Bizler buradaki konuşmalarımızı henüz bitirmeden, başta Irak ve Felluce'de yaşadığımız insanlık dışı katliamlar; Filistin'de hiç bitmeyen işgal ve işkence ve henüz birkaç gün önce Kızıltepe'de bir baba ve küçük çocuğunun vücudunu paramparça eden kurşunlar kendilerine yeni devamlar arayıp bulacaklar da şüphesiz... Bazen, aslında çoğu kez, sözün, savaş ve işgaller karşısında giderek anlamını yitirdiğini de düşünüyorum.
Konuşmaları tertip eden arkadaşlar, bana "inanç özgürlüğü" başlığını uygun bulmuşlar, sanırım bir hukukçu olduğum ve halen Strasbourg'da görülen başörtülü kızların gasp edilen eğitim ve istihdam haklarına yönelik davalara savunma yazanlardan biri olduğum düşünülürse, doğru bir başlık...
Fakat parantez içinde de "Müslümanlar açısından" diye bir ibare var. Baştan söyleyeyim: İnanç özgürlüğü hepimiz için önemli, insanları guruplara ayırmak ve bu gurupların aidiyetlikleri içinden tartışmalara hat çizdirmek belki kolaylık sağlayabilir, ama benim burada tam da ifade etmek istediğim şey cephe öngörülerinin dışında yepyeni bir dünyanın bizi beklediği gerçeği...
Bütün dünyada anti küresel ve anti kapitalist yeni ve genç bir kuşak hızlı bir muhalefet kuşağı oluşturuyor.İnternet haberleşmesinin de sağladığı enformatik imkanlarla artık özgürlükler konusunda çok duyarlı ve hareketli yeni bir nesil, haklar ve hürriyetler söz konusu olduğunda sadece kendi özel parantezleriyle konuşmuyorlar. Özgürlükler bahsi, sadece Müslümanlar, azınlıklar, üçüncü dünyalılar veya zenciler için değil, hepimizin insan olma ve insan onuru adına mücadelesini vermemiz gereken hayati bir konudur...
Küresel açlık ve küresel adaletsizliğin ezici ve kuşatıcı rolü, sözünü ettiğimiz küresel muhalefetin en önemli itici güçlerinden. Dünyanın yönetim kurulu gibi hareket eden G8 ülkelerinin, dünya nüfusunun yüzde 14'ünü oluşturmalarına rağmen her yola başvurarak küresel zenginliğin dörtte üçünü kontrol etmeleri, çevreyi ve insanları hiçe sayarak bütün kıtaları bir ucuz işgücü ve pazar haline çevirmeleri, iletişim ve eğitim yoluyla her şeyin farkında olan genç kuşak insanlarda bir direniş ruhu oluşmasına neden oluyor doğal olarak.
Yüzbinin üzerinde insanın ölümüne sebep olan, halkın bütün değerlerini aşağılayan, binlerce yıllık tarihi yağmalatan, şehirleri yerle bir eden Irak işgalinin hala insanlıkla alay edercesine "Irak'ın Özgürlüğü" başlığıyla naklen yayınlanıyor olması, insanların tahammül sınırlarını elbette zorluyor. Tüm bunlar, gençlerde derin bir "Batı değerleri" sorgulamasına sebep oluyor.
Bugün Avrupa, asırlardan beri tanımlayageldiği ve site dışı görmeye özen gösterdiği "öteki" ve "yabancı" kavramlarıyla yepyeni bir yüzleşme içine girmiştir... Başta da ifade ettiğim ve sözleşme anlamına göre çok daha gerçekçi bulduğum bir ilişkiler düzeyi bu... Avrupa'nın altmışların sonunda sadece pazu gücü ve ekonomik hareketlilik olarak değerlendirdiği Avrupa'daki Türkiye göçmenleri üzerinden konuştuğumuzda bile durum değişen bir ilişkiler düzeyini işaret etmekte...
Sözgelimi yetmişlerde "işçi" olarak Almanya'ya gitmiş pek çok vatandaşımızın üçüncü kuşağı bugün sadece bilek ve istihdam gücüyle değil, siyasi katılım, eğitim ve sanat talepleriyle de Avrupa için yeni bir ilişki talebiyle ortadalar... Keza 68'e kadar Türkiye üniversitelerinde bile görülmeyen başörtülü kızlar, ülkemizdeki yasaklamalardan dolayı Avrupa'nın yeni göçmenleri olarak ortadalar. Veya, bir zamanlar ülkelerini işgal ettiği ve sömürgeleştirdiği pek çok Kuzey Afrikalıyla yeni bir yüzleşme içine giren Fransa'nın durumu da öyle...
Artık Avrupa'dan hareket eden bir Haçlı seferinden değil, tersinden mağrip ve şark üzerinden Avrupa'ya bir hareketten söz ediyoruz. Üstelik sadece ekonomik sebepler ve sosyal refah beklentisi değil, eğitim, sanat ve demokratik imkanlar çerçevesinde de Avrupa bugün, farklı kültürlerin talep üşüşmeleriyle karşı karşıyadır...
Avrupa ülkelerinin tüm bu taleplere karşı geliştirmeye çalıştığı "Avrupalı olmak" koşulu ise, her ne kadar entegrasyon şeklinde ifade ediliyorsa da çok kültürlülüğe karşı direnebilme konusunda bir zaman kazanmadan başka bir şey değildir.
Zira mevcut Avrupa uygulamaları, bizlere, entegrasyondan ziyade asimilasyon izlenimi vermektedir. Fransa'da okuluna devam edebilmesi için başörtüsünü çıkarmaya zorlanan Cennet Doğanay örneğinde olduğu gibi, farklı kültürlerin "uyum sağlayamama" retoriğinden hareketle yapılan baskıların, evrensel hukuk beyannameleri veya örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kayıtlı bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile asla bağdaşmadığını anlayabilmek için bilgin olmak gerekmiyor.
Bugün Fransa ve Fransız mahkemeleri bağlı ve kayıtlı bulundukları kanun ve uluslararası hukuk metinlerini de bir tarafa bırakarak, yeni göçmen ve işçileri ve onların çocuklarını "uyum sağlayamamak" gibi muğlak ve yoruma açık bir kavramla cezalandırıyorlar... Fakat göçmen işçiler için işletilebilen bu "desentegrasyon" savunması, örneğin Fransa'nın kendi vatandaşları için söz konusu olduğunda durum daha da çetrefilleşiyor.
Fransa, başlarını örtmeye karar veren kendi kızlarına karşı da entegre olamadılar savunmasını yapabilecek mi? Şüphesiz ki, hayır! Demek ki maksat insanların Avrupalılık kültürüne entegre olup olmadıkları değil, demek ki maksat Avrupa sitesi için belirlenmiş renk olan beyaz, Avrupa sitesi için belirlenmiş din olan Hıristiyanlığın dışında hiçbir şeye hayat sürme hakkı tanımamakla ilintili... Hatta beyaz ve Hıristiyanken Avrupalı olabilenler, günün birinde İslam dinine inanır olduklarında derhal Avrupalı olmaktan tard edilebiliyorlar da... Tıpkı Lila ve Alma Levy kardeşlerde olduğu gibi.*
Lila ve Alma Levy-Omari tam da Fransa'nın sinir ucuna bastı - Aubervilliers'den haber yapan Economist muhabiri (23 Ekim 2003).
Peki ne oldu da iki kız kardeşin okullarına başörtüsüyle gelmesi Fransız toplumunu ikiye böldü? Bu konu inanç çerçevesinde mi yoksa laikliğin korunması bağlamında mı ele alınmalı, diye yoğun bir tartışmaya neden oldu.
Levy kardeşlerin davasıyla Fransa'nın gerçek anlamda çok kültürlülük olgusuyla ilk kez karşılaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Genç kadınlarda ve öğrenciler arasında başörtüsü olarak görünür olan bu durum, çok kültürlülüğe hazır olmayan, "öteki"ne sadece asimile etme düşüncesiyle yaklaşan muhafazakârları baskı ve sindirme için formül aramaya yöneltti. Genç kızlar kendi seçimleriyle örtünüyorlardı, hatta bazen ailelerine rağmen bunu yapıyorlardı. Örneğin tartışmaların odağındaki Lila ve Alma'nın anneleri laik bir Cezayirli, babaları ise Musevi. Bu yepyeni bir ilişki düzeyi ve Fransa'nın alışkın olduğu beyaz - Hıristiyan ve Avrupalı sağlamasını bozan farklı bir atak...
Başörtüsünün devlet okullarında ve kamusal işyerlerinde yasaklanması için kanun çıkarılmasını destekleyenlerin isteği, yabancıların Avrupa'da yaşadıklarını asla unutmadan Fransız değerlerine kayıtsız şartsız uyum sağlamaları ve farklılıklarını, geldikleri yerlere ait değerleri, hatıraları içlerine gömmeleri.
Tartışmaları izlemek için Paris'e gelen BBC muhabiri Caroline Wyatt'la orta yaşlı bir işadamı olan Fransız arkadaşı Antonie, bir restoranın cam kenarında oturup insanları seyrederlerken önlerinden öpüşerek ve sarılmış halde iki genç erkek geçiyor. Arkadaşı birden "Ne tiksindirici" deyince Caroline, "Kim" diyor, "Şu adamlar mı?" "Hayır canım" diyor adam, "Onların arkasından gelen şu iki kadın." Konuşarak yürüyen iki başörtülü kadını gösteriyordu arkadaşım diyor Wyatt. "Nedir kötü olan" dediğinde de "Başörtülü olmaları, Fransa buna izin vermemeli" cevabını aldığını söylüyor. Antonie, bunun Fransız değerlerini ve kültürünü reddetmek, kendi kimliklerini kaybetmeme hususunda fazla ısrarcı olmak anlamına geldiği üzerine uzun bir söylev çekiyor.
"Fransa'nın değerlerine uyma"yı nasıl anladığını şöyle açıklıyor Lila Economist'e: Ben bir Fransız'ım. Burada doğdum. Fakat Fransız olmanın kriteri nedir? Katolik olmak mı? Eğer öyleyse biz Müslüman olduğumuza göre buraya ait değiliz demektir.
Bugün gerek Fransa'da gerekse ülkemizde işletilen başörtü yasaklamalarının hiç bir hukuki ve sofistike gerekçesi yoktur. Fakat Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) emperyal baskı ve katliamlarına gerekçe olarak uydurduğu "önleyici vuruş", "muhtemel ve yakın tehlike" kavramları eşliğinde dikte ettirilen faşist bir uygulamayla karşı karşıyayız...
Müslüman kadınlar ne yaptıklarından veya ne yapmadıklarından dolayı değil "öyle olduklarından" dolayı cezalandırılmaktadırlar... Bu açık bir ırkçılık, açık bir ayrımcılık ve dışlayıcı bir laiklik anlayışıdır... Maalesef, inanç özgürlüğü kavramı, açık ırkçılık, açık ayrımcılık ve açık dışlayıcı laiklik saldırılarıyla anlamını ve hayatiyetini yitirmekle karşı karşıyadır...
İnanç özgürlüğü bahsinin veya diğer insan haklarının, bazı insanları ilgilendirdiği ve bazılarını ise ilgilendirmediği düşüncesini belki pratik ve kolay, fakat evrensel hukuk kavramı ve teminatını zedeleyecek bir eksiklik olarak gördüğümü ifade etmeliyim. Tıpkı ırk ayrımcılığına karşı çıkarken zenci olmamız gerekmediği gibi...
Evrensel olduğu İnsan Hakları Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Beyannamesinde deklare edilen "İnanç Özgürlüğü" kavramının etrafında gezinirken, aslında bu ifadenin yer yer, "din özgürlüğü", "vicdan özgürlüğü" ve "düşünce özgürlüğü" gibi paralel kuşak özgürlüklerle açıklandığına da rastlamak, bende "haklar ve evrensellikleri" konusunda ciddi şüpheler uyandırdı...
"İnanç Özgürlüğü" bakışını ve uygulamalarını Fransa, Almanya, İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler üzerinden takip ettiğimizde de zaten evrensellikten ziyade, çarpıcı bir görecelilik söz konusu... Fransa'nın şüpheci ve kısıtlayıcı, Almanya'nın idealistçi ve fakat daha Hıristiyanlığa yönelik, İngiltere'nin demokratik ve serbestlikçi, Hollanda'nınsa kamuoyu tepkilerine yönelik kurguladığı ve baktığı "inanç" meselesi, nihai kararları henüz verilmemiş karmaşık bir ilişkiler düzeyini resmediyor.
Kendi içinde bir özgürlük olarak inanca dair yeknesak bir bakışı olmayan Avrupa'nın nazarında farklı kültürel,tarihi ve siyasi geçmişiyle Türkiye'yi sunmak ise bir o kadar sorunlu yeni bir ilişki düzeyi... Zira Türkiye'de vatandaşların inancını devlet düzenliyor. İnanç, devletin tarif ettiği ve izin verdiği ölçüde bizlere sunulan bir vatandaşlık görevi telakkisi olunca Avrupa'nın kendi iç tartışmalarına, Türkiye iç uygulaması vasıtasıyla, yeni bir kısıtlayıcı içtihat daha girmiş oluyor...
Sorun Avrupa'nın inanç dediğinde ne anlıyor olmasıyla da ilgili. Avrupa'nın din derken Hıristiyanlığı ve fakat Sezar'ın hakkının Sezar'a Tanrının hakkınınsa göklere hapsedilmiş olarak Tanrıya ikram edildiği bir Hıristiyanlığı anladığı da bir başka gerçek. Avrupa'da kendine özgürlük bahşedilmiş din, zaten hayatta yaşama kabiliyetini neredeyse yitirmiş hayattan çekilmiş bir Hıristiyanlık... Oysa Avrupa ile ilişkiyi zorlayan İslam dini hem müntesiplerinin genç, kalabalık ve dinamik yapısı itibariyle, hem de hayata dair yaşama talepleriyle, Avrupa'nın inanç olarak algıladığı Hıristiyanlıktan çok farklı...
Bu bağlamda ifade hürriyeti argümanıyla savunma geliştirmek belki daha anlamlı olacaktır. Zira dışta ifade edilemeyen özgürlükler gerçek anlamıyla özgürlük değildir... İfade hürriyeti bir kavşak özgürlük olarak yaşama ve düşünce hürriyetinin de, anlam ve içeriğini sağlar...
Bugün baskıcı uygulamalar ve önleyici vuruşlar aracılığıyla Avrupa'dan ve modern dünyadan uzaklaştırılacağı zannedilen İslam; günümüzün ve geleceğin dinidir... Dünyadaki bütün tartışmaların odağındaki İslam dinini, dışarıdan ve tanımlayıcı bakış açısıyla yorumlamak hiçbir meseleyi çözmeyecektir... Müslümanlar işgal, tecrit, işkence ve nükleer tehditle inançlarından vazgeçecek değiller... (SE/BB)
* Sibel Eraslan'ın yazısı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği'nin birlikte düzenlediği, 3-4 Aralık 2004 günleri Bursa'da yapılan İnsan Hakları Konferansı'ndaki sunuşudur.