Etnik temizlikten bahsedenler aynı zamanda "biz bu görevi üstlenebiliriz" de diyebiliyorlar. Güney Afrika'da yaşanan ırkçılık bütün dünya tarafından bir problem olarak kabul edilmişti; İsrail'de ise aynı insanlar bunu bir çözüm olarak görebiliyor ve sunabiliyorlar.
Mallarına el konulmasını ve ayrımcılığı gündelik hayatlarında tecrübe etmeyen pek çok başka makul ve mantıklı insan için, istikrar tercih edilebilir ve bir şekilde etik olarak da yüceltilebilir bir paket.
Çünkü "barışın sağlanması" tek başına en önemli amaç haline gelmiş burada yaşayan insanlar için.
Bu nedenle "barış sürecini destekliyoruz" cümlesi "makul insanlar" için bir mantra haline gelmiş. Ne var ki, bir kısım insanla iletişim kurmayı reddetmek, daha geniş bir bağlamda yalnızca bir grup insanla bağlantıda olmayı garanti altına almak için gerekli olabilir.
Ancak bu durumda "iyilik" ve "barış", adalet ve bütünlüğü ikame edemez.
"Dayak yiyen bir kadın, dövülürken çığlık çığlığa bağırarak kocasını küçük düşürmese daha iyi etmiş olmaz mı?" "Neden yalnızca iyi bir anne olmakla yetinmiyor ki?" "Biri onu sakinleştiremez mi?" "İletişim kurmak istediğimiz kişi kimdir?", "Hangi amaçla iletişim kuracağız?" ve "kimin barışı?" gibi sorular (bilmediğimiz bir sürecin içine) sürüklenmek istemiyorsak önemli, eğer sürüklenmek kendi tercihimizse söylenecek bir şey yok tabii ki.
Bir dönem kendisinden uzak duran bütün bir dünyanın bilincinde yer etmiş bir ülkeden geliyorum. Bizler uzun süre "mantıklı" insanların Güney Afrika üzerindeki ekonomik, akademik ve kültürel ambargoları kaldırmak için ellerinden geleni yapacaklarına inanıyorduk.
Şef Albert Luthuli, ulusumuzun Nobel Ödüllü babası daha 1960'ların başında şunları söylemişti.
"Okyanuslar ötesinden bizim için boykotlara katılan insanlara teşekkür ediyoruz[...] Umudumuz şu: Güney Afrika'yı akıllarda tutmak için baskı yapabiliriz ve bu baskıyla Güney Afrika Avrupalı olmayanlara karşı davranış biçimini değiştirebilir...
"Afrikalı insanlar olarak biliyoruz ki, bizler baskı altında yaşayan bir toplum olarak, özgürlüğümüzü acı çekmeden kazanamayacağız. Fakat bizim için bu, bütün dünyadaki özgürlükçü insanların dayanışma içinde olduklarını gösteren bir eylemdir[...] Şiddete karşı olan politikalarımızdan en son sınıra kadar vazgeçmemeliyiz[...]
"Dolayısıyla boykot kararınız için sizlere teşekkür ediyoruz[...], çünkü inanıyoruz ki ticari boykot, milyonlarca Afrikalıyı baskı altında tutan ve ekonomik olarak istismar edenlere karşı anlamlı bir mücadele yürütmemize yardımcı olacaktır." (Boycott Us, Spectator, 12 Şubat 1960, 208)
Yatırımcılar ve turistler, muhtemelen çoğu iyi insanlar, hala geliyorlardı -masum ve "apolitik" olduklarını iddia ediyorlardı ve bizler onları küçümsüyorduk.
"Beyaz" Güney Afrika'nın çağrısıyla geliyorlardı. Paraları ve istedikleri her şeyi yapabilecek özgürlükleri vardı. Beyazların kontrolünde olan Güney Afrika ekonomisinin onlara en az, seks turizmi yapılan diğer bazı ülkelerdeki kadın satıcıları kadar ihtiyacı vardı.
Güney Afrika'dan kendi ülkelerine dönen turistlerin çoğunun kendilerini tatmin eden beden kokularının ötesindeki gerçeklerin farkına varmamaları hiç şaşırtıcı değildi: "Evet, Güney Afrika'ya kendim gittim, ve bütün o propagandalara sakın aldanmayın; Siyahlar orada gerçekten mutlu."
Irk
Amerika'daki her kilise müdaviminin de bildiği üzere ırk kavramı Filistin/İsrail'e özgü bir durum değil. Beyazların çoğunluğu Renkli ya da Siyah kasaba ya da mahallelerdeki kiliselere uğramamışlardır bile.
Renkli ya da Hintlilerin çoğu da Siyahların gittiği bir kiliseye gitmemişlerdir. Irk kavramı bir dogmaya ya da ideolojiye dönüştürülerek yüceltildiğinde ve bu durum hukuk ve kurumlar tarafından sağlamlaştırıldığında -ki ırkçılık tam da budur- korkunç bir durumla yüz yüze kalırız.
Bu durumu yaratan travmanın ne denli gerçek olduğunun bir önemi yoktur. Dışlayıcı dinsel inanışların derinliği de bir anlam ifade etmez. Kendi travmamıza nasıl tepki verdiğimiz ve dünyanın buna karşı gösterdiği ilgisizlik -hakikatte yalnızca sessiz kalsa bile suçlu olan dünyadır- diğerlerini travmatize etmemizi ya da onlara karşı duyarsız davranmamızı meşrulaştırmaz.
Irk kavramı yalnızca ortak bir alanı paylaştığımız ötekine karşı bilgisizliğimizin sesi değildir, aynı zamanda acı çekmeyi ve aşağılanmayı reddetmek için bir zemindir. Çünkü öteki fikri zaten daha geniş anlamda bu dünyada "var olmaya" ilişkin yaklaşımımızın ve kendi travmamızla yüzleşmemizin bir sonucudur.
Bir Güney Afrikalı için deja vu kaçınılmazdır -neredeyse bizden hemen sonra Filistin/İsrail topraklarında yaşananlara bir bakın. Başka bir şekilde anlatacak olursam: Irkçı rejimin baskısı altında ya da diğerleriyle dayanışarak yaşayan -ya da yalnızca hayatta kalan- bir Güney Afrikalı için (bu yaşananlar) dayatılan bir ırkçılık tarafından bir kez daha yaralanmak demektir.
Bir yanıyla, hepimiz kendi tarihlerimizin çocuklarıyız -ne yazık ki kendi öykülerimizin bu genel tarihle ya da diğerlerinin öyküleriyle ne kadar ilişkili olduğundan bağımsız olarak. Üstelik ötekilerin öyküleri tarafından yaralanmayı da bizzat tercih ediyoruz.
Muhtemelen, ötekilerin öyküleri tarafından yaralanabilme yetisidir ahlak dediğimiz şey de. Her zaman gördüklerimiz üzere davranmayı beceremeyebiliriz ama her daim görme özgürlüğüne sahibiz. Yaralanmayı tercih ederiz ve bu tercihin yoğunluğu daha genel bir bağlamda kendi insanlık barometremiz haline gelir.
Kelimeler - Sahipleri Kim?
Postmodernist düşünürler, feministler, özgürlük teologları ve diğer ilerlemeci düşünürler objektiflik mitini hayli zaman önce çürüttüler ve diyalogun bir ön koşulu olarak "açıklık" kavramının altını çizmeye başladılar. "Bize, kendi sınıfına ve toplumsal cinsiyetine ilişkin düşüncelerini anlat." "Hangi camın ardından izliyorsun dünyayı?" O camların inkar edilmesi baskın statükonun kabulü ile eş anlamlıdır.
Bu biraz "insanoğlu" (mankind) kelimesinin mantığına benziyor. Bu mantığın savunucuları şunu söylerler dilin ideoloji-bağımsız bir araç olduğu sanısıyla: "Evet neden kelimeleri politize etmek istiyorsunuz ve dil hakkında insanların midesini bulandırıyorsunuz? 'İnsanoğlu' dediğimizde, elbette kadınları da kast ediyoruz." Sorgulanmadığı taktirde, dil sıklıkla iktidarın aracı olarak işlev görür.
"İnsanlık" gibi alternatif ve daha kapsamlı bir sözcüğün (fazla) "politik" olduğu gerekçesiyle kullanılmaması da gösteriyor ki, dilin tarafsız olduğu yolundaki mit -daha geniş bir toplumsal cinsiyet hareketinin bir parçası olmayı denemektense, 1960'ların sonunda ortaya çıkan hippiler gibi olmaya yönelik nostaljik ve geçici bir hevesin ürünü olmanın ötesinde- çatlak ve yeterli olmaktan çok uzak.
Seks ticaretinin yapıldığı bütün o mahallelerde yürürken, orada yaşayanları "seks turistleri"nin gözlerinden mi yoksa yoksulluklarının kendilerini taşıdığı bir yolda ticari bir meta olarak alınıp satılan seks işçilerinin gözünden mi göreceğim tamamen benim tercihime bağlı.
Filistin/İsrail meselesine, marjinalize edilmiş, istismara uğramış birinin gözleriyle bakmayı tercih ediyorum ve bu bakış açısına ayrıcalık tanıyorum.
Yani buna "seks turizmi" mi demeliyim, "cinsel istismar" mı? Daha da kötüsünü yapıp, bütün bu adları reddederek daha tarafsız görünen bir dil mi kullanmalıyım?: "Biraz eğlenmek" ya da "gevşemek?" Bu tercih, kendinizi bütün bu iktidar yapısı ve ilişkileri içerisinde nereye konumlandırdığınızla ilişkili.
Sıradan, makul, "kalpleri doğru yerde" olan insanların, konu İsrail, işgal ve Filistinlilerin yaşadığı acılar olduğunda kullandıkları kelimeleri duyduğumda şaşırıyorum.
Ve şu anda "makul" olmanın ne anlama geldiği konusunda bazı şüphelerim var. "Objektivite", "ılımlılık" ve "iki taraflı düşünmek" gerçekten anlamlı mı? Ilımlılık, böylesi bir adaletsizlik söz konusu olduğunda bir erdem sayılabilir mi?
Ev içi şiddet söz konusu olduğunda ve bu şiddetten zarar gören kişi kadın olduğunda gerçekten her iki taraf da eşit derecede mi dinlenmeli? Erkeğin bir zamanlar dayak yemiş olması "o da bir kurban" demek için yeterli mi? Neden bir baba ya da koca dün dayak yedi diye bir başkası daha acı çekmek zorunda?
Bu problemi "İsrail-Filistin çatışması"na ya da daha kötüsü "İsrail-Arap çatışmasına" veya "Ortadoğu sorununa" indirgemek, kendi duruşumuz hakkında da bir şey söylemek anlamına geliyor.
Bizim kendi çıkarlarımız ve kendi avuntularımızdır söz konusu olan. Kadına karşı şiddeti tanımlamak erkek partneri yabancılaştırma riskini de taşır. Eğer şiddeti uygulayan koca bizim iş arkadaşımız, patronumuz, ya da velinimetimizse, durum daha da zor bir hal alır.
Dolayısıyla şunu söylemeye başlarız, "Bu işlere karışmak istemiyorum." Ya da yatıştırıcı sözcükler mırıldanarak istismar sorununa dokunmadan durumdan kurtulmaya ve kendimizi kandırmaya çalışırız.
Aslında sorunun tam da ortasındayızdır. Çünkü istismarcı kocayla birlikte çalışırız (ya da onun karısını istismar etmesinden yararlanırız) ve bu kendini kandırışa onun aslında iyi ve medeni biri olduğuna inanarak devam ederiz.
Kendi bütünlüğümüzü sağlayabilmek için "her iki taraf da ayrı hikayeler anlatıyor" deriz. İstismarcıyı kendisi için oluşturduğu saygınlık vitrininden indirmek yerine, sessizliğimizle onun kendi iç bütünlüğüne bir katkıda bulunmuş oluruz (Aslında, kurbanlarla sorgulamadan yapılan dayanışma da bunun bir başka göstergesidir).
Ne var ki onlar, kurbanlar küçük bir azınlık olabilirler: "Yalnızca Yahudilere Naziler tarafından zulüm edilmesine karşı körleşmeyi reddedenler medenidir; yalnızca sessiz kalmayı reddedenler medenidir; tüm diğerlerinin eline öldürülen Yahudilerin kanları bulaşmıştır." "Yahudi-Alman çatışması"ndan söz etmek ya da "Siyah-Beyaz sorunu"ndan, veya "evlilik problemleri"nden, hele bunca adaletsizlik ve aile içi şiddetle yüz yüzeyken çok da büyük bir erdem değil. Bu tam olarak bir kabullenme ve de suça iştirak problemi.
* Ayşe Çavdar'ın Türkçeleştirdiği The Choice to be Struck? başlıklı yazının yazarı Farid Esack, Güney Afrikalı bir akademisyen ve gazeteci. Nelson Mandela döneminde Güney Afrika Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonu üyesi olarak çalıştı. Şu anda ABD, Cincinnati'deki Xavier Üniversitesi'nde öğretim üyesi.