Özer abinin ölümüyle ilgili haber de belleğimde böylesi bir kodu çözümledi, geçmişten bir kapı araladı.
İçim cızzz etti.
Bir Ramazan sonu, bayram arifesinde Müjdat Gezen ve Mustafa Alabora'yla gittiğimiz Yalova'da, Müjdat Gezen'in annesinin evinin hemen altındaki sokakta rastladım. Elini öptüm. Emekli olduktan sonra Yalova'ya yerleştiğini öğrendim.
Zaman zaman aklıma gelir, "şimdilerde nerde, ne yapıyor?" diye düşünürdüm.
Daha yeni aklımdan geçirmiştim.
Derken ölüm haberini aldım.
Çok geç duyduğum için onu yolculamaya gidemedim.
Gitmek isterdim...
Özer abiyi, Zonguldak'ta, Genel Maden-İş Sendikası Başkanlık danışmanı İsmail Perk'in odasında tanıdım ilk. Şükran Somer'le (Ketenci) birlikte geldiği Zonguldak'ta, maden işçilerine ilişkin bir haber üzerinde çalışıyorlardı.
İsmail Perk mi yoksa Özer abi mi bende bir ışık gördü bilemem, hemen o gün telefonlarımı almış,
"Seni gazeteye Zonguldak muhabiri olarak önereceğim. Ne dersin?" demişti.
Tabii "Allah"dedim. Körün istediği bir göz, vermiş ona iki göz, hiç hayır denir mi? Öyle ya, evden kaçıp kaçıp, İstanbul'da film, tiyatro festivalleri izlemeleri sona ermişti artık.
"Bir ayağım İstanbul'da oldu mu, sırtım yere gelmez" diye düşünüyordum. Bana çok uzun gelen o bekleme süreci bittiğinde, İstanbul'a giden otobüsün bileti, ön koltuğu işaret ediyordu.
Hem yerel gazetede çalışıyor, hem de Milliyet'in muhabirliğini yapıyordum. Özer abiyle zaman zaman konuşuyor, özellikle sendikal habercilik konusunda staj görüyordum adeta.
O tarihlerde "Sendika" ve "İşçi hakları" denince akla gelen iki isimden biri Özer abi olduğu için, (diğeri Şükran Somer) onun referansı önümü de ufkumu da açıyordu.
Sonra ne olduysa büyük gazetelerin "sendika haberler"i köşeleri kuşa döndü, ardından da sendika haberciliği diye bir şey kalmadı. Aslında bunun nedenini anlamak hiç zor değil. Örneğin Özer abinin Zonguldak'a geldiği tarihlerde, yerüstü ve yeraltı olmak üzere madenlerde 40 bin civarında işçi çalışırdı. 2003 yılı verileri baz alındığındaysa bu rakamın 14 bin 062'ye düştüğü görülür.
Sonra İstanbul'a geldim. Özer abiyle aynı gazetede çalışmaya başladık. En güzeli de; Özer abi başta olmak üzere, Pınar Türenç, Metin Özyıldırım, Abdullah Öğülmüş, Tunca Bengin ve bir çok ismin desteğini gördüm.
Hükümetlerin "işçisizleştirme-sendikasızlaştırma" politikaları, doğal olarak medyada da "işçi" ve "sendika"lar konusundaki uzman muhabirlikleri de gündemden düşürdü.
Bir iki örnek dışında.
Özer abi de o tarihlerde Milliyet'ten emekli olanlardan sanırım.
Bugün herşey farklı.
Ulusal basın bir gayya kuyusu.
Kimse yerini, konumunu ve işini garanti görmediğinden kimseye "el verme" gibi lüksleri kalmadı. Kaldı ki el verilecek idealist gazeteci sayısı da bir elin parmakları kadar. Geri kalan eş, dost ve akraba.
Yani, "körler sağırlar, birbirini ağırlar" durumu.
Ne zaman ki basındaki usta-çırak ilişkisi yokoldu, işte o zaman gazetecilik değerleri de zedelendi kanımca. Ama biliyorum ki, Özer Oral bugün de olsa aynı şeyi yapardı. Bir gencin yolunu açar, ufkunu genişletir, belleğini zenginleştirirdi.
Özer Oral'ın başında kasketi ve krem rengi pardösüsüyle anımsıyorum. Ya Nuruosmaniye'deki Milliyet'in merdivenlerini ağır ağır çıkarken, ya da yemekhane de rastlaştığımızda. Hatırımı sorar, "Memnun musun Zonguldak'tan ayrıldığına?" derdi. Sessiz, sakin, ciddi, öğretmeyi, yol göstermeyi seven, gülüşü içtenlikli, esprili bir gazeteciydi. Hocamdı, ustamdı. Üzerimde emeği vardır. Yerel gazeteciyken, İstanbul'a gelip, ulusal gazeteciliğe geçmeme yol açan mesleki yolculuğumun ilk durağıdır Özer Oral. Bana ilk el veren'dir, yol veren'dir.
İyi yolculuklar hocam.
Üzerine yıldızlar yağsın. (AD/YS)