Jack ağlamaya başladığında mı, yoksa annesinin dediklerini duyunca mı ağlamaya başladığımı anlayamadım.
Kedim göz yaşlarımı yalamaya başladığında daha çok ağlamaya başladığımı hatırlıyorum, ama, tam olarak neden o kadar çok ağladığımı anlayamıyorum.
Beni seven herkes kızarken bana ağladığım zamanlar, minicik bir kedi kızmadan sakin sakin yalıyor gözyaşlarımı.
Üç buçuk aylık bir kedi yavrusunun yaptığını, diğer sevdiklerimin yapmamasına mı ağlıyorum acaba?
Anlamaya çalışıyorum.
Ama önce Jack'in kim olduğunu anlatmam lazım.
Jack, yönetmenliğini Francis Ford Coppola'nın yaptığı, Robin Williams'ın normalden dört kat hızlı büyüyen bir çocuğu canlandırdığı karakterin adı.
Jack on yaşındayken kırk yaşında gösteriyor. Ailesi onu okula göndermeyip eve öğretmen çağırıyor. Çünkü okulda çocukların onunla alay etmesinden korkuyorlar!
Filmin sonunda kazanan Jack oluyor tabii. Okula gidiyor, alay ediliyor, acı çekiyor, sonra kabul ediliyor, mutlu oluyor.
Yaşıyor yani.
Ben, ailenin biricik, sevgili çocuklarının üzülmesinden korkmalarına takıldım.
Üzülmesinden korkuyorlar ama kendilerinin sebep olduğu üzüntünün adeta farkında değiller. Aslında farkındalar tabii.
Yani kendileri diledikleri kadar üzebilirler Jacki'i, yeter ki başkaları üzmesin.
Ben böyle yorumluyorum.
Başka nasıl yorumlanabilir? Düşünüyorum, düşünüyorum başka türlü yorumlayamıyorum.
Kendileri üzdüğü zaman savunmaları hazır çünkü, "Onun iyiliği için yaptık!"
Bu onların acı çekmesine engel oluyor çocuklarına çektirdikleri acı için.
Oysa başkaları üzse çocuklarını, onunla birlikte acı çekecekler. Aslında acı çekmekten korktukları için çocuklarına acı çektirdiklerinin farkında bile değiller.
Belki de çocuk o acıyı çekmeye razı.
Çünkü hiç bir insana sevdikleri kadar acı çektiremez hiç kimse.
Burada "insan" ben oluyorum. Çünkü bana sevdiklerim kadar, hiç bir yabancı acı çektirmedi bugüne kadar.
Jack'ten bana nasıl geldim anlayamadım, sanırım her hangi bir şekilde çoğunluktan farklı olanlarla hemen özdeşleşiyorum.
Her zaman farklılık yüzünden olmuyor tabii ki bu özdeşleşme.
Bazen de aynılık yüzünden oluyor.
Jack'ten sonra izlediğim bir dizide burjuva bir aile tarafından işten atılan aşçı kadın ağlarken de ağlamaya başladım çünkü.
"Bu kadar kolay mı?" diye diye ağlıyordu; otuz yıl emek verdiği insanların onu tek cümleyle atmasına haklı olarak içerliyordu.
En trajik işten atılmamı hatırlattı o kadının işten atıldıktan sonra, "Bu kadar kolay mı?" demesi.
Ben de aynı şeyi söylemiştim çünkü atıldığımda.
"Düşünceye özgürlük" kampanyalarının yeni başladığı bir dönemdi. Bu kampanyadan en çok söz eden radyolardan birinde kadın programı hazırlıyor ve sunuyordum.
O radyoya başka bir radyodan transfer olmuştum üstelik.
Mehtap Kandemir, o günlerde Türkiye'de emeklilik hakkı için başvuran ilk seks işçisiydi. Programın o gün konuğu oydu. Programdan sonra ev döndüğümde radyodan bir telefon geldi.
Genel yayın yönetmeni, "Programa makul ve mantıklı konuklar çağırmıyorsunuz, okun ucunu devletten çok erkeklere yöneltiyorsunuz, erkeklerin sorunlarına hiç yer vermiyorsunuz, programınıza son verildi," dedi.
"Bu kadar kolay mı?" demiştim o zaman işten atılışımı bir arkadaşıma anlatırken.
Televizyonda kadın ağlarken o zaman ağlayamadığım atılışıma mı ağladım, beni atanların bana benzediğini sandığıma mı bilmiyorum.
Çok tuhaf geldi birden, ağlıyorum, ağlıyorum neden ağladığımı anlamıyorum.
Yazarken bunları neden öfkelendiğimi de...
Genellikle yazarken öfkem azalır, dağılır ya da yok olur, ama bu kez işe yaramıyor yazmak.
Yazıya ara verdim.
Gittim Kabataş'a; deniz kenarında çay içip, martıların ve dalgaların sesini dinleyerek öfkemden kurtulmaya.
Soğuktu.
Arabanın içinde üşüdüm.
İçeriye girdim. Kocaman bir sobanın başında oturmuş tavla oynuyordu garsonlar.
Oturdum ben de oynadım.
Üç garsonla oynadım.
Çok eğlendim; kazanmak için oynamamıştım çünkü.
Ama hepsinde ben kazandım. (NG/NM)