Gazeteci, yazar, öykücü, yönetmen ve senarist Işıl Özgentürk ile “Tanık Olduğum Hikâyeler - Canım Ciğerim Röportajlarım” adlı anı kitabı üzerine söyleştik.
Yakın zamanda Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan kitap, Özgentürk’ün 50 yıllık tanıklıklarından damıttığı insan hikâyelerini konu alıyor.
Yaşar Kemal ve Fikret Otyam’ın izlerinden yürümeye çalıştığını belirten Özgentürk’e göre, “bir röportaj görünenin arkasındaki gerçeği çarpıcı bir biçimde anlatabilir.”
"Röportaj edebi bir olaydır"
Nereden başlasam bilemiyorum. “Tanık Olduğum Hikâyeler - Canım Ciğerim Röportajlarım” kitabınızda o kadar çok hikâye o kadar çok röportaj var ki sanırım bu hikâyeler elli yıllık yazım hayatınızda önemli bir yer tutuyor. Koskoca bir zaman ve siz hiç durmadan nerede bir acılı olay var, nerede bir göçük var, nerede bir direniş var hep oralardasınız. Koskoca Türkiye haritasında işaretlesek gitmediğiniz yer kalmamış. Bence sizin en sevdiklerinizle başlayalım.
Evet, koskoca bir ülke ve koskoca bir zaman parçası, yaklaşık elli yıl. Bunları toplarken benim de başım döndü. Hepsi de gazetem Cumhuriyet’te yayımlandı. Ve epeyce bir röportajı kullanamadık aksi halde kitap bin sayfa olacaktı. Örneğin, “Üniversiteliler neler anlatır?”, “Yavru Vatan Almanya”, “Ülkemin cinsellikle imtihanı” röportajlarım bu kitapta yok. Şimdi şöyle başlamak istiyorum. Artık kitaptaki röportajların benzerlerine şimdilerde rastlamak zor. Oysa bir olayı anlatmanın, insanlara ulaştırmanın en etkili yollarından biri röportajlardır. Ben gazeteciliğe başladığımda gazetelerde uzun röportajlar yayımlanırdı. Özellikle Yaşar Kemal ve Fikret Otyam’ın röportajları benim kuşağıma Türkiye’yi tanıtmıştır. Ben onlara ‘Pirim’ derim ve izlerinden yürümeye çalıştım. Yaşar Kemal’in dediği gibi, röportaj edebi bir olaydır. Şimdilerde bu tür röportajlar yapılmıyor, sosyal medya ve televizyon öne geçti. Hâlbuki bir röportaj görünenin arkasındaki gerçeği çarpıcı bir biçimde anlatabilir. Bölgeyi, insanlarını bizlere tanıtabilir.
Beni diğerlerinden daha fazla etkileyen birkaç röportajı nasıl yaptığınızı anlatabilir misiniz? Örneğin, “Uludere’de (Roboski) Yer Gök Ağlıyor”, sonra “Karadeniz’in Amazon Kadınları” ve “Soma: Bir Ölüm Havzası”. Özellikle Soma’da ölen babasına mektup yazan çocukların mektuplarını okurken gerçekten ağladım.
Bir okurum bana şöyle demişti: “Bazı yazılarınızda hüngür hüngür ağlıyorum.” Ben de yanıt vermiştim: “Kimseyi ağlatmak istemiyorum ama hissettiğimi, yaşananları yazıyorum, özür dilerim.” Okurum boynuma sarılıp şöyle devam etmişti: “Yaz, hem de çok yaz, acı bize dokunurken, insan olduğumuzu anlıyoruz.”
Gerçekten bazı röportajlarımı başkası yazmış olsa ben de okurken ağlardım. Şimdi onlardan bir tanesinden söz edeyim. Uludere’de (Roboski) Yer Gök Ağlıyor (27-28.02.2012) röportajından. 28 Aralık 2011 gecesi Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu köyünde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınırda F-16 uçaklarıyla yaptığı bombardımanda 34 sivil öldü.
Çoğunluğu bilgisayar borçlarının taksitlerini ödemek için kaçağa giden çocuklardı. Oraya ilk giden gazeteci bendim. Ve yazdıklarım Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde mağdurlar lehine tanıklık etti. Yerin göğün ağladığı Uludere Katliamı’nı yazarken çok ağladım. Ve lanet olsun davalar hala sürüyor. Orada çocukları ölen analar, katırlara sarılmış çocuklarını nasıl kucakladıklarını anlattılar, köyde arkadaşları bombalarla ölen çocuklar taksitleri ödenmemiş bilgisayarlarına artık dokunamadıklarını söylediler. Kaçağa gidenlerden bölgedeki tüm askeri kuruluşların haberi vardı. Bombalamayı durdurmaya çalıştılar ama bombalar devam etti. Ambulanslar yedi saat sonra geldi. Orada her şey ölümdü. Onlar anlattı, ben de yazdım.
"Sadece küçük bir not defterine adları yazarım"
Sizin hiç teyp kullanmadığınızı öğrendim. Sürekli not mu alıyorsunuz, nasıl oluyor?
Hemen kısaca cevaplayayım. Pirlerim Yaşar Kemal ve Fikret Otyam asla teyp kullanmazlardı, ben de onlardan öğrendim. Teyp kullanmam. Çünkü olayla arama giren mekanik bir olaydır. Ben sadece küçük bir not defterine adları yazarım. Çünkü adları değiştirmek gibi bir özelliğim var, mutlaka adları yazmalıyım. Şimdi gelelim Sinop’un Gerze ilçesinin Yaykıl köyünün Çakıroğlu mevkiinde Anadolu Grubu’nun yapmak istediği termik santrale karşı özellikle kadınların başı çektiği direnişi yazdığım “Karadeniz’in Amazonlar Kadınları” röportajıma. Övünmeyi sevmem ama bu röportajımla övünürüm.
Orada köyün hemen girişinde kurulan direniş çadırında günlerce yaşadım, santralin yapacağı tahribatı en bilgili insanlardan öğrenip yazdım. En önemlisi kadınların nasıl bir dayanışma içinde olduklarını gördüm. Kızların, “Biz düğünümüzde beyaz giymek istiyoruz!” diye haykırarak jandarma dayağı yiyen, biber gazından gözleri kapanan kadın-erkek tüm direnişçilerin yaralarını nasıl sardıklarını gördüm. Çadırda doğan kedinin, adı ‘Direniş’, nasıl sevildiğini gördüm. Yazdıklarımdan sonra Anadolu Grubu’ndan Efes Pilsen beni toplantıya çağırdı. Bu arada bölgede Efes Pilsen birası boykot edilmişti. En yetkili kişilerden öğrendiğim bilgileri sıralayınca söyleyecek söz bulamadılar. Ardından Anadolu Grubu’nun kurucusu Tuncay Özilhan’a, benim iktisattan sınıf arkadaşım olur, açık bir mektup yazdım ve adlarının “Anadolu Grubu” olduğunu hatırlattım. Sonuç, termik santralden vazgeçildi.
“Bir Ölüm Havzası Soma” da acılı röportajlardan biriydi ve orada gördüklerimle yetinmek olayı hafife almak olurdu. Bana yol gösteren yaşlı bir nine olmuştu. Şöyle dedi: “İnsanlar, ‘Madenin her an patlayacağını bilerek erkekleriniz orada neden çalışıyorlardı?’ diye bize soruyorlar. Söyleyeyim, biz tütün işçisiydik. Aha bu traktör o zamanlardan kalma, sonra yabancı sigara şirketleri rüşvet verdiler ve tütüne kota kondu. Kadın-erkek işsiz kaldık, ölüme terkedildik, sonunda bu ölüm madenine muhtaç olduk.” İşte hikâyeyi hikâye yapan budur. En önemlisi insanlar haksızlığı ortaya çıkarmaya çalışan avukatlara kapılarını açmıyorlardı. Çünkü daha ilk günden madene işçi toplayan elçiler kapı kapı dolaşıp “İstanbul’dan, Ankara’dan gelenlere aldanmayın, onlar sizin paranızın peşinde, onlara imza atan şirketten beş kuruş alamaz!” diyordu. İşte bunlardan söz etmeden Soma’yı anlatamazsınız.
"Hayat her zaman sanattan bir adım önde"
Konuşmamızın başında da söyledim, bir Türkiye haritası bulup işaretlesek gitmediğiniz kent, kasaba olmadığını görürüz. Özellikle gittiğiniz her yerde öyle renkli insanlar, öyküler anlatıyorsunuz ki acaba diyor insan, birazcık hikâye yeteneğinizi mi kullanıyorsunuz, bu kurgu mu?
Ayşen sen de az değilsin. Evet, gittiğim her yerde hikâyeler ve insanlar beni bulur. Bunu bana arkadaşlarım da söyler: “Her yerde hikâye seni buluyor.” Bilmiyorum sadece pamuk toplayan kadın işçilerle, mahpustaki kadınlarla, grev alanlarındaki kadınlarla değil evlerinin kapısında oturan yaşlılarla da sokakta top çeviren çocuklarla da kahvede okey oynayan ya da ölüm orucuna yatmış erkeklerle de anında etkileyici bir sırdaşlık kurarım. Belki de bu işi yıllar içinde geliştirdim. Sadece konuştuğum kişi değil çevre de beni ilgilendirir. Örneğin Hacıbektaş’ta çok iyi ağıt yakan bir kadından söz ettiler, ben de “Haydi ona gidelim,” dedim. “Ama o artık hiç konuşmuyor,” dediler, “Çünkü oğlu dört gün önce aşık olduğu kız başkasına verilince intihar etti”. “Olsun tanrı misafiri olalım,” dedim. Gittik. Yas tutan acılı anne kapıyı açtı, bizi buyur etti. Oturduk. Kimse konuşmuyor. Bekliyoruz, beklemek epey uzun sürdü, kimse ama kimse hiçbir şey yapmıyor, ben içimden “Bu böyle olmaz,” dedim ve acılı annenin yanına gidip “Başınız sağ olsun,” diyerek ona sarıldım ve acılı anne ağlamaya başladı. Sonra beni pencereye götürdü, tam o sırada pencerenin önünden bir kuş uçtu. Kadın gökyüzüne bakarak, “İşte oğlum da bu kuş gibi bir kır atın üstünde uçup gitti,” dedi. Ve yürek burkan bir ağıta başladı. Şimdi ben bunu uydurabilir miyim? Hayat her zaman sanattan bir adım öndedir. Pamuk tarlasında birlikte pamuk topladığım kadın işçiler bana takılıp durmuşlardı: “Kız İstanbul’dan geliyorsun, bir iki yakışıklı getirseydin ya.” Ben ülkemin kadınlarından çok şey öğrendim. En acılı anlarında bile gülmeyi unutmuyorlar. Öyle ezik filan da değiller. Çok güçlüler! Onları seviyorum.
"Pürdikkat karşınızdaki kişiye odaklanın!"
Sevdiğiniz kentleri, sevdiğiniz insanları anlatırken gerçekten bir sevgi seline kapılmışsınız gibi hissettim. Hafize Nine’nin gelinlerine inat yüz merdivenli antik kent, Arikanda’nın tepesine çıkıp amfitiyatroda Gürer Aykal’ın yönettiği orkestranın çaldığı Mevsimler Senfonisi’yle büyülenmesine bayıldım. Sarıkamış’ın tepelerinde teleferikte yabancı dostlarla söylenen Enternasyonal gerçek olamaz gibi. Van zaten sizin aşkınız, Seferihisar’da adeta bir salyangoz mutluluğu yaşıyorsunuz. Tuncel Kurtiz, Tarık Akan, Sennur Sezer, İlhan Selçuk ve daha nicelerini öyle içten, öyle samimi anlatıyorsunuz ki onları sevmemek mümkün değil. Bu işin sırrını söyleyin lütfen.
Bu işin bir sırrı yok. Ama özellikle gazeteci olmak isteyen genç arkadaşlarıma şunları söyleyebilirim: Yaptığınız işi sevin, kolaya kaçmayın ve asla tembellik etmeyin. Bir röportaja giderken gideceğiniz bölgeyle ilgili araştırma yapmadan gitmeyin. Nesi meşhur, o bölge hangi acılardan geçmiş. Diyelim deprem bölgesine gideceksiniz, ben gittim ama yaptığım röportaj bu kitapta yok, daha gitmeden Garamaraş (Karamaraş) denilen bir bölgenin tarih içinde tam beş kez yıkıldığını, orada yerleşim yapılmaması gerektiğini öğrendim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu tespit edilmiş; Demokrat Parti, ANAP belediyeleri iskâna izin vermemiş ama Refah Partisi belediyesi orayı iskâna açmış. Tarikatların kurdukları kooperatifler 12 katlı, beş büyük blok apartman yapmışlar. Ve keşke bunu duymasaydım, o blokları Alevi yurttaşlara satmama kararı almışlar. Nedeni basit, Maraş’ta yaklaşık 125 kişinin öldüğü bir Alevi katliamı yapıldı. Ardından pek çok Alevi yurttaş kenti terk etti. Bunu da bileceksiniz. Evet sonra ne olmuş, bloklar kağıt gibi göçmüş ve 15 bin kişi ölmüş. Bilimin inkâr edilmesinin kötü bir sonucu. Doğayla inatlaşamazsınız. İnatlaşacaksanız, eski Ermeni evleri gibi her şeyi taştan yapacaksınız. Onlar dimdik ayaktaydı. Bir örnek daha verelim, bölgeye gitmeden önce biliyorsunuz, İskenderun Limanı on gün boyunca yandı, itfaiye yanaştırılmadı, denizden gelen kurtarma gemileri geri gönderildi. Orada on gün boyunca ne yandı? Bu sorunun yanıtını bulmalısınız, konteyner demirden yapıldığı için yanmaz, peki ne yandı? İskenderun’da her rastladığıma bunu sordum, herkes suspus. Sonunda bıçkın bir adam dayanamadı: “Yani yangın bir iki gün daha sürseydi hepimiz kafamız iyi dolaşırdık.” İşte ne kadar gizlerse de ilk ağızdan yanıt.
Röportaj yapmak için henüz PKK olmadığı zamanlarda kaçakçılarla görüşmek için Güneydoğu’ya gitmiştim. Kimi yerlerde turist taklidi yaptım, çocukların çevremi kuşatıp “mani mani” demelerini hiç unutamam.
Evet ayrıca keyifli röportaj yapmak, hikâyeler dinlemek istiyorsanız, pürdikkat karşınızdaki kişiye odaklanın! O kişi size hiç ummadığınız hikâyeler anlatır ve günün sonunda keyifli, sizi de mutlu eden sözcüklerle hikâyeler yazarsınız. Bunun keyfi hiçbir yerde bulunmaz.
Çok teşekkür ederim.
Bu röportajı çok sevdim. Kolay gelsin.
***
Tanık Olduğum Hikâyeler - Canım Ciğerim Röportajlarım/Işıl Özgentürk/377 s./Cumhuriyet Kitapları/1. Basım/Ekim 2023
Işıl Özgentürk hakkında
Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı, Kadıköy Belediyesi Aile Danışma Merkezi film atölyesinin yönetmeni. Senarist, yönetmen, yazar köşe yazarı.
Aralarında Hançer, Alevin ve Acının İçinden, Büyülü Bir Yolda, Yokuşu Tırmanır Hayat, Al Gözüm Seyreyle, Çocukluk Şarkıları ve Gezi Fısıltıları'nın yer aldığı çok sayıda kitap yazdı. Seni Seviyorum ve İstabul Annendir Çocuğum filmlerini yönetti. Yılanı Öldürseler, At, Bekçi, Su da Yanar, Seni Seviyorum Rosa, Balalayka filmlerinin senaryolarını yazdı.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu.
(APK/VC)