Ayrık otunun şöyle bir öyküsü var: Tanrı otları yeryüzüne gönderirken ne kadar yer istersin diye sormuş. Diğer otlar bilmem kaç metre kare gibi taleplerde bulunurken, ayrık otu, bana kökümü sokacak kadar yer versen yeter, demiş. Tanrı da ona sadece kökünü sokabileceği bir yer vermiş.
Ama kısa sürede, o kadar çok yayılmış ki kökünü bulmak da imkansız olmuş. Kıskançlık da tıpkı ayrık otu gibi, ruhunuza bir kere yerleşti mi öyle bir hızla yayılır ki, bu duygudan arınmak neredeyse imkansız hale geliverir.
Aramızda kıskanç olmadığını iddia edebilen var mı? Sevdiğinizin yakınlarında hoş birini gördüğünüzde içinizdeki canavar kış uykusundan uyanmaz mı? En ilkel duyguların tetikleyicisi olan kıskançlık söz konusuysa, medeniyet tek dişi kalmış bir canavar oluverir.
Atalarımızdan bize yadigâr bir söz vardır: Seven kıskanır... Bazılarımız dozunda, bazılarımız doz aşımında da olsa sevdiğimizi kıskanırız. Ne de olsa o bizim, biriciğimiz, dünyalara sığdıramadığımız kişidir; ya gelip münasebetsizin biri onu bizden alıverirse, ne yaparız? Böyle bakınca, kıskançlık biraz da temkinli olmak demektir, gözünü açık tutmak, gerekli müdahaleleri zamanında yaparak hastanın hayatını kurtarmak...
Temel besin kaynaklarından biri aşk olan müziğe bakarsak da, kıskançlık üzerine yapılan birçok parça çıkar karşımıza. Ama aralarında öyle bir tanesi vardır ki, hepsini geride bırakır. Kıskançlığın efendisinin, kutsal marşı olan İntizar'dan bahsediyorum.
Zeki Müren, Emel Sayın, Muazzez Ersoy, Nilüfer... diye uzayıp gidecek bir liste. İntizar'ı söylememiş kaç kişi vardır? Faruk Nafiz Çamlıbel'in Kıskanç adlı şiiri, Suat Sayın'ın bestesi ile hiç olmayacağı kadar hayatımıza girer.
İntizarın iki kelime anlamı var. İlki, bekleyiş; ikincisi de -halk ağzında- beddua. Bunlar birbirini bütünleyen anlamlar değil mi? Birine beddua ederken, o bedduanın tutmasını dileriz ve gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini de sadece bekleyerek görebiliriz. Öyleyse intizar aslında bedduamızın gerçekleşmesini beklemek anlamına da gelebilir. Kıskançlığımızı beddualarımızla taçlandırdığımız an.
Parça, bize görüp görebileceğimiz en kıskanç kişinin hislerini samimi bir şekilde aktarır. Şair, bir yandan sevdiğini en hastalıklı hâllerde kıskanırken, diğer yandan da kendisi haricinde sevdiğiyle münasebet kuranlara sıkı bir beddua eder.
Kıskançlığın hâline göre, beddualar bazen sevdiğimize göz koyanlara, bazen de bizzat bizi bırakıp giden sevdiğimize edilir. Terk edildiğinizde, sevgilinizin aksine sevginiz sizden gitmiyor. Yalnızlar Rıhtımı'nda hayatta kalma mücadelesi verirken, sevdiğimizin bizden uzak, ellere yakın mutluluğu da kıskançlığın veçhelerinden.
Beddua ve kıskançlık, farklı hâllerde aynı kulvara giriveriyor sanki.
Son dönemlerde oynayan bir dizinin kahramanı ona sırt çeviren sevdiğine şöyle beddua eder: "Umarım sen de bir gün benim kadar aşık olursun." Alt mesaja bakalım: Ol ki sürün ve ben attığın her adımda seni izlerken, o hallerini görüp güleyim. Türk filmlerinden de pek tanıdık bir tema. Ama sanırım bunu en güzel dile getirenlerden biri Lale Müldür. He shot me down bang bang adlı şiirinin son iki dizesi şöyle: "Ona kötü bir şey olsun istedim, bana aşık olsun istedim".
Velhasıl, çifte bela kıskançlık kötü bir şey. Uzak durulması gerekenler arasında ayrı bir yeri var. Karşıdakine hayatı zehir etmenin yanında kişinin kendisini de içten içe kurt gibi kemirdiğinden, bir nevi geçici kalp felcine yol açabiliyor. Ettiğimiz beddualar da bir ucu açık doğrular gibi sonsuza uzuyor.
Bitirirken sözü usta Faruk Nafiz Çamlıbel'e bırakmak istiyorum. Okuyun, okuyun da nasıl tehlikeli bir şeyle karşı karşıya kaldığımızı bir daha anlayın sevgili okuyucular:
"Sakın bir söz söyleme, yüzüme bakma sakın. Sesini duyan olur, sana göz koyan olur.
Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın. Anan bile okşasa benim bağrım kan olur.
Dilerim Tanrıdan ki, sana açık kucaklar bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun.
Kan tükürsün adını candan anan dudaklar, sana benim gözümle bakan gözler kör olsun". (EK/EÜ)