"45 gündür buralardasınız, artık yorulmuşsunuzdur" dedim İzmirli Ayşe'ye. "45 değil 47" diye düzeltti beni önce. "Yorulduk, kolay değil bu naylon çadırlarda gece gündüz nöbet tutmak. Çoluğumuzdan çocuğumuzdan uzakta... Havalar da iyice soğudu. Ancak kararlıyız. Kazanana kadar buradayız. Ölmek var, dönmek yok" dedi sonra. Gözleri şimşek şimşek... Dediğini yapacağı bakışlarından belliydi... Daha ilk çadırda anladım bu eylemin bambaşka bir eylem olduğunu.
Aşık Mahzuni'den bir türküyle başladı Ümmüşen. Sesler kesildi hemen. Sonra herkes eşlik etmeye başladı türküye; "Yoksulun sırtından doyan doyana / Bunu gören yürek nasıl dayana / Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana / Bilmem ağlasam mı, ağlamasam mı? / Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?".
Türkü bitince sloganlar başladı. "Direne direne kazanacağız!"
Ümmüşen'in türkülerini biliyordu İzmirli genç kadınlar; "Sezenler Olmuş"u istediler ondan. Ümmüşen de o güçlü sesiyle çınlattı çadırı; "Seni yerlerde göklerde bulamazlarken / Bende gizli olduğunu sezenler olmuş / Aramızda dağlar, yollar, yıllar var iken / Beni sana sımsıkı sarılı görenler olmuş / Türkü olmuşsun, umudummuşsun, sevdama, yarınlarıma / Domur domur ter, ışıl ışıl fer, ellerimde, özbebeğimde".
Sanki ODTÜ'deydik, ikinci yurdun önünde... Aradan 30 yıl geçmemiş gibi... Zor ayrıldık çadırdan.
"Ki zava, ki buke?"
Yanımızda Savaş olur da Diyarbakır çadırına gidilmez mi? İkinci durağımız daha da kalabalıktı. Çadır bizim de içeri girmemizle birlikte iğne atsan yere düşmez hale geldi. Hareketli türküler istedi onlar; "Makaram sarı bağlar lo, kız söyler gelin ağlar / Niye ben ölmüşmüyem lo, Asiyam karalar bağlar".
Ardından "Mardin kapı şen olur, dibi değirmen olur / Buralardan yar seven, vallahi verem olur"; "Eyvanda yatan oğlan, le le le canım / Gömleği keten oğlan, le le le canım". Sloganlar ve zılgıtlar eşlik etti türkülere...
Çadırın önü öyle kalabalıklaşmıştı ki, yemek dağıtımı için yolun açılmasını istedi görevliler. Yolu açmak zor oldu. Savaş, halay çekerken söylediğimiz Kürtçe türküleri hatırlayamadı bir türlü heyecandan. "Ki zava, ki zava?", "Ki paşa, ki paşa?" diye sordu ama işlere. Onlar da, "TEKEL işçileri zava, TEKEL işçileri zava" dediler. "Ki buke, ki buke?" diye sorunca da "Tayyip buke, Tayyip buke" diye cevap verdiler.
Ardından Kürtçe "Gezal, gezal" türküsü... Savaş arada "Hala hala hey" diye de coşturuyordu hemşehrilerini.
Genel Müdürlük çadırında Karadeniz türküleri
"Muş çadırı da sizi bekliyor" diyen genç Muşlu işçi, bizi hemen çadırına götürmek istiyordu. Sanki onlara uğramadan kaçacakmışız gibi. Meydanda sevgili ağamız Mustafa'nın çaldığı davul eşliğinde halay çekmeye başladığımızda katılmıştı halaya. Erdem'in zurnası sustuğunda "Nurey nurey nurey, işte meydan ey, kara günün dostu, zor günde haney, zor günde haney..." diyerek yanımızdan hiç ayrılmamıştı...
Adını soramadım o telaşta. Kırmak olur mu, Muşlu genç işçimizi? Söz verdik onların çadırlarına da gideceğimize. Bu arada gelenekleri bilen TEKEL işçileri davulumuza bahşiş takmayı da ihmal etmemişlerdi, o koşullarda bile... Mustafa bahşişi çerçeveletip üniversitedeki topluluk binamıza asacakmış...
Trabzon çadırının yanındaki "genel müdürlük" çadırında da Karadeniz türküleri söyledik. "Derrule", "Çiçek açayı aykırı dal üstüne", "Çay elinden öteye", "Ayna ayna ellere"...
TEKEL bereleri Erbaa çadırına
Cenk'in dediği gibi, genel müdürlük çadırı es geçilemezdi. Sonra benim de şovenistliğimle Tokat çadırına girdik bu kez. Erbaa çadırındaki hemşehrilerimi de çağırdım Tokat çadırına. Erbaalı işçilerin neredeyse yarısı babamın öğrencisiydi. Çok mutlu oldular öğretmenlerinin kızlarının onları ziyaret etmelerinden.
Gülsüm'ün, Ahu'nun ve benim iki üç günde ilmik ilmik ördüğümüz "TEKEL bereleri" de Erbaa çadırına gitti. Öğrencilik yıllarından çok iyi hatırladığım Ankara'nın kuru ayazından biraz olsun korurdu direnen işçileri.
Reji'den TEKEL İdaresi'ne...
Erbaa ve çevresi önemli bir tütün üretim bölgesi. "Reci" derdi nenem, TEKEL idaresine. "Kispir"di "eksper"in adı. Fransızlardan kalma sistem sürüp gidiyordu demek ki...Nenem, amcam tütün üreticisiydiler, amcamın çocukları hala tütün yetiştiriyor. Babam kendi köyünde öğretmenlik yaptığı dönemde bizim de kendi tütün tarlamız varmış. Annem ben uyurken gidermiş tarlaya tütün kırmaya, aklı ben de kalırmış ya uyanırsam diye. Geldiğinde beni mışıl mışıl uyur bulunca yüreği ferahlarmış.
Tütün kırmaya gece yarısından sonra gidilir, gün doğmadan kırılır, gün ışıyınca da hemen dönülür. Uyumaya fırsat kalmadan da hemen dizilmeye başlanır kızışmasın diye. Tütün üreten kadınlar kırım işi bitene kadar, neredeyse bütün yazı uykusuz geçirirler. Ben de amcamlara köye gittiğimde az tütün dizmedim çocukluğumda. Simsiyah olur parmak uçları, acı mı acı, zehir mi zehir. Dikkatli olmazsan koca iğne batar eline...
Nenem de amcam da genç yaşta kanserden öldüler. Tütün işlediklerinden mi acaba? Nenem Ecevit'i tütüne iyi baş fiyat verdi diye çok severdi. Yakınlarının, akrabalarının tütünlerini hep babam götürürmüş Reji'ye, tütünün kalitesini inceleyip ona göre fiyat biçen eksperler onları kandırmasın diye. Eksperlerler öcü gibiydi köylünün gözünde.
Kuruyan tütünler diz üstünde boylarına, cinslerine, kalitesine göre ayrı ayrı demet yapılır, açılmasın diye de kuru mısır yapraklarıyla bağlanır ve tahta sandıklara sıkı sıkı denk yapılırdı. Bu iş de bütün kış dönemini alırdı. Kadınların dizdiği tütün dizinlerini asmak, kurutmak ve denk yapmak ve tabi ki satmak esas olarak erkeklerin göreviydi.
Borçlar hep "tütün satımına vermek üzere" alınır, alınacak olan önemli şeyler de tütün satımına bırakılırdı. Dolayısıyla, tütün satılmasını takiben, borçlar ödendikten, temel ihtiyaç malzemeleri alındıktan sonra geriye bir şey kalmaz, sen sağ ben selamet köye dönülürdü. Ecevit döneminde iyi para eden tütün sayesinde traktörlerini falan alabilmişti bizim köylüler. Bir daha da öyle fiyat görmediler.
Tüm bir seneyi alan tütün üretimi belki de en zor tarımsal üretimlerden biri. Sonra kotalar kondu, yerli tütün üretimi kısıtlandı. Ardından da Virginia tütünleri girdi ülkemize. Sigara üretimi devletin tekelinden çıkartıldı ve Philip Morrisler yeterince para kazanmaya başlayınca da TEKEL özelleştirildi. İşçiler de kapı dışarı; "4-C sana çok bile, sanki sen mi getirdin beni iktidara."
Kadınlar, gençler, sanatçılar işçilerin yanında
Bu kez "Hey 15'li, 15'li / Tokat yolları taşlı" dedik hep birlikte. Kalkıp oynayasım geldi, ama türkünün savaşa giden 15'liler için yakıldığını düşününce utandım. Nedense, belki türkünün usulünden, sözleri hüzünlü olduğu halde bizim oralarda oyun havası olarak da çalınır düğünlerde. Tokatlılardan da ayrılmak zor oldu. Babama selam söyleyin dedim, Erbaa'ya döndüğünüzde... Umarım tez zamanda dönerler Erbaa'ya...
Bütün çadırlarda kadın işçilerin sayısal olarak oldukça fazlaydı. Eylemin başarısında rollerinin büyük olduğu çok belli. Fazla sohbet edemedim, zaman yetmedi. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Ankaralı kadınlar da çok destek veriyormuş eyleme. Pastalar, börekler yapıp, ihtiyaç malzemeleri toplayıp getiriyorlarmış; bol bol sohbet ediyorlarmış. Ankaralı gençler de işçilerle yatıp kalkıyor, harçlıklarını onlarla paylaşıyorlarmış Erdem'in oğlu Ozan gibi.
Eyleme Türkiye'nin her yerinden destek geliyor artık. Kararlılıklarının, gözü pekliliklerinin, haklılıklarının, önderliğinde işçilerin kendilerinin olmasının sonucu olsa gerek... Bizim orada olduğumuz gün Moğollar da gelmiş.
Türküler "sol" karardan
Söz verdiğimiz gibi, doğru Muş çadırına... Bu kez Ümmüşen'i dinlendirdi Muş'lular. Sesi güzel olanlar vardı aralarında. Arkadaşları onları teşvik etti söylemeleri için. Biz de çok mutlu olduk. Özgür'ün bendirle, Can'ın da darbukayla eşlik ettiği Erdem'le Cenk, bağlamalarıyla "la" karardan çalmaya başladılar; "Havada bulut yok, bu ne dumandır / Mahlede ölüm yok, bu ne figandır ... Burası Muştur, yolu yokuştur / Giden gelmiyor, acep ne iştir".
Yanık sesli işçimiz "sol" karardan girince türkünün sözlerine, sazlarımız hemen karar değiştirdiler. Ne de olsa "sol" bir eylemdi direnişleri...Türkü de "sol" karardan okunmalıydı... .Ardından daha da yanık bir türkü geldi, "Muş Ovası, Muş Ovası". Ardından yeniden sloganlar ve zılgıtlar; "Direne direne kazanacağız!", "Ölmek var, dönmek yok!"
Ümmüşen'in son türküsü iyice coşturdu çadırı. "Hayat damla damla ırmaklaşıyor kara terde / Hayat ılgıt ılgıt akıp deryalaşan al kanda / Baskı zulüm mahpus, kan ile örülmüş / Seti yıkıp akıyor derya ırmakları".
"Ama biz bu türküyü çok eskiden biliyoruz" dedi bir kaç işçi; ben de "Bakın işte bu türkünün sözlerini yazan ve müziğini yapan Ümmüşen karşınızda" dedim. Şaşırdılar. Demek ki artık anonim olmuştu bizim Mamak'ta tahliyeler sırasında söylediğimiz "Beyaz gelinlik" türküsü...
"Bir olmaktı, önemli olan"
Genç işçiyle sıkı sıkı sarıldık birbirimize ayrılırken. Başarılar diledik onlara da her çadırda yaptığımız gibi.
Adıyamanlılar çağırdı Muş'tan sonra. Türkü söylemek yerine halay çekmeye karar verdik çadırlarının önünde. Davul zurna çıktı yeniden. Can geçti davula, Erdem de zurnaya. Davulun sesini duyan geldi. Halka büyüdükçe büyüdü... Tüm çadırlar bir oldu. Halay başı çekenler işçiler oldu bu kez...Kameralar, fotoğraf makineleri çalıştı...İşçilerle el ele, kol kola omuz omuza, kadın erkek, çoluk çocuk bir olduk. Başta ateşi yakan Orkun olmak üzere, yaklaşık 50 Türk Halk Bilimi Topluluğu çaylak ve fosillerinin ve yavru THBT'lilerin iki,üç gün gibi kısa sürede özverili çabaları ile düzenlenen bu destek eyleminde, tüm çadırlara dağıtılan yardım malzemelerimiz kadar, belki de daha çok sazımız, sözümüz, halaylarımız sevindirmişti işçileri. Onların yanında, aralarında olmamız, BİR olmamızdı önemli olan... (SD/BB)
* Süheyla Doğan, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Türk Halk Bilimi Topluluğu Fosil Üyesi, İnşaat '80, THBT'76
- ki: kim,
- zava-paşa, damat,
- buke: gelin
- gezal: ceylan