Bunların her birinin kendine has gerçeklik payı olmakla beraber başka ve çok önemli bir tartışmayı ihmal eden bir tarafı da vardı. Savaş başlamadan önce, savaş sırasında ve savaştan sonra hem uluslararası medyada hem de Amerikalı siyasi elitlerin açıklamalarında bize epey tanıdık gelen bir söylemin izlerini görmek mümkün...
Kolonyal söylem karmaşık ve çoğu zaman da çelişkili yapısıyla değişik biçimlerde, farklı anlarda Irak savaşının dilinde de kendini hakim kılıyordu... Sadece savaş değil savaş sonrasındaki 19. yüzyıla benzer kolonyal bir sistemin kuruluşu içinde bu dilin bir ikiliği barındırdığını görüyoruz: Bir yanda "uygar" batı, diğer yanda ise "vahşi" doğu...
Saddam'ın despot yönetimindeki "Iraklılar" savunmasızdı ve mutlaka kurtarılmalıydı. Saddam gidince de Irak'ı sarmalayan kaostan ancak uygar dünyanın rasyonel ve gelişmiş yöntemleriyle yeni bir Irak yaratmak mümkündü... Iraklıları "zavallı, fakir, aciz ve pasif", Irak'ı hastalıklarla dolu, pis, kaotik ve tabii Amerikan ve İngiliz kuvvetlerini "güçlü", "rasyonel" ve "yeniden inşaya ehil" olarak kurgulayan kolonyal söylem bir kez daha modernleşen Avrupa'nın "barbarlara" karşı duyduğu "uygarlaştırma" misyonunu sahipleniyordu...
Ben sunumumda Irak savaşı sırasında üretilen söylemlerin içerdiği kolonyal dili ve bu karmaşık dilin olanaklı kıldığı "yönetilmeye ihtiyacı olan" Irak ve Iraklılar imajını irdelemeye çalışacağım. Küçültme (abjection), değersizleştirme (debasement), naturalization (doğallaştırma), estetize etme (aestheticization), yokluk ve eksiklik vurgusu (negation) gibi retorik stratejileri ve bunların çeşitli güç ilişkileri içinde artikülasyonu incelemeye çalışacağım. Bir kültürün diğer bir kültürü yorumlaması, temsili, isimlendirmesi ve domine edişindeki karmaşık süreçler Irak savaşına bakışımın temel noktası olacak.
Said'in "Orientalism" (ŞARKİYATÇILIK) çalışmasına kadar kolonyalizm kritikleri ya Marksizm ya da kültürel emperyalizmden etkileniyordu. Said, kolonyal durumu ekonomik sömürü tarihi, politik baskı, askeri fetih ya da bir ideoloji olarak değil de bir söylem olarak inceledi, ele aldı. Gerçeği bozan değil gerçeği bizzat kendi üreten, yaratan bir söylem olarak kurdu ve bu Foucoultyen bakış açısı pekçok kişiyi etkiledi. Foucault'dan da pek çoğumuzun bildiği gibi, "söylem" in üretilmesi güç ve iktidarla iç içe ve söylem anlamı ve pratiği biçimleyen bir özelliğe sahip. Ve söylemler değişik tarihsel ve toplumsal koşullar çerçevesinde üretiliyor ve dönüşüyor. Ben bir söylem olarak kolonyalizmin Amerika'nın Irak'a saldırısında ve sonraki süreçlerde üretilişini anlamaya çalışacağım.
Irak'la ilgili özellikle Amerikan basınında üretilen iki tane birbirine ilk bakışta zıtmış gibi duran ama aslında son derece tamamlayıcı olan söylem vardı: İlk kurgu özellikle savaş başlamadan önce uzunca bir süre dile getirilen kimyasal silahları olan, güçlü ve neredeyse tüm dünyayı tehdit eden bir Irak'tı. Bu Saddam'ın kişiliğiyle şekillenen tehdit kurgusu yine Saddam'ın diktatörlüğü karşısında "güçsüz, aciz" kalmış Iraklı halkı da barındırıyordu.
Savaşın bitimiyle birlikte bu güçsüz ve zor durumda Iraklı figürü daha görünür olmaya başladı. Savaşı başlatmanın meşruiyetini yakalamaya çalışan "tehdit" miti yerini Irak'taki Amerikan yönetiminin varlığını gerekli ve anlamlı kılan "aciz ve yardıma muhtaç" Iraklılar mitine bırakıyordu...
Savaşın bitmesi ve Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin Bağdat'ı kontrol etmeye başlamasının ardından değişik medya ve sivil kuruluşların söylemlerinden savaşın meşruiyeti tartışmalarının yavaş yavaş kayboluşunu gördük . Gerek Amerikan basınında gerekse daha bağımsız diğer medya kuruluşlarında aslında oldukça paralel giden bir Irak tasviri vardı.
Burası tam bir kaos ortamıydı, su ve elektrik sistemlerinin çökmesine ek olarak kolera gibi salgın hastalıklar Irak şehirlerinde kol geziyordu ve üstelik şiddet olayları daha bitmemişti ve sivil hayat tam bir karmaşa altındaydı. Amerikan yönetimi bu söylemi kendine göre biçimlendirmekte gecikmedi. Özellikle Mayıs ayındaki Amerikan gazetelerinde sivil düzeni ve şiddeti kontrol altında tutup Irak'ı stabilize etmeye çabalayan Amerikan görevlileri figürünü okuduk.
Yalnız bu coğrafi bölgenin kaotikliğinin ve sefaletin tasvirinde çok önemli bir nokta vardı. Buradaki kaos ve karmaşa sanki Amerika'yla hiç ilgisi olmayan bir durummuş gibi anlatılıyordu. Amerikalı yöneticiler ve basın bu "bir şekilde oluşmuş" karmaşayı sadece teşhis eden ve uygar olmasının gereği olarak bu duruma müdahale eden olarak kurguluyordu kendini. Ve bu temsil edişte, Amerika'nın kendisinden soyutlanan bozukluklar serisi yine kendini tüm dünyanın önderliğine adamış Amerika'nın üzerinde bir sorumluluk olarak temsil ediliyordu.
"Barışı ve güvenliği sağlamak" için orada bulunan Amerika Kipling'in 1899'daki meşhur şiiri "The White Man's Burden" (Beyaz Adamın Yükü) daki yükün 21. yüzyıldaki taşıyıcısı olarak kendini tüm dünyaya tanıtıyordu...Irak'taki Amerikan çabalarına dair haberler hep "re-building", "re-establishing", "re-constructing" , re-storing gibi herşeyin yenisini, güzelini Amerika'nın kurduğunu anlatan kavramlarla basında yer alıyordu. "İhtiyacı olanlara ve hak edenlere gerçek maaşlarla gerçek işler" gibi duyurularla yaratılan imaj hem Irak'ın Amerika'yla yeni bir hayata doğuşunun hem de savaş öncesi Irak tarihinin reddi anlamlarını içeriyordu.
Ve biz sağlık, ekonomi, çevre düzenlemesi gibi her alanda uzmanların disipline edişine tabii kılınan Iraklılar algısını görüyoruz medyada. Ve aynı imge bu tabiiyeti kabullenen, dahası arzulayan Iraklılar algısıyla daha da pekiştiriliyor. Mesela Mayıs ayında New York Times, Iraklı çiftçilerin arpa hasat mevsimine çok az bir zaman kaldığını ve Bağdat'ta efektif bir yönetim olmazsa pek çok zorluklarla karşılaşılacağını söylediğini yazdı. Haberin devamında Amerikalı yetkililerin bu problem üzerinde çalıştığı söyleniyor. Bu ve bunun gibi pek çok haber Amerika'yı sorun çözen pozisyonunda kuruyor.
Amerika'nın Irak'taki macerası bir uzmanlar ordusunun şehirleri yeniden imarından çok daha geniş boyutlar içeriyor ve bu süreci anlamaya çalışırken yine bazı kolonyal kavramsallaştırmaların anlamlı olabileceğine inanıyorum.
İğrenç diye çevrilebilecek "abject" insanlar endüstriyel emperyalizmin hem reddettiği hem de onlarsız yapamadığı insanlar grubunu içeriyor. Köleler, fahişeler, işçiler, işsizler ve kolonize edilen insanlar "uygarlık" için bir belirsizlik alanı, batılı elitlerin ve orta sınıfın kurtulmak istediği kendini simgeleyen bir durum..Kolonize edilen kültür de modernitenin kurtulmak istediği kendini simgeliyor bir yerde ve onlara uygulanan retorik de "aykırılaştırma, küçültme" diye çevirmeye çalıştığım "abjection".
6 Mayıs'ta New York Times'ta çıkan bir yazı bu durumu anlamak adına ilginç bir örnek oluşturuyor; Irak'ta fakir ve aç bir Iraklı ailenin elinden hayvanat bahçesine ait bir zürafayı kurtaran Amerikalı görevlilerin öyküsünü heyecanla anlatan yazı maalesef ki bir zürafanın çoktan yenmiş olduğunu acıyla bildiriyor. Dahası gazeteye konuşan Amerikalı bir yetkili hayvanat bahçesini Irak'a benzeterek "hayvanat bahçesini düzene koyabildiysek Irak'ı da düzene koyabiliriz diyor.
Burada Irak'taki hayvanat bahçesini tekrar kuracak kadar uygar Amerikalılar karşısında hayvanları yiyebilecek kadar zavallı Iraklılar "uygar" -"barbar" ikileminin öğelerini oluşturuyor. Uygarlık ve akıl barbarlık ve delilik karşısında anlam ve meşruiyetini bulurken bilinmeyenin bilinene referansla tanımlandığı, ve bilinenin -bu durumda Amerika- kültürel değerlerinin onaylandığını görüyoruz.
Bu küçültmeyi ve "barbar" Iraklılar temsilini bir de hepimizin bildiği yağmalama olaylarında gördük. Medya savaştan sonra Irak'ın bütün tarihi değerlerini yağmalayan Iraklılardan bahsediyordu. Bu insanlar kültür ve medeniyetin değeri üzerine bir şey bilmiyordu ve barbarca kenti yağmalıyordu. Bu yağmalama haberleri sırasında daha bağımsız kaynaklarda dikkati çeken bir nokta Amerikalı askerlerin bu yağmalamayı durduran değil teşvik eden konumunda olmasıydı...
Amerikalı askerlerin Iraklılara "Ali Baba, içeri girin" diye teşvik etmesi oryantalizm eleştirilerindeki çok önemli bir noktayı simgeliyor. Bu askerler tıpkı 19.yy. Oryantalist yazarların sömürgelere gelişinde olduğu gibi Irak'a kafalarındaki doğu imajlarıyla geliyorlar ve karşılaştıkları gerçekliği o gözlüklerden okuyorlar. Irak onların gözünde Ali Baba ve Haramilerin öyküsünün hala yaşandığı yerler... Haydutların ve entrikaların kol gezdiği homojen bir doğu imajından kaynaklanan bir Iraklı algısını görüyoruz...
Bu küçültme söyleminin bir parçası olarak doğallaştırma (naturalization) söyleminin üretilişine de tanık oluyoruz bu yeni kolonyal ilişkiler ağında...Tıpkı önceki kolonyal söylemlerde olduğu gibi kolonize edilen insanlar hem daha doğayla içiçe olmaları hem de duygu ve hazla yönlenmeleri bakımından "doğal" bir durumda olarak kurgulanıyorlar.
Modernleşme, disiplinize edilen, kontrol altına alınan doğayı ve bu durumun ilericiliğini simgelediği için kolonize edilen insanlar geri kalmışlıkla eşleştiriliyor. Klasik doğa-kültür ve içgüdü-akıl ikilemlerinde üretilen biz ve diğerleri doğayı ve dünyayı değiştiren ve dönüştüren batılının bunu henüz yapmamış kültürleri uygarlaştırma görevine genişliyor. Avrupa kolonyal deneyimlerindeki tropik ormanlar kendini gizemli ve zorlu çöllere bırakırken daha savaşın başlarında Amerika kendini doğayla mücadele eden, onu fetheden olarak kurguluyordu. Bütün o çevreden merkeze doğru ilerleme bir fetihin doğayla mücadele misyonunu ve bu misyonun sahibi Amerikalı askerlerin gücünü simgeliyordu.
Kolonyal söylemlerin karmaşık yapısına daha önce değinmiştim. "Doğa" söylemi de hem küçültmek hem de estetize etmek (aesthetization) retorikleri içinde farklı şekillerde biçimleniyor. Doğal bir durumda yaşayan Iraklıların (state of nature) bu durumdan kurtulup gerçek bir konsensus ve demokrasiyle yaşamaya geçiş tarihlerinin olmaması sebebiyle hem batının ilerleme tarihini hem de kendilerinin bu tarihin gerisinde olduklarını söyleyen küçülten bir söylem var.
Diğer bir taraftan Irak'taki bir köylüden aldıklarını yiyen bir Amerikalı askerin hiç daha önce böyle güzel yumurta yememiştim demesi haberiyle bu durum gerçekten yaşanmış olsun olmasın dile gelen bir estetize etme ve idealleştirme var. Yalnız aslında kavramların kolay hareket edebilmesi onların pratikteki değerlerini arttırıyor. Ve gazetecilik dilinde tutarsız gibi görünen söylemler tutarlı bir güç ilişkisi içinde ve bu güç ilişkisinin yeniden üretilmesinde çok anlamlı oluyor.
Kolonyal söylem içinde yer alan diğer bir retorik strateji de değersizleştirme (debasement). Irak'ın yeniden inşası sırasında eski olan her şeyin değersizleştirildiğini ve bireysel zayıflıkla politik ve sosyal zayıflığın birlikte kurulduğunu görüyoruz. Şüpheli, güvenilmez, garip ve kişisel disiplinden yoksun olan vahşi Iraklılar yönetim bozukluğu ve yönetim beceriksizliğiyle eşleşiyorlar. Pek çok söylemde kurulan "zavallı Iraklı" imgelemi Amerikalı askerlere bombalı saldırıda bulunulması gibi pek çok gündelik olayda da belirsiz bir tehdit olarak yeniden kendini kuruyor ve bu belirsizlik, anlamlandıramama onun değersizliği, bir Amerikalı gibi açık bir şey olamaması olarak tekrar kendini söylemde biçimliyor.
Kolonyal söylemde dile gelen başka bir teknik olarak yok sayma (negation) da bu duruma referansla kurulan imgelemler yaratıyor. Gazetelerde bir yandan hep Irak'ta nelerin olmadığını okuduk. Demokrasi yoktu, insan hakları yoktu. Savaş sonrası düzen yok, su yok, elektrik yok, sağlık yok, iş yok, eğitim yok. Ve belki de en önemlisi Iraklılarda bu sorunları çözebilecek kapasite yok. "Eksik olan" la tanımlanan Irak ve Iraklılar bir yandan kendi uygar karşıtında nelerin var olduğunu bir yandan da bu uygar karşıtına müdahelesine duyduğu ihtiyacı simgeliyordu.
Daha önce bahsettiğim ikili bakış açısı günümüz medyasında çok önemli bir nokta...Bir yandan tüm dünyayı kaos ve düzensizlik olarak sunuyor, bu parçalanma durumuna karşı da bir yandan birlik ve düzeni kurumsallaşmış bir şekilde aktarıyor. Kaos aslında düzenin ve kurumların meşruiyetini olanaklı kılıyor. Bu biraz kolonyal durum için de geçerli. Irak'ta bir yandan kaos, hastalık, karmaşa haberleri, bir yandan Amerikan askerleri ve çalışanlarının uygar, bilimsel ve insancıl eylemlerini izliyoruz. Karmaşanın düzene dönüşümündeki süreçte Amerika etken bir özne durumunda sürekli beliriyor.
Kolonyal söylemin kullanılışı mutlaka bilinçli değil, çok kompleks bir mekanizmada kuruluyor. Monolitik olmayan pekçok kolonyal söylem ve dilde kolonize eden değişik göstergeler var. Ben Irak savaşında üretilen kolonyal söylemi ve retorik stratejilerini ve bu söylemin Iraklılara uyguladığı şiddeti anlamlandırmaya çalıştım. Kapsayıcı bir çalışma olduğunu elbette düşünmüyorum ama en azından söylem üretme pratiklerinin önemi üzerine dikkat çekmekti niyetim. (NK/BB)