylemlerle bir yere varılamayacağını düşünüyordu. Ancak fakültedeki kadın çalışması ve diğer derslerde verilen okumalar İlkay'a, "Evet, eylemlerle değiştirilebilir," dedirtirken; Çağla'ya, "Bu işin pratiği kadar teorisi de önemli," şeklinde düşündürttü.
Ve dört yıl, konuşarak, tartışarak, arasıra da kadın toplantılarında buluşarak, ama her 8 Martta yanyana yürüyerek geçti.
Ve... Dadadadaaaaaaaaaaaaaam! O da ne?
Toplumsal Cinsiyet ve Politika adlı yeni bir ders açılmış. Ama dersi en az on iki kişinin seçmesi gerekiyormuş, ancak altı kişi dışında kimse istekli değil.
Çağla ve ilkay lobi çalışması başlattı ve dersi on dokuz kişi seçti, on dokuz kişinin beşi erkekti. Hatta iki tanesi sinir bozucu derecede aktifti. Bir gün İlkay, en sonunda dayanamayarak, "kardeşim, bu derste kadınlar, erkeklerden daha fazla konuşmalı," diye iç geçirken, on dakikadan beri konuşmakta olan bir erkek öğrenciyi susturdu ve konuşmaya başladı.
İlk saat, "niye bu dersi seçtiniz?" sorusuna on dokuz kişinin hiçbiri -tabii ki- ilkay ve Çağla yüzünden demedi. Dersi seçen beş erkekten ikisi hayatlarında kadınların daha belirleyici rol oynadığını ve bu yüzden konuyu merak ettiklerini söylerken , bir kadın arkadaş da, "Ya tamam ters giden bir şeyler var, bu neyin nesiymiş, onu öğrenelim," diyerek, yaşadığımız sorunları adlandırmada, kaynağını anlamada ne kadar zorluk çektiğimizi bir kez daha su yüzüne çıkardı.
Ders haftada iki saat olmasına rağmen, hem kendimizin, hem de diğer arkadaşlarımızın değişip dönüşmeye başladığını gözlemledik. Örneğin, aynı zamanda sevgili olan biri kadın diğeri erkek iki arkadaşımızın birlikte hazırladıkları "Feminizmin Freud Eleştirileri" konulu ödevlerini sunarken gördüklerimiz, bize en çarpıcı örneklerden biri gibi görünüyor.
Sunum sırasında, devamlı kadın arkadaşımızın sözünü kesen erkek arkadaşına, "yeter artık, ben konuşacağım," deyişi hepimize bu derste esas olarak konuşma önceliğinin kadınlarda olması gerektiğini düşündürttü.
Aynı zamanda, başka bir erkek arkadaşımızın yine sunumunun sonunda, "hmmm, kadınlar...yani, kurtulmak istiyorlarsa... mesela kariyer yapsınlar," sözünün karşısında sınıfcanak kahkahalara boğulmamız aslında sınıfımızın "çocuk da yaparım kariyer de" söyleminin yetersizliğinin farkında olduğunu gösterdi.
Üniversiteli kadının, üniversiteli olmanın kendini cinsiyetçilikten kurtarmadığını anlamasında, bu dersin çok önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz.
Dersin sonuna gelindiğinde fakültede feminist çalışma yürüten grubun söylediklerini önemsemeyen kadın öğrencilerin, aynı sözleri, ders olarak gördüğünde, bu sefer kendilerinin söylemesi, bizim kafamızda soru işaretlerine sebep oldu. Bu arada okuldaki feminist çalışma yürüten kadınların arasından bu dersi alan oldu. Bunlardan bir de bendim(Çağla).
Bu dersin, zaten normal zamanda da bilgi edinmek istediğim konuları okuyacağım ve tartışacağım için, açıkçası, kolay geleceğini düşündüm. Ama tüm bunları ders olarak görmek bir noktada beni yabancılaştırdı sanırım.
Aslında bunu açıklamak oldukça güç, yani hissettiklerimi... Sanırım kafamızda ders olarak biçimlendirdiğimiz şeyler (bunun elbette ki üniversitedeki öğrenciyi değerlendirme sistemiyle de ilgisi var) her ne kadar birebir ilgilendiğimiz konularla alakadar olsa da, farklı bir ruh haline bürünebiliyorsunuz.
Sanki dışarıda söylenen şeyler ve derste söylenenler farklıymış gibi duruyor. Feminizmin dersini aldığınız için hem çok mutlu oluyor, heyecanlanıyor (işte bizim fakültemiz böyle böyle diye, kıskananlara hava atıyor) hem de bir yandan feminizmi 'ders'te görmeyi garipsiyorsunuz. Ya da en azından benim için böyleydi.
Örneğin feminizme dair ilk defa okuma yapanlar bile, vizede benden daha iyi notlar aldılar, valla çok kötü hissettim kendimi. Feminist çalışmanın içinde olup feminizmi bilmiyor muydum? Bilmediğim şeyi mi savunuyordum? vs. vs.
Vize sınavı çıkışında (soru yanlış hatırlamıyorsam çevre ülkeler ve merkez ülkelerdeki feministlerin birbirine olan bakış açıları, veya batıdaki feministlerin doğudaki 'yoldaş'larına olan bakışları gibi bir şeydi, umarım hafızamda doğru kalmıştır) sınıfımızın güzide entelektüel erkeklerinden olan bir arkadaşımız benim hiç bilmediğim kavramları yazdığından söz ediyordu, sınavın nasıl geçti diye soranlara.
Elbette biz feminizme gönül vermiş (!) kadınlar olarak hiç bozuntuya vermedik ve "akademik mastürbasyon yapıyorsun" diye cevap verdik. Bir yandan da , "hıh, sen bunları okurken, biz de alanlardaydık," demeyi ihmal etmedik, ama arkadaşımızın - hem de erkek - bildikleri içimize çok fena oturmuştu.
Dersin hocası olan Serpil Çakır'ın ders sürecindeki tutumu da bahsettiğimiz dönüşümlerin temel kaynaklarından biriydi. Dersi kürsüden anlatmaması, öğrencilerle çok kolay diyalog kurabilmesi, empati kurabilmedeki becerisi ve özellikle kadın öğrencileri kendi sözlerini söyleme konusundaki teşvik edici tavrı bizi bu yönde düşündürttü.
Bir kadın öğrencinin, dönemin ortalarında, "Kadın hakları diye yırtmıyoruz ama böyle yaparken kendimizi ikinci cins olarak göstermiyor muyuz?" sorusuna, biz gayet sinirlenirken, Serpil Hocanın gayet sakin anlatarak onu ikna etmesi, sanırız yukarıdaki gözlemleri doğrular.
Ders saatinin azlığı, okumak ve tartışmak istediğimiz birçok konunun yetişmemesin-deki en büyük etkendi. Feminist yöntem, suffrage hareketi, milliyetçilik ve kadın, demokrasi ve kadın, feminist teori içindeki akımlar, güncel olaylar, Osmanlı kadın hareketi, 80 sonrası kadın hareketi ve son üç haftada hazırladığımız ödevleri sunmamız, dersin programını oluşturdu.
Dönemin sonuna geldiğimizde, Serpil Çakır, bu dersi alan öğrencilerin deneyimlerinden yola çıkarak bir makale yazılmasını ve bunun da yine bu sınıfın öğrencileri tarafından yapılmasını istediğini söyledi.
Biz de iki genç kadın, dersi alan öğrencilerle ve elbette kendimizi de dışında bırakmadan, mülakatlar yapmaya başladık. Bu mülakatlar, temelinde dersin içeriğinin ve yönteminin nasıl algılandığına, dönüştürücülüğünün ne boyutta olduğunu anlamaya yönelikti, özellikle de derse ve cinsiyet ayrımcılığına yönelik olan görüşlerin kişilerin öz tarihlerinden bağımsız olamayacağı gerçeği ile, kendi yaşanmışlıklarına dair soruları da içermekteydi.
Bunun sonucunda sınıfta on kişiyle görüşmeler yaptık. Dersin dönüştürücülüğü konusunda verilen cevaplar bizim için en önemlisiydi:
Kadın bir öğrenci: "...Feminizm çok üstü kapalı bir kutu gibi bir şeydi benim için. Bir çok insan için de öyle sanıyorum. Feminizm deyince erkek düşmanlığına kadar varan bir tarafımız da bilinç altımızda var öyle Duygu Asena motifli. O şey değişti tabii biraz. Mantıklıymış aslında onların istekleri, tamam çok uç önekler var ve bunları okumamız iyi oldu. Gerçekten sıkıldım okurken o ayrı ama iyi oldu. O değil çünkü olay. Yani evet bir şeylerin değişmesi gerektiğinin daha farkına vardım. Feminizm orada öyle uyuyan şu sandalye gibi bir şeydi ama artık değil. Biraz daha aktif bir şeylerin içine girmesi gereken bir şey. Yani en azından bakış açısı olarak."
Kadın bir öğrenci: "...O ara bir feminist oldum evde. ... Kendimi biraz şey gibi görüyorum; çok fazla yaşamıyorum bunları, yaşıyorum evde tabii ki ama çok fazla yaşamadığım için de sanki çok fazla uğraşmıyorum gibi kadın sorunlarıyla. Ben o kadar ezilenlerden olmadığım için. Aslında hata yapıyorum, uğraşmıyorum. Ben genelde hayatta biraz pasif kalıyorum ve bundan şikâyetçiyim. Mesela şurada (Beyazıt Meydanı'nı kastediyor) bağırmaktan yana olsam bile bağırmıyorum. İnsanlarla birlikte eylemlere katılmıyorum. Ama 8 Mart'ta mesela Abide-i Hürriyet Meydanına gittik. Mitinglere katılmak isterim ama biraz ödleklik var bende. ... Bitirmem gereken yanlarım var, bunu farkına varmamı sağlayan da bu okul. Hocalarla arkadaşlarla olan sohbetler, dersler, olaylar, vs.."
Erkek bir öğrenci: "... Ben feminist hareketin daha edilgen olduğunu düşünüyordum. Diğer toplumsal hareketler gibi, tarih içinde değişime uğramamış da hani halihazırda olan bir şey cinsiyet; onun üzerine aynı söylemlerle inşa edildiğini düşünüyordum. Bu derste tarihini de gördüğüm için feminist görüşün de birbiri içinde çok farklılaştığını gördüm, o açıdan bayağı iyi oldu. Feminist teoriye bakış açımın değiştiğini söyleyebilirim."
Kadın bir öğrenci: "...Aslında doğru bakıyormuşum. Ama derste feminist teoriye ilişkin sistematik bir şeyler öğrendim."
Kadın bir öğrenci: '"Sürekli içinde yaşadığın bir gerçeklik var ama fark etmiyorsun. Her gün yaşanan politikaymış, sürekli yani savaşmış, izliyoruz, bu tip şeylerde aslında cinsel öğelerin kullanıldığını görmek yani gerçekten beni, yani kendim fark etmediğim için çarpıcı gelmişti. ... Demek ki bu kadar yerleşmiş. Onu anlayıp da artık o gözle bakmak çok güzel oldu. Ben doğru dürüst bir şey bilmiyormuşum feminizmle ilgili... İlk defa bazı şeyleri doğru dürüst öğrenmeye zamanım oldu."
Sanki anlaşılmıyormuş gibi, lise edebiyat kitaplarındaki gibi, "yazar burada neyi anlatmak istemiştir," sorusunun cevabı gibi olacak sanırız yukarıdakileri uzun uzadıya yorumlamak.
Genel olarak, en azından görüşme yaptığımız arkadaşlarda ve bizde pozitif yönde bir dönüşümün olduğunu gözlemledik. Hayal kırıklığı yaşayan ve pişman olan arkadaşımız yok gibi ve belki de en görünen ama akademide kısa zaman öncesine kadar görünmez kılınan cinsiyet değişkeninin teker teker bizlerin analizlerinde gittikçe daha çok yer tuttuğunu söyleyebiliriz.
Toplumsal Cinsiyet ve Politika dersi, bizim bu mülakatları yapmamızdan bir sonraki sene de, yine seçmeli ders olarak açıldı. Bu seneki deneyimlerin (özellikle de sınıfın yetmiş küsur kişi olmasından ötürü) çok daha farklı olduğunu tahmin ediyor ve bunu da aktarması için Pazartesi'nin gelecek sayısını bekliyoruz. (BB)
* Ayşe Düzkan'ın "8 Mart'ta bir kere daha"; avukat Hülya Gülbahar'ın "Öldürülüyoruz!"; Handan Koç'un "Antep'te Kadınlar Var"; avukat Fatoş Hacıvelioğlu'nun "Hayatımız meşru müdafaa"; Yeşim Başaran'ın "Lezbiyenlik mitleri"; Şirin Tekeli'nin "Fatih Akın ve Duvara Karşı" yazılarının yanı sıra Beyhan Demir'in Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil'le, Gülfer Akkaya'nın Tunceli Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Nimet Tanrıkulu'yla, Nermin Yıldırım'ın Yelda Reynaud'la yaptığı söyleşiler; Pazartesi dergisinin Nisan 2004 sayısında okuyabileceklerinizden bazıları...