Açlık grevi yapan tutuklulardan bazılarının hastaneye kaldırılmasının gündeme gelmesi üzerine İsrail Sağlık Bakanı Danny Naveh İsrail Ordu Radyosu'na şöyle dedi: "Bu katillerin hastanelere alınması sonucu hastanelerimizdeki hastaların ve sağlık elemanlarının hayatlarının tehlikeye atılması, kabul etmeye hazır olduğum bir durum değil."
Grevcilerin hastanelere alınmaması ve gerekirse tedavilerinin cezaevlerinde yapılmasını isteyen Naveh'in bu açıklamasından bir hafta önce İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Zahi Hanegbi de, "Bir gün, bir ay ya da ölene kadar açlık grevi yapabilirler. Açlıktan ölmeleri umurumda değil" demişti.
İsrailli yetkililer, açlık grevlerinin tutukluların militan gruplarla daha rahat haberleşmek amacıyla tezgâhladığı bir oyun olduğunu söylüyorlar.
Bu arada İsrail'deki Cezaevleri Müdürlüğü yetkilileri, açlık grevlerinin sona erdirilmesi için İngilizler tarafından 70'lerde ve 80'lerde İrlandalı açlık grevcilerine karşı kullanılan psikolojik yöntemlerden faydalanmayı düşündüklerini bildirdiler. 16 Ağustos'ta yaptığı açıklamada bir yetkili şöyle diyordu: "Kullanmayı düşündüğümüz yöntemlerden biri, açlık grevi yapılan cezaevinin önünde mangal yapmak."
Belki bu cümle, politik vicdan, demokratik kararlılık, hoşgörü, hatta en basitinden "beşerilik" açısından, "küresel olarak" nereden gelip nereye gittiğimize işaret eden bir "gösterge"dir.
Dün ile bugün arasındaki fark nedir? Yarın, "bugün" nasıl olacaktır?
1984'ün Türkiye yüzü
İsrail Cezaevi Müdürlüğü yetkilileri, "İngiltere deneyimleri"nden öğrendiklerinden fazlasını "Türkiye deneyimi"nden, 12 Eylül sonrası süreçte Türkiye'deki cezaevlerinde görev yapan "uzmanlar"dan öğrenmiş olabilirler. Ya da bütün bunlar, Türkiye, İsrail, İngiltere veya Amerika Birleşik Devletleri'ndeki (ABD) "uzmanlar"ın zaten hep beraber öğrendiği, hep beraber uyguladığı şeylerdir.
Türkiye'de 1984'de yapılan ve 75 gün süren bir açlık grevi, işkence, ziyaret engeli, revire ve havalandırmaya çıkma yasağı, soyularak arama ve tek tip elbise zorlaması gibi insanlık dışı uygulamaların ve dayatmaların sona erdirilmesini hedefliyordu. Abdullah Meral, Haydar Başbağ, Fatih Öktülmüş ve Hasan Telci adlı tutukluların yaşamını yitirdiği açlık grevine Metris Cezaevi'nde katılan ve o sırada 23 yaşında olan Zeynel Polat'ın gazeteci Ertuğrul Mavioğlu'na anlattıkları arasında şunlar da var:
"Bazı açlık grevlerinde hücre mazgallarımızın önüne köfteci tezgâhı getirip köfte kızartmışlardı. Mazgal deliğini açıp kokuların içeri gelip bizi etkilemesi için özel olarak uğraşmışlardı. Hastanedeyken başımızın ucundaki komodinin üzerine kokusu tüten sıcak yemekler bırakıyorlardı. O kadar saygısız ve iğrençtiler.." (Asılmayıp Beslenenler, s. 77)
1984 yılında basına, özelikle de dünya basınına yansıması hiç de istenmeyecek bir "psikolojik yöntem"i kullanmayı düşündüklerini, 2004 yılında İsrail'den bir yetkili göğsünü gere gere dünya basınına açıklayabiliyor. Bu, herhalde, politik vicdan ve beşerilik açısından bugün varılan sefalet noktasını gösteriyor.
Yeni bir devlet doğarken dikkat etmek gerek. Çünkü doğum anında dikkat edilmezse, daha sonra bu devletin tabiatını anlamak imkânsız olabilir. Yeni devletin temsilcileri, devlet ile ilgili hızla milyonlarca efsane üretecektir. Bu güce sahip olacaklardır. Devletin varlığı ile çıkarları arasında bağlantı bulunan kişiler tüm güçleriyle efsane üretimine destek olacaktır.
Şirketler, bankalar, devletin birimleri buna yardımcı olacaktır. İletişim aygıtları yardımcı olacaktır. Okullarda çocuklara bu devlet ile ilgili birbirinden ilginç ve pırıltılı şeyler öğretilecek, hergün gazetelerde devletle ilgili birbirinden pırıltılı konulara değinilecektir. Yıllar geçse de, devlet artık iyice yaşlandığında bile, efsane üretimi, onu pırıltılı giysilerle sarmalayıp bir defileden öbürüne koşturma işi devam edecektir.
İsrail devletinin doğumundan itibaren yaşananları adım adım izlemeden sadece bugüne bakanlar ve sadece belirli haber kaynaklarına kulak verenler için, oradaki cezaevlerine politik tutuklular değil de "teröristler", "medeniyet düşmanı caniler", "anti-semitistler" kapatılmış olabilir.
Bugünün Türkiyesi'nde 1980'lerin izleri görülmeyebilir. Ya da 1984'de Türkiye'de yaşananlar için, "O zaten darbeden hemen sonraki dönem" diyerek bugünle 20 yıl öncesi arasında bir "kopma" hayal edenler çıkabilir.
Ama hayır, 1984 diye yanlış anlaşılmasın. Çok daha yakın bir geçmişte, 24 Eylül 1996'da saat 14:30'da Diyarbakır Cezaevinde maltadaki tutuklulara iki yönden saldıran 70-80 askerin 10 tutukluyu öldürüşü, olayı mazgaldan izleyen Mehmet Hanefi Işık'ın tanıklığından öğrenilebilir. (Asılmayıp Beslenenler, s. 195-198)
Orwell'in 1984'ü: En güzel bayrağı kim asacak?
Hayal ürünü bir 1984'de ise yazar George Orwell, insanların yeterli yiyecek bulamadığı, düşünmenin en büyük suç kabul edildiği, aşkın da düşünme ile birlikte büyük suç kabul edildiği, gazetelerde yayınlanan haber ve bilgilerin "geçmişe doğru tashih edildiği", gerçeğin gözle görülen değil "yukarıdan aşağıya dikte edilen" şeyler olduğu bir dünyada bir "yemekhane sahnesi" tasvir etmektedir.
Bu kâbus dünyasında o dünyanın insanları, en azından bir bölümü, kâbusta değil cennette yaşadıkları izlenimi yaratmakta, o dünyanın "tek iyi dünya" olduğu "gerçeği"ni birbirlerine haykırmakta, "en büyük bayrağı asma" yarışına girmektedirler.. Bu "bayrak asma" işinin nasıl şevkle yapılması istenen bir iş olduğunu, "yemekhane sahnesi"nde Parsons'ın telaşından anlarız. Parsons yemekhaneye girer:
"Onları neşeli bir 'Meraba, meraba'yla selamladı ve yoğun bir ter kokusu saçarak masaya oturdu. Pembe yüzü boncuk boncuk terle kaplıydı. Terleme gücü olağanüstüydü. Toplum Merkezi'nde masa tenisi oynayıp oynamadığı raketin sapındaki nemden hemen anlaşılabilirdi. Bu arada Syme, üzerinde uzun bir sütun halinde kelimelerin sıralandığı bir kâğıt çıkarmıştı; parmaklarının arasında bir dolmakalem, kâğıttakileri inceliyordu.
Parsons Winston'ı dürterek, 'Şuna bak, yemek saatinde bile nasıl çalışıyor' dedi. 'Ne kadar hevesli, değil mi? O elindeki ne? Benim kafamın basmayacağı kadar ağır şeyler galiba. Smith, neden peşinden koşuyorum biliyor musun? Bana vermeyi unuttuğun şu bağışla ilgili.'
'Hangi bağış?' dedi Winston. Eli otomatik olarak cebindeki parayı yokladı. Herkesin maaşının yaklaşık dörtte biri gönüllü bağışlara ayrılmak zorundaydı. O kadar çok bağış türü vardı ki, hesabı tutmak kolay değildi.
'Nefret Haftası için. Evden eve fonunu biliyorsun. Ben bizim bloğun tahsildarıyım. Canımızı dişimize taktık. Müthiş bir şov yapacağız. Bak sana diyorum, bizim Zafer Malikâneleri tüm caddedeki en büyük bayraklarla donatılmış olmazsa, bunun suçlusu ben olmayacağım. Bana iki dolar söz vermiştin.'" (1984, George Orwell, s. 56, Signet Classic)
Gazete vitrininde bayrak yarışı
Edebî kurgular, hayal gücünü zorladığı sanılan fanteziler bile, gerçekte yaşanan koşuşturmanın yanında sönük kalabilir.
Temelleri ve iskeleti 1980'de bir kez daha ve çok güçlü bir biçimde tadil edilen Türkiye politik yapısının bugününde, "bayrak yarışı"nda "birincilik" payesi bir gazete yöneticisi tarafından Ağustos'un son günlerinde, bir bankaya uygun görüldü.
Hürriyet'in yöneticisi Ertuğrul Özkök'ün, "Türk bayrağını dalgalandırma" alanında bir bankayı vitrinine koyması, ardından da bayrağı filan bırakıp o bankaya methiye düzmeye başlaması, Orwell'in Parsons'ı o kadar güçlü bir biçimde terletmesinden ve bayrak için bağış toplamaya koşturmasından daha ilginçti:
"Hürriyet Cuma'yı yapan arkadaşlarıma uzun süreden beri bir teklif yapmayı düşünüyordum. Onu bugün köşemden yapıyorum. Lütfen, 'En güzel 10 Türk bayrağını' seçin. Bu 10 bayrağı belirleyecek jüride yer almaya da adayım. Ama seçtiğim dört bayrağı şimdiden ilan ediyorum. İkisi sivil, ikisi askeri. Bana göre bugün en güzel bayrak, Türkiye İş Bankası'nın İstanbul'daki genel merkez binasının tepesinde dalgalanan Türk bayrağıdır."
İkisi askerler, ikisi de şirketler tarafından asılan Türk bayraklarını vitrine koyan Özkök, "devletin sivil kanadı"nı ise tek cümleyle sınıfta bırakıyordu: "Devlet kurumlarının hiçbirinin önünde beni etkileyen bir bayrak yok.."
Yeni bir dünya devletinin doğması için özellikle ABD tarafından yoğun çabaların harcandığı günümüzde, Özkök'ün "iki asker, iki şirket" denklemi ve "ulusun kıvancı" bayrağın en fazla bir bankanın gönderinde dalgalandığında heyecan yaratması, üst bir bilinçliliği yansıtıyor olabilir. Efsanevi "kıvanç nesnesi", 2004 şartlarında bundan daha anlamlı bir konuma oturtulabilir mi? Kumbara ve kasa hikâyeleriyle birlikte?
Devletle birey arasında sonsuz çatışmanın yaşandığı ve bu çatışmalarda bir "küresel konsolidasyon" evresine girilen 1984-2004 sürecinde "birey"i ve "bireyin meşruiyetleri"ni hangisi temsil ediyor? Tek tip elbiseye direnen politik tutuklu mu? Onu köfte kızartarak baştan çıkarmaya çalışan görevli mi? Filistinli tutuklu mu? İsrail hükümetinin bakanı mı? Yoksa gazete yöneticisi Özkök ya da "bayrağa-tapan-karakter" olarak "Parsons" mı?
Son: Oğlum BarışaRock'un yapıldığı enfes ormanın ortasında, birkaç küçük çadır ve tahta sıraların yanında çatılmış kırmızı bayrakları göstererek, "Bu bayrak ne bayrağı?" diye sordu. Ona o an, "bir politik görüşün simgesi" dedim geçtim. Kırmızı renkli bayrağın, emeğin değerini, gücünü ve emeği ile yaşamaya çabalayan bireylerin dünyayı değiştirme ve yönetme meşruiyetini temsil ettiğini... bunları temsil ettiği sürece insan zihnini adaletsizliğin sistemleştirilmesine karşı tetikleyen ve kalbi heyecanla dolduran bir simge olabileceğini... ama asla tapılacak bir fetiş olmadığını... imkân bulursam biraz daha büyüdüğünde ona söyleyeceğim.) (ŞA/BB)